Nüfusun Yüzde 32’si Bankalara Borçlu
Ekonomiye Nereden Baksan Umarsızlık, Tutarsızlık, Kuralsızlık, Hoşnutsuzluk, Umutsuzluk, Mutsuzluk
Türkiye’de yaşanan çifte genel seçim, bölgesel jeopolitik riskler ve ağır iç savaş koşullarının etkisiyle, son aylarda ekonomiye ilişkin yorumlar ve analizlerde çok derin ayrılıklar gözleniyor. Bir yanda binlerce işyerinin kapandığı, başta turizm sektörü olmak üzere ülke genelinde onbinlerce çalışanan işinden olduğu gerçeğinden hareketle ağır bir çöküşe doğru gidildiğine ilişkin yorumlar yapılırken, diğer yandan ekonomik büyümeye ilişkin olumlu gelişmelerden ve artan “yabancı ilgisi”nden söz eden haber ve yorumlar uçuşuyor.
Uçak düşürme krizi nedeniyle Rusya’nın almadığı sebze meyvelerin fiyatlarındaki sert düşüşlerin etkisiyle fiyatlarda yaşanan hafif gerilemeler, bu ürünlerin üreticileri hiç düşünülmeden, enflasyonun “düşmekte olduğuna” ilişkin sevinç dalgası yaratıyor.
Bu çelişkili durumlar bir yana, ekonomiye duyulan güven hızla azalıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Şubat ayına ilişkin ekonomik güven endeksi verilerine göre ekonomiye duyulan güven bir ayda yüzde 15’e yakın geriledi. Şubat ayındaki düşüş bir yana, ekonomik güven endeksi geçen ay indiği 71.5 ile hesaplanmaya başlandığı 2012 yılı Ocak ayından bu yana en düşük düzeye indi. Bir başka deyişle, ekonomik güven endeksinde elimizdeki 50 ayın verisi içinde en düşük gerçekleşme Şubat ayında oluştu. Dikkat çekici bir yön de, Ocak ayında yüzde 16.8 ve Şubat ayında yüzde 14.8 olmak üzere peş peşe iki ay düşüş rekorları kırılması.
Veriler ne söylüyor?
Bu veriler tartışmaya hiç yer bırakmayacak kadar açık. Ekonomiye duyulan güven iki aydır çok hızlı düşüşler gösteriyor ve şubat itibariyle de ölçüm yapılan 50 ayın en düşük düzeyine inilmiş durumda. Ekonomik güven endeksi; tüketici, reel kesim, hizmet sektörü, perakende ticaret ve inşaat sektörü güven endekslerinin bileşeni. Dolayısıyla Türkiye’de hemen hemen tüm kesimler kapsanmış oluyor. Kısacası, tüm kesimler için ekonomiye giderek daha az güven duyuluyor.
Türkiye’deki manzaraya bir de dışarıdan bakınca durumun çok da farklı görünmediği anlaşılıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) uzmanlarının yakın zamanda hazırlayıp sunduğu raporda Türkiye için yapılan 2016 büyüme tahmini, bir önceki rapora gore 0.3 puan yükseltilerek yüzde 3.2’ye çıkarıldı. Buna karşılık, 2017 büyüme tahmini ise puan düşürülerek yüzde 3.6’ya çekildi.
Bu gelişmeyi, “Türkiye’ye bakışın iyimserleştiği” yolunda yorumlamak olanaksız; öncelikle, IMF’nin büyüme tahminleri, hükümetin geçen ocak ayında güncellediği Orta Vadeli Program (OVP) hedeflerinin çok altında. Hükümetin 2016 büyüme hedefi yüzde 4.5, ama IMF’nin tahmini 0.3 puan yükselmiş haliyle bile yalnızca yüzde 3.2 düzeyinde. Hükümet, büyüme hızının 2017’de yüzde 5’e çıkarmayı hedefliyor ama IMF büyümenin yüzde 3.6’da kalacağını tahmin ediyor.
Daha önemlisi, IMF’nin dünya ekonomisi için daha karamsar tahminler yapmasına yol açan risk faktörleri, en çok Türkiye’yi tehdit eden faktörler. O nedenle dünya ekonomisini tehdit eden risk faktörlerinde ortaya çıkacak olumsuz gelişmeler, Türkiye’yi çok daha fazla sarsabilecek nitelikte. Kötü senaryoların devreye girmesi halinde Türkiye için şimdi yapılan büyüme tahminlerinden daha kötü sonuçların ortaya çıkması çok yakın bir ihtimal.
IMF’nin ilk sıraya koyduğu risk faktörü uluslar arası piyasalarda süregiden istikrarsızlık. Bu istikrarsızlık bir yandan ABD faiz artırırken Euro Bölgesi ve Japonya’nın tersini yapmak zorunda olmasının yarattığı çatışmadan, diğer yandan da global sıcak paranın yükselen piyasalardan çıkma eğiliminden besleniyor.
Piyasalardaki bu istikrarsızlık gelişmiş ülkelerin yanı sıra onlardan çok daha şiddetli bir şekilde yükselen piyasalarda faizlerin artmasına, paralarının değer yitirmesine, borçlu şirketlerin ve bankaların mali yapısının bozulmasına yol açıyor. Bu, dünya ekonomisi için ne zaman ve ne şiddette patlayacağı belirsiz bir saatli bomba gibi bir şey.
IMF’nin vurguladığı bir diğer yeni ve güçlü risk faktörü ise jeopolitik çatışmalar, göç ve Avrupa’nın içlerine kadar uzanan saldırılardan oluşuyor. IMF’yi korkutan bu temel risklerin en fazla tehdit ettiği ülkeler arasında tartışmasız Türkiye de yer alıyor. Sıcak paraya aşırı bağımlı Türkiye ekonomisini, hem politik alanda hem de finansal alanda her an patlayacak bombaların üzerinde bıçak sırtında bir yıl bekliyor.
Orta Vadeli Program (OVP)
IMF’nin bu saptamalarını pek fazla dillendirmeye yanaşmayan hükümetin üyeleri her fırsatta Ocak ayında tazelenen OVP hedeflerini referans gösteriyor. OVP’ye bakılırsa, Türkiye yeniden hızlı büyüme düzeylerine doğru ilerlerken, reel gelirleri eriten enflasyon da aşağıya çekilecek. Özellikle OVP’deki iyimser enflasyon öngörüsünün desteklenmesi için tüketimin frenleneceği ifade ediliyor. Ancak, alınan tüm makro tedbirlere rağmen, sürdürülmekte olan negatif reel faizli para politikasının özel tüketim harcamalarındaki artışı bu ölçüde bastırabilmesi mümkün görünmüyor.
Hükümetin, Merkez Bankası üzerinden, faizler üzerinde bir oynama yapmayacağını açıkça ilan etmiş olması da hesaba katılacak olursa, IMF’nin daha yüksek olarak öngördüğü enflasyon tahminlerinin dahi iyimser olduğunu söylemek mümkün. OVP’ye göre hükümet enflasyonu önümüzdeki yıl yüzde 6.0’ya, 2018 yılında da yüzde 5.0’e indirmeyi hedefliyor. Oysa IMF, Türkiye’de enflasyonun 2020 yılında dahi yüzde 6.5 düzeyinde kalacağını öngörüyor.
Ayrıca, burada bir başka çelişki daha söz konusu. Eğer özel tüketim istenilen ölçüde bastırılıp, kamu kesimi tüketimi de azaltılırsa, bu kez büyüme hedefi gerçekçi olmaktan uzak düşüyor. Çünkü, ihracatta artış bir yana duraksama varken, tüketimdeki artış hızının da büyük ölçüde azaltılması ile 2014 için koyulan yüzde 4.0 büyüme hedefini gerçekçi olmaktan oldukça uzaklaştırıyor.
Cari açığın temel nedenlerinden biri olan tasarruf açığının bir türlü kapatılamadığını gösteren veriler OVP raporunda da yer buluyor. OVP’deki veriler, tasarrufun GSYH’ye oranının 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar düştüğünü gösteriyor. Buna karşılık, aynı verilere göre yatırımların GSYH’ye oranı yüzde 19.6’u buluyor. Aradaki fark da zaten cari açığı oluşturuyor. Hükümet ne kadar bireysel emeklilik desteği verse de tasarruf açığının kapatılması zor görünüyor. Çünkü, yüksek enflasyona karşın bir türlü artmayan ve reel olarak düşen gelirlere rağmen tasarruf yapmak güçleşiyor.
Diğer yandan, OVP’deki temel önceliklere bakınca, enflasyon ve büyümedeki tutarsızlıkların, aslında genel olarak tüm programa yansıdığı görülüyor. Hükümet, cari açığı azaltmak için yurtiçi tasarrufları artırmayı ve mevcut kaynakları üretken alanlara yönelterek ekonominin verimliliğini yükseltmeyi hedefliyor. Bunun yanında, enflasyonu düşürmeyi, kamu maliyesinde güçlü duruşu sürdürmeyi, büyüme ve istihdamı artırmayı temel hedef olarak belirliyor.
Bunlar, makro dengelerini bir türlü tutturamayan bir hükümet için güzel hedefler. Hükümet, benzer hedefleri 2013 yılı için de belirlemiş ve temel öncelikler arasına almıştı. Ancak yılın son çeyreğine girdiğimiz bu günlerde, bu hedeflerin hiçbirine ulaşılamadığını söylemek mümkün. Biraz da bu nedenle olmalı ki, hükümet önümüzdeki üç yıl için de yine bu hedefleri benimseyip, tutturacağı izlenimi vermeye çalışıyor.
Ancak, hükümetin ve yeri geldiğinde “ben atadım, benim dediğimi yapacak elbette” dediği Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemeleri konusundaki sabıkası pek de parlak değil. Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesine başladığı 2006 yılında bu yana enflasyon hedeflerinin hiç tutturulamadığı dikkat çekiyor. Merkez Bankası’nın açık hedeflemeye geçtiği 2006 yılında yüzde 5 hedef koymasına karşılık, gerçekleşme yüzde 94 sapma ile 9.7 oldu.
Enflasyonda hedef tutmuyor
Enflasyon hedefindeki sapma 2007 yılında yüzde 110 oldu. Hedefteki sapmanın en yüksek olduğu yıl ise 2008 oldu. 2008 yılında hedef yüzde 4 olarak belirlenmesine karşılık, yıl sonunda enflasyon yüzde 152 sapma ile yüzde 10.1 olarak gerçekleşti.
Küresel finansal krizin etkili olduğu 2009-2010 yıllarında ise enflasyon hedeflerindeki sapmalar negatif oldu. Krizin etkilerinin görüldüğü 2009 yılında enflasyon hedefinde sapma yüzde -13.3, 2010 yılında ise yüzde - 1.5 oldu. Enflasyon hedefindeki sapma oranları, 2011’den itibaren sırasıyla yüzde 8, yüzde 24 ve yüzde 48’i buldu.
Merkez Bankası’nın enflasyon hedefindeki sapma, 2012 yılında yüzde 24 düzeyindeyken, 2013 yılında iki katına çıkarak yüzde 48’e çıktı. Merkez Bankası enflasyon hedefindeki sapma 2014 yılında yüzde 64’ü, 2015 yılında ise yüzde 76’yı buldu.
Dolayısıyla, bir yanda hükümetin OVP hedefleri dururken, diğer yanda bugüne kadar hedefler konusunda gösterilen başarıların azlığı, ekonominin geleceğine ilişkin olarak olumlu yaklaşımları da sınırlıyor. Uzun süre “kişi başına geliri 11 bin dolara çıkarttık” söylemleri, liranın dipleri görünce 8,000 dolar düzeylerine düşmesiyle birlikte adeta unutuldu ya da “zaman aşımına uğrasa da” eski replikler yinelenir oldu.
İhracat inişe geçti
Reel ücretler bastırılarak elde edilen rekabet gücüyle tırmanışa geçerek 150 milyar dolara doğru tırmanan ihracat, liradaki ağır kayıplara rağmen inişe geçti ve 2015’te altın hariç 133.4 milyar dolara kadar geriledi ve yeni yılın ilk aylarında da düşmeye devam etti. Üstelik önümüzdeki dönemde Rusya ile sorunlar çözülemezse ve Orta-Doğu’daki kaotik yapı devam ederse, bu rakamın 2015’den de geriye gideceğini söylemek kehanet sayılmasa gerek.
Hükümetin, uluslar arası finans çevrelerini memnun eden “başarıları” ise “sıkı maliye politikası, finans kesiminin sağlamlığı ve azalmakta olan cari açık” olarak üç kalemde sıralanıyor. Ancak, kamu harcamaları enflasyonun üzerinde seyretmeye devam ediyor. 2015’de durumu kurtaran ise vergi gelirlerinde görülen artış oldu. Ayrıca, bu yıl özellikle önemli bir vergi kalemi olan enerji ÖTV’lerinde geçen yıl döviz kurundaki artıştan kaynaklanan artışları yakalamak mümkün olmayacak.
Finansal kesimin ise döviz borçlarının ve dolayısıyla kredi-mevduat oranının yüksekliği zaten herkesin bildiği konular. 2015’de kârlılık ve sermaye yeterlilik oranları gerilerken, yabancı kaynak girişinde yaşanan azalışlar ve dış borç maliyetinde artışlar yaşanmaya devam edecek. Son dönemde kredi hacminde de dikkat çekici bir duraklama görülüyor. Bu gelişmeler henüz tahsili gecikmiş alacaklar kalemine yansımasa da, bazı sektörlere ilişkin kredi portföylerinin kalitesinde de bir zayıflık olduğu yolundaki yorumlar giderek artıyor. Küresel enerji fiyatlarındaki düşüşlere bağlı olarak aylık bazda 2 milyar doların üzerinde azalan cari açık, dış ödemeleri biraz olsun kolaylaştırmakla birlikte, döviz dengesinin kırılganlaşmaktan kurtulduğu anlamına gelmiyor. Döviz rezervlerinde yalnızca 2015 yılında 15 milyar doların üzerinde azalma gerçekleşti. Bu konular içeride çok dillendirilmese de, IMF, Dünya Bankası, kredi derecelendirme şirketleri gibi yapılar Türkiye ile ilgili yayınladıkları her raporda “dış ödemelere bağlı kırılganlığa” dikkat çekmeden yapamıyorlar.
Sermaye “optimal işsizlik” peşinde
Diğer yandan, makro veriler içinde en önemlileri arasında sayılan işsizlik konusu da, “başarısızlık hikayeleri” arasında bulunuyor, hatta en ön sıralarda yer alıyor. İşsizlikte bir yükselme olduğunda, dengenin bir tarafındaki işverenlerin avucu, emekçilerin ise kafası kaşınır. Emek cephesi için, işsizlik oranının temsil ettiği kadar emekçi asgari geçimini dahi sağlayacak gelirden yoksun demektir. Oysa sermaye için işsizlik, ücret pazarlığında önemli bir kozdur. Emekçi için ideal olan, “sıfır işsizlik” anlamına gelen “tam istihdam”dır; oysa sermaye “optimal işsizlik” peşindedir.
Gerçi yüksek işsizliği sermaye de sevmez; çünkü harcayan az olacağı için hem piyasa daralır, hem de sosyal huzursuzluk sarar bacayı. Sermaye için, mal piyasasında da, emek piyasasında da güçlü olmanın koşulu “optimal işsizlik”tir. “Optimal işsizlik oranı” da dönemine göre değişir; durgunluk dönemlerinde oran düşürülür, hızlı büyümeye geçildikçe, bu oran artar.
Örneğin bugünlerde ABD için optimal işsizlik yüzde 4.5 - 5.0 düzeyindedir. Türkiye gibi “görece” hızlı büyüyen bir ülke için bu oran yüzde 7.5 olarak kabul edilir. Ancak, ABD gibi ileri kapitalist ülkelerde bu oranlar 1-2 puan saparken, verilerin de pek sağlıklı olmadığı Türkiye gibi ülkelerde, gerçekleşen optimalin iki katını buluyor.
Türkiye ekonomisinin refah üretebilmesi için büyüme hızının yüksek düzeylerde seyretmesi gerekiyor. Büyüme oranı düştükçe, istihdam kayıpları bir yana, küçük işletmelerde de büyük kayıplar yaşanıyor. TÜİK verilerinden yol çıkarak yapılan hesaplamalar, işsizliğin artık iki haneli düzeylerde yerleştiğini, bir başka deyişle “kronikleştiğini” gösterirken, bir yandan da hızlı bir proleterleşme yaşandığının ipuçlarını da veriyor.
TÜİK verilerine göre, 2011-15 arasında işveren sayısı yüzde 5.39 azaldı. Son yıllardaki düşük büyüme döneminde sadece yatırımların değil, işveren sayısının da gerilediğini gösteriyor. Düşük büyümeye bağlı olarak 2013 sonrasında, hem işveren sınıfındaki girişimci sayısı hem de kendi başına çalışan esnaf zanaatkar sayısı birlikte düşmeye başlıyor. Buna karşılık, ücretli çalışan işçi sayısı sürekli artarak, 2004 yılında yüzde 54.47 olan toplam istihdam içindeki payı, 2015’te yüzde 67.14’e ulaştı.
Bir başka anlatımla, ekonominin işveren konumunda girişimci yaratabilme potansiyeli, aradaki yüksek büyümeli döneme rağmen, global krizden beri zayıflıyor. Son yıllara hakim olan düşük büyüme hızı, kendi başına çalışan mini girişimcileri eritiyor. Ekonominin ücretsiz aile işçisi istihdam etme gücü de son yıllarda zayıflıyor. Sonuç olarak küçük girişimciler ve aile işletmelerinde çalışanlar, hızla işçi sınıfına katılıyor.
Bir yandan çığ gibi büyüyen işsizlik, küçük işletmecilerin proleterleşme süreci sürerken, bir yandan da ücretlilerin reel gelirlerinde de önemli daralmalar yaşanıyor. Kısacası, özellikle ücretli kesimde bir yoksullaşma yaşanıyor, bir yandan da baskılar ağır şekilde artarken, seçimlerden yine aynı iktidar çıkıyor ve yakın zamanda değişeceğine ilişkin de bir işaret görünmüyor. Bu durum da birçoklarını şaşırtıyor; çünkü, ekonomideki bu göçüklere karşın eskisi gibi iktidar konusunda belirleyici olamıyor gibi görünüyor. Oysa, durum tam da bunu gösteriyor. Ekonomideki gelinen durum, aşağıda geçim sorunu çekenleri iktidardan muhalefete doğru kaydırmaya yetmiyor. Çünkü tıpkı devlet, şirketler ve diğer kurumlar gibi bireyler de borçlarıyla boğuşuyor.
Bankalara borçlanan artıyor
Bu konudaki veriler çok çarpıcı; Türkiye’de banka ve banka dışı kredi kurumlardan bireysel kredi kullanarak borçlananlar 25 milyon kişiyi de aştı. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) verilerine göre, bireysel kredi kullanan kişi sayısı 2015 yılında 2 milyon artarak 25 milyon 800 bin kişiye çıkarken, ortalama bireysel kredi miktarı da 16 bin lira düzeyinde gerçekleşti.
Bankalar ve banka dışı kredi kurumları tarafından kullandırılan bireysel krediler geçen yıl yüzde 9.5 artarak 413 milyar liraya yükseldi. Bireysel krediler içinde en yüksek artış yüzde 21.5 ile taşıt kredilerinde görülürken, en düşük artış yüzde 2.0 ile ihtiyaç kredilerinde gerçekleşti.
2015 yılı itibariyle, bireysel kredilerin yüzde 38’ini ihtiyaç kredileri, yüzde 36’sını konut kredileri, yüzde 19’unu kredi kartları ve yüzde 7’sini taşıt kredileri oluşturdu. TBB verilerine göre, 2015 yılı sonu itibarıyla ortalama konut kredisi 67 bin 600 lira, ortalama ihtiyaç kredisi ise 8 bin 700 lira oldu. Kredi kartlarındaki ortalama borç da 3 bin 500 lira olarak hesaplandı.
Türkiye’de banka ve banka dışı kredi kurumları tarafından doğruda kullandırılan nakit krediler 2015 yılında yüzde 29 artarak 1 trilyon 773 milyar liraya yükseldi. Nakit kredilerin 1 trilyon 696 milyar liralık bölümü bankalar, 34 milyar lirası finansal kiralama şirketleri, 24 milyar lirası finansman şirketleri ve 20 milyar lirası da faktoring şirketleri tarafından kullandırıldı.
Nakit kredilerin gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı 9 puan artarak yüzde 91’e yükseldi. Tasfiye olacak alacaklar 2015 sonu itibariyle 51.4 milyar lira oldu. Böylece, tasfiye olacak alacakların toplam nakit kredilere oranı yüzde 2.8 düzeyinde gerçekleşti.
Kısacası, reel gelirleri düştüğü için alabildiğine yoksullaşan toplumun alt katmanları, iyice kolaylaştırılan bireysel kredilere hücum etti. Bu veriler, hiç küçümsenecek gibi değil. Çünkü, 77 milyon kişilik nüfusun yüzde 32’si ya da yaklaşık 25 milyonu, bankalardan borçlanamayacak yaşın altında bulunuyor. Yaklaşık 12 milyon da artık çalışamayan ya da çalışamayacak yaşta olanlardan oluşuyor. Bu iki kesim dışında 40 milyon kişilik nüfus kalıyor. Bu nüfusun tamamının evli olmadığı düşünülse de, 25 milyon borçlu, neredeyse her ailenin, az ya da çok borç içinde olduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle, bu veriler neredeyse her aile mevcut gelirlerine mahkum durumda olduğunu gösteriyor.
Diğer yandan, bireysel kredi veya kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe girenlerin sayısını gösteren veriler de, borçlanınca kıskıvrak yakalanmışlığı da açıkça ortaya koyuyor. Buna göre, bireysel kredi ve kredi kartı borcundan dolayı mahkemelik olanlar 2015 yılının sonunda 1.33 milyon kişiyi aştı. Bunlar yalnızca bankaların müşterilerinden oluşuyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun taksit sayısını sınırlandırmasının ardından sistem dışına kayarak, senetlere bağlanan taksitli satışlardan dolayı mahkemelik olanlar bu verilerin içinde yer almıyor.
Türkiye Bankalar Birliği Risk (TBB) Merkezi’nin, Negatif Nitelikli Bireysel Kredi ve Kredi Kartı Raporu’na göre; bireysel kredi veya kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe girenlerin sayısı, 2015 yılında bir önceki geçen yıla göre yüzde 3.0 artarak 1 milyon 331 bin bin kişiye yükseldi.
Aynı yıl içinde birden fazla kaydı bulunankişilerin tekilleştirilerek sayılmasıyla hazırlanan veriler; 2015 yılında, bireysel kredi borcundan dolayı yasal takibe alınan kişi sayısının, geçen yıla göre yüzde 8 artarak, 725 bin kişiye ulaştığını gösterdi. TBB Risk Merkezi verilerine göre, bireysel kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe intikal etmiş kişi sayısı ise aynı dönemde yüzde 2’ye yakın azalarak 1 milyon kişiye indi.
Kısacası, ekonomik gidişata bakıp da, “işsizlik bu kadar artıp, reel gelirler bu kadar düştüğüne göre artık işçiler sandık başına gittiklerinde bu iktidardan kurtulma yönünde oy kullanır zaten” diye düşünenler bir kez daha düşünmeli. Çünkü, oy kullanacak o eller, yoksulluk ve borçlarla kıskıvrak bağlanmış durumda; bu kadar sıkı sıkıya bağlanmış eller mevcut iktidarı değiştirme yönünde oy kullanabilecek gücü bulamayabilir. Bu ellere, iktidarı değiştirecek oyu kullanmak için gerekli gücü yine birleşik hareketlerden başka hiçbir alternatif veremez gibi görünüyor.