NAZIM HİKMET’İN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ ÜZERİNE.
3 HAZİRAN 1963
KAZANMAK İSTİYORSAK EĞER BU HAZİRANI, HAZİRANDA ÖLENLER İÇİN, DÜNYAYA İBRET OLSUN DİYE, 24 HAZİRAN’I DA KUŞATMALIYIZ. BİZLER ONUN İÇİN VARIZ ÇÜNKÜ... BUNDAN BÖYLE İÇİMİZE KORKU SALMAK İSTEYENLER KORKMALI BİZDEN!
Bakın, tam da bu noktada Nazım Hikmet ne diyor: “Ve dövüşebilirim doğru bulduğum, haklı bulduğum, her şey için; yaşım başım buna engel değildir.”
Hep Haziranlarda ölenlerin yasını tutacak değiliz ya, şimdi de egemenlere karşı kavgasını verme zamanıdır bu Haziran. Çünkü Haziran bize borçludur. Kimleri almadı ki aramızdan? Önce Nazım’ı aldı, sonra Orhan Kemal’i, Ahmet Arif’i aldı; kör bir bıçak gibi sıyırarak yüreğimizi... Öncekileri de unutmuyoruz, unutmayacağız. Bir Hasan İzzettin Dinamo vardı, Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından sayılan, Ahmet Muhip Dranas, şiirle bir ulusun tarihini satır satır yazan, bir Cemil Meriç vardı, entelektüel, edebiyatta üstün saygınlığı olan değer. Türkiye halkı bu değerleri asla unutmayacak ve unutturmayacaktır. Bizler eğer bugün bu noktaya geldiysek, bu birikimi elde ettiysek bunlar ve diğer nice güzel insanların, yürekli insanların mirası üzerinedir bina ettiklerimiz. İşte, bugün de bu Haziran’da yine onların öğretileriyle yüreği kor, başı dik alanları dolduracağız. Çünkü bizim tarihimizi, destanımızı yazanlar o bir avuç haramilerin uykusunu kaçıran Nazımlar ve ardıllarıdır. Yani bizler!
Anlamlı bir süreçte anıyoruz Nazım’ı. 3 Haziran 1963’ün güneşli bir gününde kaybettik onu... Yıl 1989... Moskova’dayız. Sovyet Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak orada bulunuyorduk.
“Moskova” demek, bizim için NAZIM demekti çünkü daha çok. Emek, demekti, işçi sınıfı, kavga demekti... İlk işimiz Nazım’ın ve eşi Vera Tulyakova’yı ziyaret etmek oldu. Üçüncü katta, taş merdivenleri olan küçücük bir daireydi evleri. Avluya bakan bir penceresi vardı. O akşam Vera’nın kızı ve sekiz yaşlarında bir torunu da bizimleydi. Ben ve yine genç arkadaşım yazar Halit Ünal vardı. Bir süre sonra dayanamayıp eve kadar gelen ve o gece bizimle birlikte yemek yiyip, sohbet ettiğimiz. Şark Üniversitesinden Prof. Svetlana Uturgauri de oradaydı. Gece 12.00’ye kadar hep Nazım konuştuk, Nazım’ın ölümünü konuştuk. Vera anlatırken o mavi gözleri cam gibi parlak ve yaşlı, yeni işlenmiş bir elması andırıyordu; göz kenarları ise kıpkırmızıydı. “Ölümü, Haziran’ın en güneşli, en ışıl ışıl parlak bir gününde oldu” diyordu. “Nazım’ın merdivenlerden düşüşünün gürültüsünü duymamıştım, dışarıya çıktığımda, sağ elinde posta kutusundan aldığı gazete, dergi ve mektuplar varken, sol eliyle de parmaklıklara tutunmaya çalışıyordu. Hemen kaldırmaya çabaladım. Başını dik tutmaya, yüzüme bakarak gülümsemeye çalışıyordu. Yalnızdık, evde bizden başka kimse yoktu. Ne yapacağımı bilemez halde onu öylece orada bırakarak telefona koştum. Hıçkırıklar boğazıma düğümlenmişti.” Vera anlatırken, dudakları titriyor, durgun bir şekilde önüne bakıyordu. Orada olanlar, hepimiz sanki bir kez daha Nazım’ın ölümünü yaşamıştık. Kimsede konuşacak hal kalmamıştı. “Sonrasını hepiniz biliyorsunuz.” dedi Vera, mırıldanarak.
Vera, çöken bu ağır havayı, konuyu dağıtarak değiştirmek istiyordu. O müzeye çevirdiği evini gezdirmeyi önerdi bize. Cam fanusu andıran büyük bir dolapta Nazım Hikmet’in bir takım elbisesi, paltosu, içinde gömleği, atkısı ve fotoğraflarda sık sık gördüğümüz fötr şapkası vardı. Alt kısımda siyah iskarpin ayakkabıları ve sarı tunçtan kısa bir de kerata duruyordu. Oradan odasına geçtik. “İki günde bir tozunu almanın dışında, Nazım öldüğünden beri masasındaki objeleri, -kalem, şiir karalamaların yerlerini hiç değiştirmedim.” Masanın hemen karşısında Mehmet Fuat’ın çerçeveli 7-8 yaşlarında iken çekilmiş bir fotoğrafı asılıydı. Yazı masasının üzerinde bir daktilo, sağ yanda bir dergide Pablo Neruda ile çekilmiş fotoğrafları iliştirilmişti. Masa caddeye bakan büyükçe bir pencerenin önündeydi. Evin girişinde de burasının Türk Şair Nazım Hikmet’in evi olduğunu bildiren 60x60 büyüklüğünde beyaz pirinçten bir levha vardı.
O akşam hepimiz Nazım’ın masasının önünde hatıra fotoğrafları çekindik. Ertesi gün de yine Vera eşliğinde Nazım’ın mezarını ziyaret ettik. Bunlar benim yaşamımda unutamayacağım ve büyük anlamı olan bir zaman dilimiydi.
Nazım, ölümünden birkaç ay önce bir şiirde şunları yazacaktı:
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü
kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenler daracık”
Kapıdaki gazeteleri aldıktan sonra kalbi durdu. Sessizce öldü. Sessizce, çünkü karısı çıkan değil, çıkmayan seslerden korkarak fırladı dışarıya. O anı şöyle anlatıyor:
“Koridora fırladım ve askılığın yanında, yerde gördüm seni. Sırtınla kapıya yaslanmış, elinle yere dayanmış, bir bacağını Türk usulünce altına almış, ötekini hafifçe ileriye uzatmış, oturuyordun. Beyaz ve alışılmadık bir şekilde sakin yüzünün anlatımından daha ilk saniyede anladım ölmüş olduğunu.”
Hasan Hüseyin devam ediyor:
“yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 Haziran 63’ü”
Nazım Hikmet’in cenazesi iki gün sonra Novadeviçi Mezarlığı’na defnedildi. En ünlü Sovyet ve Rusların gömülü olduğu bu mezarlıkta, Turgenyev, Çehov, Gogol ve Mayakovski gibi yazar ve şairlere komşu oldu.
Moskova’ya giden hiç bir demokrat, aydın, Nazım’ı, onun mezarını ziyaret etmeden yapamaz. Düşmanlarının bile önünde diz çöktüğü bir sanat adamıdır o. Dünya edebiyatının selamladığı büyük bir ozan; hiç bir halka, halklara sırtını dönmeyen bir Enternasyonalist. Her ne kadar Nazım ile Kürt halkının ve diğer azınlıkların –kültürel rant adına- arasını açmaya çalışan densizler çıkmışsa da, bunu başaramamışlardır. Çünkü tarihi okumayı bilmeyenler her zaman benzer böylesi küçültücü hatalara düşerler. Gün gelecek sanat tarihçileri, varlığını işçiden, halktan, adaletten yana koyan, gerçekliği şiar edinen entelektüeller, Nazım’ın kavgasını, verdiği mücadeleyi yazarken eminim kalın çizgilerle bu yanlışların da altını çizeceklerdir. Çünkü bu coğrafyanın, toprakların, bu uygarlıkların içinde var olan Hacı Bektaşi Veliler, Yunus Emreler, Ahmed-i Haniler, Cigerxunlar, Ahmet Arifler, Aşık Veysel ve Sivas-Madımak’ta yanan Nesimiler, Metin Altıoklar, A.Bezirci ve diğerleri de bizim değerlerimizdir. Bizler geçmiş tarihimize böyle bakıyoruz. Koca bir destan yazan 68 kuşağı, Denizler, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, Mahir, Hüseyin, Ulaş, ve İbrahim ve diğer devrim savaşçısı önderler, nasıl ki bu halkın yüreğinde yer etmişse, direnişlerde ve katliamlara karşı başı dik yürümüş tüm devrimci ve komünistler de aynı yangını yüreklerinde taşımaktadır.