Marksist Felsefe: Her Zamankinden Daha Güncel, Her Zamankinden Daha Önemli

Marksist Felsefe: Her Zamankinden Daha Güncel, Her Zamankinden Daha Önemli

EĞİTİM DİZİSİ: II

Önceki yazımızda, ülkemizde sosyalist kesimlerin, günümüzde, genel olarak okumaya mesafeli olduklarına, özellikle Marksist-Leninist teoriyi öğrenme ve bu konudaki bilgilerini geliştirme konusunda büyük bir isteksizlik içinde bulunduklarına değinmiştik. İnsanlarımızın teorik gıdasını genellikle belirli bir anın siyasal gündeminin önümüze çıkardığı “güncel” kültür eserleri (etnik tarih, çevre sorunları, romanlar..vs) oluşturmaktadır. Marksist teoriye yönelik ilgisizliğin en yoğun olduğu alan, yani hakkında en az okunan ve bilgi geliştirilen konu ise felsefe olmaktadır. Bu ilgisizliğin arkasında yatan soru ise bellidir.

2015 Türkiye’sinde ve Dünyasında Felsefenin Bize Ne Faydası Var?

Bu soruya cevap vermeden önce, felsefenin çok genel bir tanımını yapalım. Felsefe, evrenin, doğanın, toplumun ve insan düşünesinin en genel kategorilerinin ve kanunlarının sistemleşmiş bilgisidir. Bu tanımı biraz açtığımızda şunu görürüz: Felsefe insan düşüncesinin en soyut, en genel biçimidir. Bilimin aksine, somut bir konuya (yaşam, bitkiler, gezegenler, ekonomi, insan ruhu..vs) takılmaz, onunla kendini sınırlamaz, her şeyle ilgilidir ve her şeyi kapsar. Burada 2 soru karşımıza çıkar:

1) Böyle bir bilgi mümkün müdür?
2) Böyle bir bilgi bize ne sağlar?

Önce ikinci soruyla başlayalım. Doğanın ve toplumun en genel kanunlarını bize verebilen bir düşünce sistemi, bize muazzam bir imkan sunar. O da, olayları ve düşünceleri değerlendirirken bize sunduğu doğru bakış açısıdır. Gündelik hayat, somut bir olay anında karşımıza onlarca, bazen yüzlerce “veri” çıkarır. Bunların arasından öncelikli olanları, işin özünü teşkil eden noktaları, diğer “veri”leri belirleyen “ana veri”leri görebilen ve kavrayabilen bir insan, olayı da doğru ve sağlıklı değerlendirecek, açıklayabilecek ve gerektiğinde bu durumu değiştirebilmek için ne yapılması gerektiğine ilişkin doğru bir yaklaşıma sahip olacaktır. Kısaca, felsefe bize bir bakış açısı, bir değerlendirme metodu sunar. Yanlış, çarpık, bilimle çelişen bir felsefe bize dar ve kısır bir bakış açısı sunarak yanlışa götürürken, güçlü, gelişkin ve bilimle uyum içinde olan bir felsefe, bizi olayları hem açıklamak, hem de değiştirebilmek için doğru bir bakış kazandıracaktır.

Bu günümüzde niçin önemlidir? SSCB’nin çökmesinden sonra Türkiye dahil tüm ülkelerin düşünsel yaşamı burjuva ideolojisinin sel baskınına uğramıştır. Toplum ve doğaya ilişkin sözde teoriler, kapitalizmin ölümsüzlüğü, devrimin imkansızlığı, “kaos” teorisi, proletarya diye bir sınıfın ortadan kalkması vs de dahil bir dizi sözde tespit, insanlığın düşünsel yaşamında devasa bir kirlilik oluşturmaktadır. Bu kirlilik, deri hücrelerinden sızan zehirli gazlar misali sosyalist düşünceyi de etkilemiş, “sol” ve “sosyalizm” konusunda ortaya çıkan görüşlerin önemli bir kısmı burjuva ideolojisinin sosyalist saflara taşıyıcılığını yapmıştır; hala da yapmaktadır.

İşte bu kirlilik karşısında, Marksist felsefeyi öğrenmenin ve onda derinleşmenin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfın devrimci felsefesi olan Marksist felsefe, bize bu “fikirler kargaşası” karşısında doğru bir metot, bir bakış açısı sunmakta, doğruyu ve yanlışı ayırt etmek için sağlıklı bir çerçeve ve bir analiz yöntemi kazandırmaktadır. Böyle bir bakış açısına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır.

Bir Devrim Silahı Olarak Felsefe

Komünist bir filozof, 1970’lerde şu çok önemli tespit yapmıştı: “Devrimci politikanın görevi, işçi sınıfı ve düşmanları arasında bir çizgi çekmektir. Felsefenin görevi ise doğru ve yanlış arasında bir çizgi çekmektir. Bu iki çizgi, aslında tek ve aynı çizgidir”.

Bu ne demektir? Bildiğimiz gibi, burjuvazi başta olmak üzere tüm sömürücü sınıflar, geliştirdikleri tüm düşünce sistemlerinde kendi baskı ve sömürülerini haklı çıkarmak için gerçeği kaçınılmaz olarak çarpıtmak, tahrif etmek zorundadır. İnsanlığa karşı bir suç olan baskı ve sömürüyü haklı çıkarmak için sarf edilen her çaba, gerçeği çarpıtmak, tahrif etmek zorundadır. İşçi ve emekçi sınıfların ise böyle bir ihtiyacı yoktur. İnsanlığın %90’ını oluşturan işçi ve emekçi sınıfların ise dünyayı anlamak ve değiştirmek için gerçeğe, onu tüm boyutları ile anlamaya, kavramaya ve onu yanlışlardan arındırmaya ihtiyacı vardır. Doğrular işçi sınıfı ve emekçilerin, yanlışlar ise burjuvazinin işine yarar. Gerçeği anlamak, keşfetmek, açığa çıkarmak için atılan her adım, işçi sınıfına mücadelesinde kazandırılmış bir mevzidir. Felsefe, işte bu savaşın düşünsel plandaki ana silahı ve aracıdır.

Bu bize felsefenin sınıfsal ve partisan yönünü göstermektedir. Her felsefe bir “kavga”dır, hiçbir felsefe siyasetin ve sınıf mücadelesinin “üstünde” ve “dışında” değildir. Bu Marksist felsefe için olduğu kadar geçmiş felsefeler için de geçerlidir. 18. yüzyılın Aydınlanma felsefesi, feodalitenin karanlığına karşı bilimi, rasyonel düşünceyi savunup dinsel düşüncenin kofluğunu teşhir ederek burjuvazinin ve halkın devrimci mücadelesinin önünü açmıştır. Sonraları burjuvazinin yüzüstü bıraktığı bu felsefenin, ve geçmiş tüm felsefelerin devrimci mirası, bugün Marksist felsefe içinde yer almakta ve temsil edilmektedir.

Diyalektik Materyalizm: Hem Sınıfsal, Hem Bilimsel Bir Felsefe

Yukardaki birinci soruya dönecek doğru bir bakış sunabilecek bir felsefe mümkün müdür? Bu sorunun cevabı Marksist felsefenin doğuş sürecinde yatmaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısına kadar insan bilgisi, fizik ve kimya bilimlerindeki gelişmelerle bu alanlarda bilimsel bir niteliğe kavuşmuş, bu alanlardaki “hurafeler” yok edilmiştir. Bu dönemden sonra ise art arda iki büyük bilimsel devrim gerçekleşmiştir. Birincisi Darwin’in biyolojide “Evrim Teorisi” ile yaptığı, doğadaki türlerin birbirleriyle olan ilişkisini ve evrimlerini ortaya koyan muazzam keşiftir. İkincisi ise, Marx’ın kapitalist toplumun iç dinamiklerini ortaya koyan ekonomi politik çalışması ve toplumların tarihsel gelişimini açıklayan tarihsel materyalizmidir. Bu iki devrimle beraber, insan bilgisi tüm alanlarda “bilimleşmiş”, bilim dışı kurgulara dayanan metafizik düşünce sona ermiş, insan düşüncesinde bilimin kapsamadığı hiçbir alan kalmamıştır. Bu saatten sonra kendini bilimin “yerine koyan” felsefeler imkansız hale gelmiştir.

Bu durum, Marksist felsefenin, kendisinden önceki tüm felsefelerden farkını ortaya çıkarmaktadır: Marksist felsefe kendini bilimin yerine koymaz, bilimsel buluşlara kendi “doğru”larını empoze etmez, onlara (diğer felsefeler gibi) kendi “deli gömleğini” giydirmez; tam tersine onları kabul eder, onlardan beslenir ve onlara dayanarak gelişir. Dolayısıyla, tüm doğa ve toplum bilimlerinin üzerinde ve onlara dayanarak gelişen bir felsefe, bize hayatın tüm alanlarını kapsayan genel kuralları ve kategorileri sunabilir. Böyle bir felsefe hem mümkündür, hem de gereklidir.

Marksist Felsefe Olayları Hızlı Kavramayı ve Öğrenmeyi Mümkün Kılar

K. Marks ve F. EngelsŞu soru gündeme gelebilir: Her konuda bilimsel bilgi mevcutsa, felsefeye ne gerek var? Bu sorunun cevabı günlük pratiğe ilişkindir ve aslında çok basittir. Bilimsel bir felsefeyle donanmış bir insan, doğanın ve toplumun en genel kurallarının bilincindeyse, en karmaşık olay karşısında dahi, o olayın içinde o genel kuralları ve dinamikleri arar ve onların ışığında olayı çözer. Şayet felsefi yaklaşımı “maddi çevre belirleyicidir” diyorsa, bir olayın içindeki sübjektif fikirleri ve ifadeleri değil, maddi faktörleri başa koyar. Şayet felsefi yaklaşımı “süreçler çelişkiler üzerinden gelişir” diyorsa karşı karşıya kaldığı olaydaki çelişkileri bulur ve bunları sürecin motoru olarak değerlendirir. Kısaca felsefe, bize olayları daha hızlı ve doğru kavramamızı sağlayan bir silah sunar.

Buna komünist hareketin tarihinden birkaç çarpıcı örnek verilebilir. Tarihçi İsaac Deutscher yazdığı “Stalin” biyografisinde, Stalin’in 1929’da başlattığı muazzam sanayileşme devrimini aktarırken şunu der: “Sosyalist ekonomi konusunda hazır bir teorik eser olmadığı gibi, Stalin’in ekonomi konusunda herhangi bir akademik eğitimi de yoktu. Ama her şeyden once diyalektiğe son derece hakimdi ve bu yönü, ekonomide onu bekleyen devasa görevleri hızlı ve net bir şekilde kavramasını sağladı.” Başka bir örnek, Kızıl Ordu’nun 1945’deki büyük zaferini değerlendiren Fransız burjuva dergisi “Paris Match” vermektedir. Stalin’in savaştaki askeri rolünü ele alan dergi şunu demiştir: “Stalin’in formel bir askeri eğitimi yoktu. Ama diyalektiği çok iyi kavramıştı ve bu olgu, askerlik ilmini hızla özümsemesini ve hepsi akademiden yetişmiş Kızıl Ordu komutanlarına başarıyla önderlik etmesini mümkün kıldı.” 1973’te, Fransız Komünist Partisi’nin yükselişi karşısında egemen sınıfların korkusunu dile getiren bir burjuva yazar şunu yazmıştı: “Komünist Partileri en tehlikeli kılan yön, ellerinde asla sekmeyen bir silahın bulunmasıdır: Diyalektik!

Görüldüğü gibi, devrimci felsefe, bizim olayların özünü daha hızlı ve etkin bir biçimde kavramamızı sağlayan, “anlamak” için sarf ettiğimiz emeğin verimliliğini kat be kat artıran güçlü bir silahtır.

Marksist Felsefe: “Tamamlanıp Bitti”mi?

Diyalektik materyalizmin doğuşuna eşlik eden büyük bilimsel devrimlere yukarda değinmiştik. O günlerden (19. Yüzyılın sonu) bu yana bilimlerde yeni ve devrimci gelişmeler gerçekleşti. Gücünü bilimlerden alan Marksist felsefe ve onu benimseyenler, hiçbir bilimsel gelişmeye gözlerini kapayamazlar.

Fizikte Einstein’ın açtığı çığır, madde ve enerjinin özdeşliği, evrenin yapısına ilişkin keşifler ciddi bir dönüm noktası oldu. Marx’ın sadık bir izleyicisi olan V.İ.Lenin, tıpkı onun gibi çağının tüm bilimsel gelişmeleriyle temas halinde oldu ve onlarla yüzleşti. Büyük felsefi eseri olan “Materyalizm ve Ampiriyokritisizm”de fizikteki yeni gelişmeleri diyalektik maddeci bakışın ışığında ele aldı ve felsefeyi zenginleştirdi.

1920’lerde Freud, Jung ve Adler ile başlayan sıçrama, insanın iç dünyasını da bilimsel analizin alanına taşıdı. Burjuva ideolojisinin bu konudaki saptırmaları ne olursa olsun, bu çalışmalar inkar edilemeyecek bilimsel sonuçları ortaya çıkardılar.

1950’lerde antropolojideki çalışmalar, Engels’in “Ailenin, Devlet’in ve Özel Mülkiyet’in Kökeni” kitabında yer alan ilkel komünal topluma ilişkin tespitleri çok daha zenginleştirdi. İlk insan topluluklarında dinin, yazının, otoritenin, örf ve adetlerin kökenlerine ilişkin ciddi yeni tespitler yapıldı.

Bütün bu gelişmelerin, Marx, Engels ve Lenin’in kendi dönemlerindeki bilimsel gelişmelere yaptıkları gibi, titizlikle ele alınıp Marksist felsefeye aktarıldığını söylemek güçtür. Bu alanlarda Marksist-Leninist bir müdahalenin eksikliği hissedilmektedir; zira böyle bir müdahale ve analizin yokluğunda, bu alanlardaki bilimsel gelişmeler daha çok burjuva ideolojisini ve felsefesin güçlendirmek için kullanılmaktadır.

Fizikte “kaos teorisi” gibi sapkınlıklarla “kainatta her şeyin belirsiz ve öngörülemez olduğu” savunulmakta, Freud’un çalışmaları kapitalist toplumdan kaynaklanan insani bunalımları “bireysel terapi”, hatta ilaçla ortadan kaldırmayı amaçlayan kapitalist bir aldatmaca endüstrisi için kullanılmakta, ilkel topluluklara ilişkin keşifler “modernite kavramının saçma olduğu, tarihte ‘ilerleme’ diye bir şey olmadığı” türünde post-modern küçük burjuva tespitlerin kanıtı olarak sunulmaktadır.

Felsefe bir kavgadır ve kavga sürmektedir. Komünistler bir yandan diyalektik materyalist felsefeyle yeniden silahlanmak, onu derinlemesine kavramak; öte yandan da bu silahı çağdaş bilimlerle çok daha güçlendirmek ve mükemmelleştirmek gibi bir görevle karşı karşıya olduklarını unutmamalıdır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler