Mandela’yı anlayabildik mi?

Mandela’yı anlayabildik mi?

Nelson MandelaYaşadığımız toplum kendi ahlak, din, hukuk kurallarını oluşturuyor ve bu zamanda baskı ve otoritenin hüküm sürdüğü bir ruh taşıyor. İçimize sinmiş korkudan korkuyor1 ve topu taca atarak yaşam sürdürüyoruz. Ahlak kuralı tamamen bireyin hayatını belirleyen, bireyin kendi içinde oluşturması gereken, temel etik moral değerleridir. Etik moral değerler hem bireyin kendisinde ve hem de toplumda oluşan ortak değerler olduğu gibi, zamana ve yere göre, çatışmalı bir süreci yansıtabilir. Bugün kapitalizmin ahlakı, iktidarın ahlakı yoğun bir sis perdesi yaratmış durumda. Sis perdesinin dağıtılmasına ihtiyacımız var. Din, doğrudan Tanrı idesi ve onun koyduğu kurallara göre oluşturulan inanç sistematiği.

Bireyin şahsi bir meselesi olduğu sürece inanç, insanların korkularını, endişelerini gideren ama zamanla arttıran bir özelliğe sahiptir. Başkalarının hayatını belirleyen, toplum hayatını yönlendiren, Devlet yönetimine dönüştükçe tehlikeli hale dönüşen din, iktidar tarafından kendi iktidarına tahvil ediliyor. Hukuk kuralları beşeri fakat sistemsel normatif kurallar bütünü. Bir devlet güvenilirliğini hukukundan alır. Rejim kendisi gibi, hukuku da güvenilmez kıldı. Hukukun asıl işlevi, iktidara ve sermayeye karşı bireyi korumaksa, bu işlevi görmeyen hukuk anlamını yitirmiştir.

Özgürlüğe giden uzun yol

İçinde bulunduğumuz sistemde, eline Kuran’ı2, Nutuk3 ya da herhangi bir futbol klubünü4 alan, halkın iradesini kullanabiliyor. Özgürlüğe giden o uzun yolda yürüyen insanlar, sol ya da sağ sapma ile değil, kararınca davranarak sonuca ulaşabiliyorlar. Birey ya da toplumun kuralları değişmez ya da değiştirilemez değil. Hem birey ve hem de toplum değişecektir. Değişen birey ve toplumlar, kurallarını da değiştirecektir. Tarih içinde ihtiyaca göre, akılcılıklarını yitiren toplumsal sistemler, yenilerine gebe kalmışlar, yenileri vücut bulmuş, gerçekleşmiş, zamanla akılcılıklarını ve gerçekliklerini kaybettiklerinde, yerine yeni bir toplumsal düzen hakim olmuştur. Sürü eğilimi baskın olan toplumun değişimi yavaş olsa da, özgürlük yolcuları daima vardır ve olacaktır. Spermin yumurtaya doğru koşması gibi. Bir yavrunun ana memesine yönelmesi gibi. İşte bu özgürlük koşusu tarihin akışını belirlemektedir.

Dayanışma

İyilik, kötülük, doğa, yaşam ve dayanışma değerleri vicdan ile birlikte düşünüldüğünde, doğada hem iyilik, hem de kötülük var. İyilikler durağan, statükocu ama besleyici, bu yönüyle de tüketici. Kötülük değiştirici, aynı zamanda yok edici. Her kötülük bir iyi sonuca gebe. Doğum sancısı gibi. Sanki bir insanın çocukluk döneminde Rahmani, ilk gençlik döneminde Şeytani yanları ile boğuşması, olgunluğunda da hem Rahmani ve hem de Şeytani yanın aynı bedende var olduğu gerçeğini anlaması gibi. İyilik ile kötülük doğadaki gibi, insan hayatında da kendini gösteriyor. Bir kötülük sadece kötü değildir, bu onun suretidir. Çünkü iyi ile kötü aynı anda belirir. Biz onun hangi yanını görüyorsak, bize o yanı görünür. İyiliğin kötülüğü, kötülüğün de iyiliği doğurduğunu, bakış açınıza göre görür ya da göremezsiniz. İyiliklerin yanında kötülüklerin getireceği yeni iyilikleri görebilmek için, bize görünen kötülükleri göğüsleyebilmeliyiz. Sadece kötülüklere karşı çıkmak yerine, ortaya çıkacak mucizeleri görmek ve tehlikeleri bertaraf etmek, zararları gidermek gerekir. İnsan insana yoldaş olmalı, toplum kendi içinde dayanışmalı.

Yeni bir toplum ve düzen

Her toplum düzeni, (tasavvur edildiği ve kuramsallaştırıldığı kadarıyla kendini yenileme özelliğine sahip olacağını ön gördüğümüz komünist toplumsal düzenini dışında tutarak) belirli bir zamandan sonra kendi gerçekliğini, akılcılığını yitirir ve yeni bir toplum düzenine gebe hale dönüşür. Doğada kaos vardır ama insan ve toplum düzene gereksinim duyar. Düzen güvenlik sağlar. Böyle bir düzen ve güvenlik hukuk5 ile gerçekleştirilir ise adil olur, aksi adaletsiz. Bir zaman sonra salt güvenlik yetersizleşir, var olan toplum düzeni ihtiyaçlarımızı karşılamıyor ise, yeni bir toplum düzeni düşlememiz gerekir. Yeni toplum düzeni tasavvuru içine girdiğimizde, eski toplumdan çıkarları olanlar ile çatışma kaçınılmazdır. Böyle bir cesaret, böyle bir yönelim kişiye yeni bir kişilik kazandırdığı gibi, ağır bedeller de ödetecektir. Toplumun bireyleri içinde bulundukları toplumun ortaklarıdır. Bunu bir kooperatif gibi düşünelim. Herkesin bir tek hissesi, herkesin bir tek oyu vardır ve yeni toplum, mümkün olduğunca mutabakatla; olmadı, azınlıkların, inanç gruplarının ya da farklı cinsel yönelime sahip insanların varlığı, kendi düşündükleri, inandıkları, istedikleri bir biçimde ifade etme, örgütlenme, yaşama hakları tümüyle garanti altına alınarak, diğer alanlar ise çoğunluğun uzlaşı kararına göre bir düzen tasavvur edilebilir.

Nasıl olmalı?

Devlet yönetiminde; Thomas Hobbes, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek elde toplanmasını (Leviathan)6 savunurken, çağdaşı John Locke, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrılmasının (kuvvetler ayrılığı ilkesi)7 savunmuştur.8 Yasama organı yasaları yapmalı, hükümet bu yasalara dayanarak uygulamayı yürütmeli, yargı organı da hükümetin uygulamalarının yasalara uygun olup olmadığını denetlemelidir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin hayat bulması için iktidarın parçalanması, dağıtılması gerekir. Bütün iktidarı tek elde toplayan yürütmenin merkezi hali parçalanmalı, daha yerele, belediye, belediye meclisi, muhtarlık, muhtarlık meclisi, apartman meclisi, işyeri sendika temsilcilikleri gibi alanlara yayılarak yeni bir tarz geliştirilmeli ve iktidar bireye doğru dağıtılarak, yaşam ve çalışma alanlarından doğru katılımcı bir demokrasinin adımı atılmalıdır. Türkiye’de “Tek adam rejimi”9 toplum yararına iktidar gücünü dağıtmadığından, gün geçtikçe otokratik bir yönetim haline dönüşüyor.

Federasyon ya da konfederasyon

Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin10 hayata geçiremediği programını11 incelediğimizde, Türkiye için en uygun yönetim tarzının federatif12 bir sistem olduğunu öngörüyor. Eğer Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğulmasalardı, bu tezi daha canlı anlatabilirler, toplumu aydınlatabilirler, yeni kurulan Türkiye’nin şekillenmesinde etkide bulunabilirlerdi. Bunun önü kesildi ve ulusçu bir çizgide gelişen Cumhuriyet, yüz yılı aşkındır kendi içinde kavgalı bir toplum yarattı. Bugün bu görüşlerin gelişmiş hali olan Demokratik konfederasyonizm13, Murray Bookchin’in görüşlerinden de etkilenen Kürt siyasi hareketi14 tarafından savunulmaktadır. Abdullah Öcalan, Demokratik konfederasyonizm ilkesini; “Demokratik konfederasyonizm bir devlet sistemi değil, halkın devlet olmayan demokratik sistemidir. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere halkın tüm kesimlerinin kendi demokratik örgütlenmesini yarattığı, politikayı doğrudan ve özgür-eşit konfederasyon yurttaşlığı temelinde, yerelde kendi özgür yurttaşlık meclislerinde yaptığı bir sistemdir. Dolayısıyla öz güç ve öz yeterlilik ilkesine dayanır. Gücünü halktan alır ve ekonomi de dahil her alanda öz yeterliliğe ulaşmayı benimser. Demokratik konfederasyonizm ... klan sisteminden ve aşiret konfederasyonlarından günümüze kadar uygarlık tarihi boyunca devletçi toplum merkezileşmesine girmek istemeyen doğal toplumun demokratik komünal yapısına dayanır." diyerek tanımlıyor. Eğer Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)15 ya da şu andaki Rusya Federasyonu16 veya Avrupa Birliği (AB)17 gibi ülkelerde olduğu gibi konfederasyon tarzında, Almanya Federal Cumhuriyeti18 ya da Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ndeki 19 gibi eyalet ya da İsviçre Konfederasyonu’ndaki20 kantonluk gibi federatif bir sistemi geliştirebilseydik, bugünkü kavgalı toplum yerine kendi içinde özgür, barış içinde bir toplum ve ülke olmayı başarabilirdik. İleri gidelim; İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin bir kısım topraklarında yaşayan Kürtler, Hatay örneğinde olduğu gibi, Türkiye ile birlikte federasyon yapısı altında bir araya gelebilirdi. Ancak bir türlü yenilemeyen “bölünme” korkusu ya da buna dair derin devlet tahrikleri altında, “çözüm süreci”nde olduğu gibi, masalar devrildi ve barışılamadı.

Uzlaşı içinde bir toplum

Uzlaşı içinde, barışık bir toplum olabilmek için, ideolojik ya da dini görüşlerin pahlanmasına ihtiyacımız var. Alt yapıyı belirleyen ekonomi düzeni gibi, üst yapıyı belirleyen hukukun da toplumu bir arada tutan temel unsur haline geldiği; hukukun, herkese dokunması gerektiği görülmelidir. Toplumsal hayatımızda bağımsız bir yargı ve hukuk önemlidir.21 Bir cumhurbaşkanı ile bir bireyi eşitleyen bir hukuk olmalıdır. Farklı renge, etnisiteye, sınıfa, cinsiyete, cinsel yönelime, inanca ait olanların kör biçimde yok sayılması ve bunun seyredilmesinin yarattığı kötülüğün sıradanlığına alışmamız, büyük acılara gebedir. Sovyetler Birliği’nin ilk kurucu lideri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin22, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mao Zedung23, Küba devriminin önderi Fidel Alejandro Castro Ruz24, Güney Afrika cumhurbaşkanı Nelson Rolihlahla Mandela (Madiba)25, ABD Başkanı Barack Hussein Obama26, Irak cumhurbaşkanı Celal Talabani27, Şili Devlet Başkanı Salvador Allende Gossens28, Uruguay başkanı José Alberto Mujica Cordano29 ya da Kolombiya Gustavo Petro30 gibi yeryüzünde kendi sınırlarının ötesinde başarılar elde etmiş bir çok örnek var. Bu örneklerin her biri, kendi ülkesinde olmaz denileni olur yapmış, karma bir yaklaşımla değerlendirilebilecek doğruları olan insanlar. Koşulların değişmesi halinde, aynı örneklerin Türkiye’de de gerçekleşmesi ve örnekler verilmesi mümkün.

Hoşgörü

Temel argümanlarımız hoşgörü, yüzleşme, bağışlama ve uzlaşma. “Herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.” diyen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi31,“Bütün milletler, ırk ve din grupları arasındaki anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışın sürdürülmesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.” de demektedir. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)32’ya üye Devletler tarafından imzalanan “Hoşgörü İlkeleri Bildirgesi”ne göre; Hoşgörü, dünyamızdaki kültürlerin zengin çeşitliliğini, ifade biçimlerini ve insan olmanın yollarını kabul etmek, bunlara saygı göstermek bunların değerini bilmektir. Hoşgörü çeşitlilik içindeki uyumdur. Hoşgörü, yalnızca ahlaki bir görev değil, aynı zamanda siyasi ve hukuki bir gerekliliktir. Hoşgörü bilgiyle, açıklıkla, iletişimle ve düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğüyle beslenir. Barışı olanaklı kılan erdem, yani hoşgörü, barış kültürünün savaş kültürüyle yer değiştirmesine katkıda bulunur. Hoşgörü kabullenme, lütfetme veya göz yumma değildir. Hoşgörü, hepsinin üzerinde, başkalarının evrensel insan haklarının ve temel özgürlüklerinin tanınmasıyla teşvik edilen etkin bir tavırdır. Hoşgörü hiçbir koşulda, bu evrensel değerlerin ihlal edilmesini meşrulaştırmak için kullanılamaz. Hoşgörü, bireyler, gruplar ve Devletler tarafından uygulanır. Hoşgörü, insan haklarını, çoğulculuğu (kültürel çoğulculuğu da içine alan), demokrasiyi ve hukuk devletini destekleyen sorumluluktur. Hoşgörü dogmatizmi ve mutlakçılığı reddetmeyi içerir ve uluslararası insan hakları mevzuatına yerleştirilmiş standartları onaylar. İnsan haklarına saygıyla tutarlı olarak, hoşgörü uygulaması, toplumsal adaletsizliğin hoş görülmesi veya inançların terk edilmesi veya zayıflatılması anlamına gelmez. Hoşgörü, kişinin kendi inançlarına bağlı olmakta özgür olması ve başkalarının da kendilerine ait inançlara bağlı olduğunu kabul etmesi demektir. Hoşgörü görünüşü, durumu, konuşması, davranışı ve değerleri doğal olarak farklı olan insanların barış içinde ve oldukları gibi yaşama hakkına sahip oldukları gerçeğini kabul etmek demektir. Hoşgörü aynı zamanda, birisinin görüşlerinin zorla başkalarına kabul ettirilmemesi demektir.Hoşgörülü olmak ya da olmamak, kişinin siyasi duruşunu belirleyebilir. Hoşgörünün Arapça karşılığı, “tesamuh” kavramı ile karşılanmaktadır ki, hoş görme, hoş görürlük, birbirine kolaylık gösterme anlamlarına gelir. Dünyamızın birçok din, dil, kültür ve etnik kökeninin çeşitliliği çatışma bahanesi değil, hepimizi zenginleştiren bir hazinedir.33 UNESCO tarafından kabul edilen, Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi de, bize bu yönde yeni ufuklar açmaktadır. Temel argüman cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerden arınarak özgürce düşüncelerimizi ifade edebilmektir.

Mandela’yı anlamak

Türkiye için, bir çözüm yolu olarak örnek alınabilecek bir ülkedir Güney Afrika Cumhuriyeti. 1948 -1994 yılları arasında şiddetli şekilde uygulanan apartheid34 rejiminde, Güney Afrika Cumhuriyeti35 anayasası toplumu siyahlar, beyazlar, renkliler ve Asyalılar olarak ayırmaktaydı. Avrupalı beyazların oluşturduğu ayrımcı yönetim politikalarına karşı, mücadele eden Afrika Ulusal Konseyi (ANC)36 örgütlülüğünün önderlerinden olan Mandela, Rivonia yargılaması olarak da bilinen, şiddet yoluyla hükümeti devirme girişiminde bulunduğu gerekçesiyle ömür boyu hapse mahkûm edildi. En temel insan haklarının dahi tanınmadığı rejime karşı mücadelesinde Mandela, “herkesin uyum içerisinde ve eşit haklara sahip olarak bir arada yaşayacağı demokratik ve özgür bir toplum” idealine değer verdi. Mandela, 1994’de Güney Afrika Cumhuriyeti'nin ilk siyahî devlet başkanı seçildi ve ikinci kez seçilmeyi reddetti. Mandela, “Her insanın kalbinin derinliklerinde merhamet ve fedakarlık olduğunu her zaman bilmişimdir. Kimse dünyaya derisinin rengi, etnisitesi veya dini farklı olduğu için diğerlerinden nefret ederek gelmez. İnsanların nefret etmeyi öğrenmesi gerekir ve eğer nefret etmeyi öğrenebiliyorlarsa sevmeyi de öğrenebilirler. Çünkü sevgi insanın yüreğine nefretten daha kolay, doğal olarak girer. İnsanın içindeki iyilik ateşi gizlenebilir fakat asla söndürülemez.” diyor37. Mandela devamla şöyle diyor; “Bildiğim bir şey vardı; ezenin de ezilen gibi özgürleştirilmesi gerekiyordu. Bir başkasının özgürlüğünü elinden alan bir kişi nefretin mahpusudur; ön yargılı ve dar görüşlü bir dünyanın demir parmaklıkları ardında kilitlidir. Özgürlüğüm elimden alındığında özgür olmadığım gibi ben bir başkasının özgürlüğünü elinden aldığımda da tam özgür olmam. Ezilenin olduğu kadar ezenin de insanlığı elinden alınmıştır. Cezaevinden çıkarken üstlendiğim misyon hem ezileni hem de ezeni özgürleştirmekti. Bazıları bunun artık başarıldığını söylüyor. Fakat ben durumun böyle olmadığını biliyorum. Gerçek şu ki henüz özgür değiliz; yalnızca özgür olma özgürlüğünü, baskı görmeme hakkını elde ettik. Özgürlüğe giden yoldaki son adımımızı değil, aksine daha uzun ve hatta daha zor bir yolun ilk adımını atmış olduk.”38 Mandela’nın yaklaşımı, kendisine acı çektirenleri“bağışlamak”tır. Vicdanlı olma gibi hoşgörü, yüzleşme, bağışlama ve uzlaşma kulağımıza armoni olarak hoş geliyor ama felsefe, psikoloji, sosyoloji, mantık yönünden bir harmoni olarak henüz zor görünüyor. O zoru, başarmak zorundayız. Mandela’nın otobiyografik kitabına39-40 yazdığı önsözde Öcalan41 şöyle diyor; “Dünya halklarının tarihleri, en çok da onları pençelerine almaya çalışanların pervasız cüretkarlıklarınca şekilleniyor. Bu cüretkarlık, bazen tüm dünyanın zulmü kör biçimde seyretmesiyle ortaya çıkıyor, bazen de büyük bir totaliterliğin kötülüğü ve onun sıradanlığı beslemesiyle. Kötülüklerin sahipleri, daima utançla diz çöküp özür dilerken ya da puslu birer kitap sayfası olarak tarihe geçerken, kötülüğün sıradanlığına ve yükselen totaliterliğe karşı verilen mücadele dünyanın tüm topraklarını aynı anda ıslatan tek şeyde, bir ezilenin gözyaşında kendini gösteriyor.”42

Öcalan kendi yaşamıyla bir Mandela olurken, ülkemizin ve Ortadoğu’nun Mandelasını anlayabildik mi?

8 Modern Devlet Anlayışının Felsefi Temelleri, 21 Haziran 2020 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2011, 15 (2): 1-20

11 http://www.tkp-online.org/?q=content/tkp-birinci-programı-günümüz-türkçesi : T.K.P. hükûmet teşkilâtında muhtelif milletlere mensup işçi ve köylü şûrâlar cumhuriyeti oluşturulmasını kabul ve ‘özgür milletlerin özgür birliği’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder.”

37 Nelson MANDELA:Özgürlüğe Giden Uzun Yol, Aram yayınları, 1. Baskı, 2015, syf.624

38 Nelson MANDELA:Özgürlüğe Giden Uzun Yol, Aram yayınları, 1. Baskı, 2015, syf.626

40 “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” adlı otobiyografik film:

https://www.youtube.com/watch?v=Ov5eIaEKRRE&t=8s

42 Nelson MANDELA:Özgürlüğe Giden Uzun Yol, Aram yayınları, 1. Baskı, 2015, syf.14


Konuyla ilişkili diğer makaleler