Malta Sürgünleri ve Kurucu İrade-1

Malta Sürgünleri ve Kurucu İrade-1

Hrant Dink

...“Ermenilerden kalan mallar kimlerle paylaştırıldı, ‘neler, kimler ne oldu’ diye sorulsa, bu çok büyük bir sarsıntı yaratır. Çünkü ülkeye belletilmiş bir tarih çökecektir. Eğer bu tarih yanlış anlatılmışsa, o zaman başka şeyler de yanlış anlatılmıştır düşüncesi topluma yayılacaktır. Türkiye’de önemli bir dönüşüm olacak.’’

Hrant Dink

Osmanlı Monarşisi, Birinci Dünya Savaşı’nın başında Ermenilerden ve Rumlardan kalan ganimetlerin nasıl yağmalanacağını gösteren “soğukkanlı” bir yasa çıkardı. Osmanlı ve daha sonra da Cumhuriyet yönetimleri bu kanuna dayanarak (bugün bile), “sahipleri kayıp emlak ve arazinin” mülkiyetine el koyabilmekte, bu malların tapuları rejim yanlılarına el altından çok ucuza ya da bedava dağıtılabilmektedir. Katledilen ya da sürülen Ermenilerin ve Rumların mallarının gasbı için çıkarılan bu yasanın adı, ‘Emvali Metruke’’ (Terkedilmiş Mallar!) yasasıdır.1 Bu yasayı uygulamak üzere her ilde komisyonlar kurulur. Bu komisyonlar o şehrin ağa, yüksek rütbeli subay ve vali-kaymakam gibi sivil bürokratlarından oluşmaktadır ve doğrudan içişlerine bağlı olarak çalışmışlardır. Bu yasayla, buna benzer bir çok yerel komite Anadolu’da neredeyse her şehirde, kasabada misli görülmemiş vahşilikte pogromlar başlatmıştır. Balkan yenilgisinden sonra Ege ve İstanbul’da, Sarıkamış hezimetinden sonra da doğu illerinde Ermeni ve Rum mallarının yağması, insanların da sürgün ve katliamları başlar...

Egenin en güzel kasabalarının birinde Çeşme’de...

30 Mayıs 1914 Çeşme’den yaklaşık 7,5 Km. mesafede denizci olduğu için yılın büyük bir kısmını denizde geçiren 5.000 nüfuslu Aya Paraskevi kasabası bulunmaktadır. Deniz ve avlanma mevsimi olduğu için Aya Paraskevi’de sadece kadınlar ve çocuklar vardır. Zavallı kadınlar, memurların destekledikleri haydutların köye geldiklerini öğrenir öğrenmez öyle korktular ki, güvende olacaklarını düşünerek kendilerini limandaki teknelere attılar... Terör ve dehşet sahneleri yaşandı. Haydutlar palalarını sallayarak ve silahlarını doğrultarak, kollarında çocuklarıyla oraya buraya kaçışan, sonra da yorgun düşüp istilacıların merhametine boyun eğen zavallı kadınları dehşete düşürdüler. Diğerleriyse korku içinde koşup denize atladı. Kadın ve çocuklarla dolu bir tekne alabora oldu, 25 kadın ve çocuk yarı ölü vaziyette bulundu. Böylece tüm sakinleri tam karşıdaki Gün adasına kaçan Aya Paraskevi bütünüyle terkedilmiş oldu. Gittikleri adada su bulunmadığı için bir çoğu hayatını yitirdiç2

Bodrum’dan Havran’a kadar kasaba kasaba, köy köy çeteler kuran yerli halk ve İttihat Terakki Partisi mensupları katliamlar başlattılar, savaşın sonunda bu çeteler ve reisleri Trakya ve Anadolu müdafai hukuk cemiyetlerinin önderleri haline dönüştürülüp, başlatılan anti-işgal direnişin ana gövdesini oluşturdu, yetmediği yerde Topal Osman gibi çete reislerinin hapisanelerdeki idamlık katilleri serbest bırakıldı. Bunların en renklisi Topal Osman’dır. İngiliz karşıtlığının altında Rumlardan ve Ermenilerden gasbettiği malların geri alınacağı korkusu vardır.

1. Dünya Savaşı başlar başlamaz topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin basıp burada bulunan 150 mahkumu kendi çetesine katarak siyasal yaşamımıza hızlı bir giriş yapmıştır... 1916’da Borçka’da Rus cephesinde sıkıyı görünce adamlarını ve silahlarını bırakıp askerden kaçar ama yakalanır ve 50 sopayla cezalandırılır. 3

İttihatçıların gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal Samsun’a gelir gelmez Havza’da Osman Ağa ile görüşmüştür. 4 Halbuki bu sırada Topal Osman ‘‘İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır.’’ Katliamlardaki başarısı ihtimal onu Pontus’taki Rumlara karşı kullanma fikrini doğurmuştur. Bu nedenle, 8 Temmuz 1919’da Topal Osman hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Giresun Müdafai Hukuk Cemiyeti başkanı olur. Ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’in kendisine muhalefet edenleri susturmak için kullandığı bir ‘‘tetikçi’’ olarak karşımıza çıkar. Meclis Açılınca da Mustafa Kemal’in muhafız alayı komutanı olur ve meclisteki muhalefeti sindirmek üzere kullanılır. Lozan görüşmelerindeki entrikalara tepki gösterdiği için muhalif gruptan Trabzon milletvekili Ali Şükrü’yü öldürür. Ali Şükrü, Lozan görüşmeleri hakkında meclise yeteri kadar bilgi verilmediğinden yakınmaktadır. Trabzon milletvekili Ali Şükrü’nün cesedi Çankaya’da bir bağ evinin bahçesinde bulunur. Cesedin elinde Topal Osman’ın herkesin bildiği hasır sandalyesinin parçaları vardır. Meclisteki tepkiler yüzünden Topal Osman da Mustafa Kemal tarafından ortadan kaldırtırılır. Sadece Topal Osman olayı bile Cumhuriyet’in bütün yönetim kadrolarının ve entrikalarının tıpa tıp İttihat ve Terakki’nin bir devamı olduğunu anlatmaya yeter.

Stefanos Yerasimos’un belirttiğine göre:

Topal Osman basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler. Görevinde ne kadar başarılı olduğunu Genelkurmay raporlarından anlarız. O tarihte çetecilik olayına karışan Rum sayısı 11.118 iken Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817’dir. 1914 Osmanlı Salnamesi’ne göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde yaşayan 450 bin Rum’dan 86 bini 1. Dünya Savaşı sırasında Rusya’ya göç etmiş, 322 bini 1923 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gitmişti. Aradaki fark olan 65-70 bin Rum’un 1916-1923 arasında şu veya bu şekilde hayatını kaybettiği tahmin edilir.5 diye yazar.

BİR NEFRET ATEŞİ ANADOLUYU SARIYOR

1915’in Şubat ayının ortalarında Kayseri Develi’de Kevork Defciyan isimli bir Ermeni’nin evinde bomba imali sırasında bir patlama gerçekleşiyor. Bu patlamayı bahane eden hükümet ve yerel İttihat Terakki milisleri görülmemiş bir etnik “Türkleştirme” ve yağma hareketi başlatırlar. Ermeniler ve Rumlar aleyhinde şehirde geniş kovuşturmalar başlatılır. Balkan Savaşı’ndan hemen sonra Ege ve Marmara’da yapılan Rum katliamlarının yağmalamaların ve ırza geçme olaylarının doğuya da yayılacağından korkan Ermeni halk silahlanmıştır. Aralarında az sayıda da olsa işgal birlikleriyle ittifak yapıp kendilerini savunmaya hazırlanan gruplar da yok değildir. Aramalar sırasında çok sayıda silah ve bomba bulunduğu iddia edilir. Var olan küçük olaylar ve bulgular abartılarak şehirde yaşayan tüm Ermeniler üzerinde korkunç bir devlet terörü başlatılır. Burada yaptığı katliamlardan ötürü İstanbul’daki İttihat Terakki hükümeti ve Teşkilatı Mahsusa açısından itibarı bir hayli artan Salih Zeki Bey, Develi kaymakamı olarak göreve başlatılır ve bu tahkikatın başına geçirilir, yeni görevinde tarihin en büyük katliamlarını gerçekleştirecektir.

Salih Zeki Bey savaş sonrası İstanbul’da kurulan özel mahkemede “Der Zor Tehciri Davası’nda yargılanmış ve 28 Nisan 1920 tarihinde gıyabında idama mahkûm edilmiştir. Zor Sancağına tehcir edilen Ermenileri katl, imha ve mallarını gasp ve yağma eylediği iddiasıyla sanık olup, halihazırda firarda bulunan eski Zor Mutasarrıfı Salih Zeki Bey hakkında icra kılınan muhakeme neticesinde, adı geçenin Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerinden Zor Sancağına tehcir ve iskan edilmiş olan birçok Ermenileri, çetecilerden tertip ve teşkil eylediği atlı ve yaya çeteler marifetiyle ve tekrar tehcir bahanesiyle diğer bölgelere sevk ederek yolda giderlerken kendisi de hazır bulunduğu halde mağdurlara topluca hücum ile üzerlerinde bulunan nakitlerini ve altın ve benzeri ziynet eşyalarını ve mallarını yağmalamaktan sorumlu tutulmuştur ...” 6

Tasvir-i Efkâr gazetesi yazarlarından Agâh Bey mahkeme ifadesinde, Zor Mutasarrıfı Salih Zeki Bey’e bir gün “Senin için, 10.000 Ermeni imha etti diyorlar,” dediğini anlatır. Salih Zeki Bey de, “Benim namusum var. 10.000’e tenezzül etmem. Daha çık bakalım!” cevabını vermiştir. Agâh Bey’in tanıklığına dayanılarak, mahkemenin ara kararında bu diyaloğa yer verilmiştir.7

Kuşkusuz 1912-1919 arasında Hristiyan azınlıkların mallarını yeni bir burjuva sınıfı yaratmak üzere yağmalanması, sürgün ve katliamlara uğraması ve imha politikaları bu iki örnekle sınırlı kalmamıştır. Edirne’den Van’a kadar hemen bütün kasaba ve köylerde katliamlar ve yağmalar yaşanmıştır.

Ermeni Patrikanesi’nin 1880 verilerine göre ‘‘Türkiyedeki Ermenilerin sayısı 2.660.000’dir ve bunların 1.680.000’i Ermeni vilayetlerinde bulunuyordu....8

Katliam öncesi ticari hayatta Ermeni imalat ve ticaret burjuvazisi ön sıralarda yer almaktadır. Ülkedeki 153 fabrika ve un değirmeninden 130’u Ermenilere, 13’ü Türklere, 20’si Rumlara aittir. Fabrikaların ve değirmenlerin teknik personelinin tamamı Ermenilerden oluşmaktadır. İhracat yapan 150 tüccarın 127’si Ermenidir. Dönemin koşullarına göre Ermeni burjuvazisinin bu serveti yeni bir ulus yaratmak isteyen Osmanlı-Türk burjuvazisinin ağzını sulandırmıştır. Tamamen askeri bürokratik bir talan geleneğiyle en iyi zamanlarını savaş boylarında geçiren Osmanlı burjuvazisi sanayi devriminin sunduğu, sanayileşme ve sermaye biriktirme fırsatını tarihsel olarak kaçırdığının farkındadır. Bir zamanlar kendi sömürgesi olan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan gibi ülkelerin milli burjuvazilerinin önderlik ettiği “ulusçuluk” hareketlerinin başarısını tersten okudular. Ve bu açığı hızla kapatmanın tek yolu olarak içerideki azınlıkların mallarını, tarlalarını, servetlerini yağmalamak olduğunu düşündüler. Tarih, yarı-sömürge Osmanlı monarşisi ile Ortadoğu’daki yeni enerji kaynaklarına inme hazırlıkları yapan, burjuva devriminde ve kolonyalizmde geç kalmış Alman Emperyalizmi’ni bu vahşi çıkar ve hedefler için bir araya getirmişti. Sonuçta başarılı olduklarını söylemek zordur. 1. Dünya Savaşı’ndan yeteri dersleri almayan Alman Emperyalizmi, II. Dünya Savaşı’nı kışkırtmış ve toprakları savaş sonunda ABD, İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmiştir. Topraklarının bir kısmında Sosyalist bir devlet kurulmuştur. Osmanlı ise elindeki sömürgeleri kaybetmiş ve şimdi Ortadoğu’da emperyalist silah ittifaklarına girmeden ayakta duramayan sanayi ve teknolojisi dışa bağımlı ve sürekli iç huzursuzluklarla, askeri darbelerle yaşayan bir ülke olmaktan daha ileri gidememiştir.

Birinci Dünya Savaşı boyunca Alman emperyalizminin çıkarları için cepheden cepheye koşan Osmanlı paşaları bütün cephelerde savaşı kaybederken, sadece bir tek cephede, Ermeni halkına karşı açtıkları cephede savaşı kazanabildiler. Savaşın hemen ertesinde kurulan Cumhuriyet de, bazen büyük şarap fabrikaları, un değirmenleri, bazen küçük bir çırçır fabrikası, bazen de evi basılıp yağmalanan bir Ermeni kadının çeyizi ‘‘yeni bir ulus ‘‘ inşaasında; adaletin, merhametin, ahlakın, hiç bir kitabına uymayan bir utanmazlıkla “kurucular arasında” paylaştırılmıştır. Ganimetin paylaşılmasının bu ahlak dışı ağırlığı ulusun üzerine bir karabasan gibi çöküp, etkileri uzun yıllar devam eden bir ulusal psikoza dönüştü. Yağmaya katılmış, yağmadan irili ufaklı ganimet kapmış alt sınıflarla, yağmayı planlayan ve yöneten egemen sınıflar arasında uzun süren bir cürmi dayanışma ve ketumiyet oluştu. Cumhuriyetin değişmez ideolojisi Türk-İslam Sentezinin gerçekte ne Türkçülük’le ne de İslam’la bir ilgisi yoktur. Arkasında sadece bu ‘‘Ganimet Kardeşliği’’ vardır. Anadolu’da; Erzurum gibi, Yozgat gibi, Konya gibi nerede milliyetçilik ve siyasal İslam yoğuşmuşsa oranın sokaklarına ve kültürüne sinmiş derin bir katliamdan arta kalan kanlı öykülerin çığlıkları yankılanır. Bu nedenle bu ruh hali bir ‘‘milli vasıf’’ olarak erdemden, adaletten, vicdan sesinden korkan, buna karşı sürekli gericiliği, ırkçılığı besleyen ve yeniden üreten bir korkunun şizofrenik bir aşırı özgüven ile aşırı iştahını her haliyle belli eder. Suçlarını itiraf edememiş katillerin ruh halidir bu. En korkulan bir gün gerçeğin ortaya çıkmasıdır... Bu ürkütücü ve bastırılmış travma, ‘‘bir kere bile, insanca bir nedametle ifade edilebilse”, titreyerek yoğun bir boşaltımı sağlanabilse, yeniden insanlık ayarlarına dönülebilecek; arkasından da kaçınılmaz olarak, merhamete, kardeşliğe doğru koşarak en insani coşkuyla sağaltılacaktır. Ama bu o kadar kolay bir şey değildir, bir kez elini vicdanına koymak bile ardından hıçkırarak ağlamayı, geçmişle hesaplaşmayı ama en sonunda da üstlerinde oturulan köşkleri, şarap fabrikalarını, zeytinlikleri, çarşı pazarda edinilmiş dükkanları, tekstil fabrikalarını, Ege’nin sahil kentlerinde ‘‘Mustafa Kemal Tapusu’’yla sahiplenilmiş ganimetleri geri vermek gibi azap verici bir tehlikeyi de içerir. İşte en olmayacak, olamayacak şey de budur. Olmaması için ülkenin bütün tarihi arşivleri panikle Sofya’daki bir kağıt fabrikasında yakılmıştır. 1936’da çıkarılan bir Soyadı Kanunu ile herkese geçmişte işledikleri cinayetlerden kurtulma fırsatı vererek ellerindeki kanı yıkamışlardır. Zorla mülkiyet devrinin açık delilleri henüz tam anlamıyla yok edilmemiş “Tapu Kayıtlarında” mevcuttur, buraların da devletin en kozmik odalarından daha kozmik korumalı olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.

Ülkenin bütün meydanları sadece elinde kılıçla, at üzerinde komşu ülkelerin toprakların işaret eden padişah ya devlet başkanı heykelleriyle doldurulmuştur. Fatihler, cihadçılar, savaşçılar, komutanlar, şehitler; yazarların, ressamların, müzisyenler ve edebiyatçıların yerini almışlardır. Sağduyuya ve vicdana hiç bir boşluk bırakmamak için, inançtan ve ulusal gururdan sadece mehter marşlarının, fetih türkülerinin, şehit sloganlarının histerik nağmeleri yükselir. Çünkü en vicdansız vicdanlar ve en ruhsuz ruhlar bile kendi başlarına bırakıldığında insanlıklarına geri dönüşün ‘‘tehlikesini’’ taşırlar.

Bir ulusun, manevi dünyası sadece komutanlardan, şehitlerden ve evliyalardan oluşturulursa ve o toplumun kendi sapkınlıklarıyla didişmesini sağlayacak sanatın ve felsefenin, bütün içerik ve biçemleri bu iki kavramının lokomotifine kitlenirse ki seksen yıldır örülen ‘‘sanat duvarları’’ bu iki kavramdan (şehit ve fatih) komutanlardan oluşması, toplumu elbette birbirini nüanslarla izleyen gerici, ırkçı milliyetçi iktidarların robotları yapacaktı.

Halkı, geçmişiyle inatla hiç bir sorgulama yapamadığı için valisi, içişleri bakanı, istihbarat örgütleri, jandarma komutanı, biraraya gelir, bin bir entrika, bin bir tuzak ile silahsız, savunmasız yurtsever bir Ermeni aydınını sokak ortasında sırtından vurur. Geçmişiyle hesaplaşamayanların gelebileceği en erdemli nokta da budur sanırım. Sonra polis susar, istihbarat örgütleri yalan söyler, asayiş birimleri cinayet zanlısı ile mutlu “özçekim”lerini paylaşırlar, güvenlik kameraları kör, tanıklar dilsiz mahkemeler sağır, toplum duyarsız olur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin militarizmle bastırılmış ruh halinin temeli, sahipleri bir şekilde ortadan kaldırılmış Hristiyan halkın kanlı tapularıyla beslenmiştir. Koç’tan Sabancı’ya kadar uzanan ve Cumhuriyetle yerden mantar gibi biten şirketlerin oluşumu her ne kadar başka ve kurnazca kurgulanmış başarı hikayeleriyle sislendirilmeye çalışılsa da arkasında yatan gerçek hikaye budur. Eczacı Mehmet Efendi’nin (Eczacıbaşı) hikayesi bunların içinde en çarpıcı olanlarından birisidir.

(Devam Edecek)

Yararlanılan Kaynaklar

 

1 30 Mayıs 1915 Tarihli Talimatname Sevk ve iskân kararının alınmasından sadece üç gün sonra yani 30 Mayıs 1915 tarihinde Dâhiliye Nezaretine bağlı İskânı-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti tarafından toplam 15 maddeden oluşan Ahval-i Harbiye ve Zaruret-i Fevkalâde-i Siyasiye Dolayısiyle Mahall-i Ahire Nakilleri İcra Edilen Ermenilerin İskân ve İaşesiyle Hususat-ı Saireleri Hakkında Talimatname13 hazırlanarak yürürlüğe konulmuştur.

 

2 Pontus Trajediisi 1914-1922, Alexander Papodopoulos, Pencere Yayınları 2013, İstanbul.

31. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa Arif Cemil.

4İki Devrin Perde Arkası, Hüsamettin Ertürk.

5 Aktaran Stefanos Yerasimos, Pontus Meselesi, Toplum ve Bilim, 1988-89 Güz sayısı.

6Malta Belgeleri, Vartkes Yeghiayan, Belge Yayınları, İstanbul 2007,

7 123 121 Raymond Kévorkian, Soykırımın İkinci Safhası: Sürgüne Gönderilen Ermenilerin Suriye-Mezopotamya Toplama Kamplarında İmha Edilmeleri (1915-1916).

8Belgelerin Işığında Ermeni Meselesi, Krikor Zohrab. 2015, İstabul


Konuyla ilişkili diğer makaleler