OECD, Milli Gelir, Asgari Ücret Ve Cehalet
Her şey, Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 12 Aralık günü, milli gelir hesabında Birleşmiş Milletler (BM) sisteminden, Avrupa Hesap Sistemi'ne (ESA) geçildiğini açıklamasıyla başladı. BM sisteminden ESA’ya geçişle, Türkiye’de yaşayan herkes “bir gecede 2,020 (yazıyla ikibin yirmi) dolar” zenginleşti. Bir başka deyişle, Türkiye’de yaşayan, işçiden, patrona, bakkaldan, marketçiye, minibüsçüden, jet sahibine, kaldırım mühendisinden, kaldırımda yaşayanına, parmaklıkların ardındaki gazeteciden, medya patronuna, kısacası, her sınıftan, herkesin “varsayılan geliri” bir gecede 2,020 dolar arttı. TÜİK bir “kalem oynattı” bizim gelirlerimiz hatırı sayılır miktarda ve oldukça kısa bir zamanda arttı.
"Kalem oynatma" nasıl yapıldı?
Önce bu “kalem oynatma” işlemi nasıl yapıldı, onu görelim. Özetle söylemek gerekirse; toplamda gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH), birey bazında da “kişi başına düşen milli gelir” artışına yönelik tüm operasyon, AKP’nin işbaşına geçtiği günden bugüne, çevre/tarih/sosyal yaşam/tarih gibi değerleri bir yana bırakıp yüklendiği “inşaat sektörü”nün hacmi “şişirilerek” yapıldı. Türkiye GSYH’sini, bir hareketle, 1 trilyon 952 milyar liradan, 2 trilyon 335 milyar 500 milyon liraya yükselten operasyonun en önemli kalemini oluşturan inşaatın GSYH içindeki payındaki artış yüzde 121.9 gibi çok büyük bir oranda gerçekleşti. Sonuçta 2015 sonu itibariyle GSYH yüzde 19.7 artmış oldu. GSYH dolar bazında da 139 milyar dolarlık artışla 718 milyar dolardan 857 milyar dolara çıktı.
Bir gecede yaratılan 385 milyar liralık artışın, yüzde 27.2’sine karşılık gelen 104.7 milyar lirası inşaattan geldi. İnşaatın GSYH içindeki payı yüzde 4.4’ten, yüzde 8.2’ye çıkarak neredeyse ikiye katlandı. GSYH’nin diğer bir önemli kalemi olan imalat sanayinin payında ise yüzde 28.3’e karşılık gelen 86.2 milyar liralık bir artış oldu ve bu sektörün GSYH’deki payı yüzde 15.6’dan yüzde 16.7’ye çıktı.
GSYH’nin en büyük dört kaleminden, toptan ve perakende ticaretteki artış da yüzde 18.1 ile 41.1 milyar lira oldu. Buna karşılık, “ulaştırma ve depolama” sektörünün payından 43.6 milyar lira eksiltildi. Bu kalemler dışındaki diğer birçok kalemde de artışlar yapılarak, toplam GSYH 385 milyar lira birden artırılmış oldu.
Bu operasyonun yapılması, bir yandan “kağıt üstünde” de olsa, bizleri “zengin gösterirken”, bir yandan da, makro ekonomik göstergeler de bir gecede düzelmiş oldu. Global milli gelir verisi GSYH büyüdüğü için, açıklar güdük kaldı ve ekonomi için “risk” olarak gösterilen tasarrufların ve bütçe açığının milli gelire oranı “iyileşti.” Daha da önemlisi, Türkiye ekonomisinin “yumuşak karnı” olarak tanımlanan “cari açığın” milli gelire oranında da önemli bir “iyileşme” oldu.
Milli gelirde bir gecelik operasyonun fotoğrafı
TÜİK tüm bunları yaparken, doğal olarak ekonomik büyüme verilerini de yeni hesaplama yöntemlerine göre güncelledi. Bu güncellemenin ilginç yansımalarından biri de, büyüme oranları “katlanmış” gibi görünürken, büyümenin önemli yansımalarından biri olan istihdamda bir değişiklik olmuyor; zaten olamıyor.
Birkaç yıl önceki büyüme oranını, o zaman ilan edilen oranın iki katına çıkarırken, o dönemde işsiz olanlara, o zaman çalışabilecekleri iş bulamayacağınız için, “öyleyse işsizliği de biraz düşüreyim” diyemeyeceksiniz.
O zaman da, “kağıt üstünde” ekonominin önemli ölçüde büyüdüğünü ileri sürdüğümüz tarihte, aynı zamanda işsizlik oranının da oldukça yüksek oranlarda seyrettiğini kabul etmek durumunda kalıyoruz.
Örneğin, son üç yıllık dönemde, yıllık ortalama yüzde 3.7 olan ekonomik büyüme, operasyon sonrası yüzde 6.5 düzeyine çıkıyor. Daha da önemlisi, 2013 yılındaki büyümenin yüzde 4.2’den yüzde 8.5’e yükseltilmesi, oldukça garip bir fotoğrafı da yansıtıyor.
Çünkü, ekonomik büyümenin yüzde 8.5 gibi, herkesin hayran kalacağı yüksek oranlı büyüme yılında gerçekleşen işsizlik, herkesin korkuyla uzak durmaya çalışacağı yüzde 9.1’e çıkmış oluyor.
Buraya kadar, olanlar için “ne yapalım; eninde sonunda, ESA çerçevesinde yer alacaktık; kısmet bu yılaymış” diyebilirsiniz; ancak, durum pek öyle görünmüyor. Bunun için de biraz geriye gitmek ve sonunda bir değerlendirme yapmak daha iyi olacaktır.
Türkiye milli gelir hesaplamalarında BM sistemini kullanırken, bir yandan da ağırlıklı olarak Avrupa ülkeleri olmak üzere ESA yöntemi de kullanılıyordu. Bu kapsamda, verileri biraz geriye doğru gidilip, iki yönteme göre yapılan hesaplamalar göz önüne alındığında; iki yöntem arasındaki farkın önceki yıllarda oldukça düşük kaldığı, bugüne doğru giderek arttığı görülüyor.
Özellikle güncellemenin yapıldığı 2015 yılındaki fark oldukça büyüyor. Bir başka deyişle, bu güncelleme 1998 yılında yapılsaydı, GSYH yalnızca “yüzde 2.0” artacaktı. Bir başka deyişle, neredeyse değişmeyecekti. Biraz daha yakına, yine AKP iktidarı dönemindeki operasyon için önceki girişimin yapıldığı 2005 yılına gelelim.
Eğer güncelleme o dönemde yapılmış olsaydı, GSYH artışı yüzde 3.8 düzeyinde kalacaktı. “Daha yakına gelelim” diyen olabilir; örneğin 2011 yılında yapılacak bir güncelleme de GSYH’yı ancak 7.5 artıracaktı.
Bu durumda; bir “manipülasyon” için en uygun yılın, GSYH artışını yüzde 19.7’ye taşıyacak kadar farkın açıldığı 2015 yılı olduğu çok açık. Hem de, Türkiye’de savaşın tırmandığı, ekonominin büyük zarar gördüğü 2016 yılında yapılan bir “güncelleme operasyonu” çok yönlü olarak yarar sağlayacaktı.
“Ekonomi çöküyor, kriz derinleşiyor” yolundaki açıklamaların yanında, birden bire, mucizevi bir şekilde “ekonomik büyüme”nin arttığı ortaya çıkıverdi. Cepleri boşalan, ekmeği küçülen kitleler, memleketinin zenginleştiğini öğrenerek girdikleri soğuk yataklarında “pembe rüyalara” daldı. Kahvehanelerdeki muhabbetlere yenileri eklendi.
“Bunca terör, üst akıl, dış düşman, bizi çekemeyenlere rağmen, bütün dünyayı kıskandıracak kadar büyük oranda büyüdük, zenginleştik…” yolunda söylemler, çift şekerli demli çayların yanında daha iyi gitmeye başladı.
“Yüksek oranlı büyüdük” gibilerinden söylemlerle parlatılmış TV haberlerinin pompaladığı iyimserlik havası, iş bulma kurumunun kapısından, belki de yüzüncü kez, elleri boş, umutsuzca dönenlerin içine bir umut düşürdü.
Bununla yetinildi mi? Elbette değil
TÜİK’in bu parlatılmış güncelleme operasyonundan yaklaşık iki hafta kadar sonra, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ilgaz dağı tünelinin açılışında video konferans yöntemiyle yaptığı konuşmada, bu verilere dayanarak, kitlelere daha da “müjdeli” bir haber verdi:
“Türkiye 2030’da yüksek gelirli ülkeler grubunda yer alacak; en üst lig bizi bekliyor.”
Erdoğan konuşmasında, Avrupa Hesaplama Sistemine geçilmesiyle birlikte milli gelirden büyümeye kadar pek çok alanda aslında çok daha iyi bir seviyede olunduğunun ortaya çıktığını belirterek, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Şimdi size bir müjde daha veriyorum; nitekim OECD, Türkiye'nin de içinde yer aldığı 8 devletin orta gelirli ülkeler sınıfından yüksek gelirli ülkeler sınıfına geçtiğini açıkladı. Elbette sıkıntılarımız var. Sınırlarımız içinde ve dışında adeta yeni bir İstiklal Harbi mücadelesi veriyoruz. 15 Temmuz ihanetini unutmadık. Burada verdiğimiz kayıpları unutmadık. Şehitlerimizi, gazilerimizi unutmadık. Terörle mücadelede yaptığımız fedakarlıkları unutmadık. Ama bütün bunlar aynı zamanda ülkemizin gelişmeye, kalkınmaya, büyümeye devam ettiği gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Türkiye, güvenlik sorunlarıyla birlikte büyüyebileceğini ispat etmiş bir ülkedir. Esasen terör saldırılarının ekonomik saldırılarla desteklenmesinin sebebi işte bu başarıdır.”
Umudu giderek tükenen kitlelere bundan daha iyi bir haber verilebilir miydi? Kendimizin ekonomik durumunda bir iyileşme görülmese de, ülkemizin “gelişmiş ülkeler” arasına alınmış olması koltuklarımızı kabartıyordu. Turizm bir açılsın, tarihi ve turistik yerlerimizi gezmeye gelen turistlere, “Biz var ya biz de sizin gibi üst gelir grubu ülkenin vatandaşlarıyız” havasıyla bakarak nasıl da çalım satacaklardı.
Ancak, maalesef Cumhurbaşkanı’nın verdiği müjdenin, aslında bir senaryodan ibaret olduğu anlaşıldı. Türkiye'nin OECD raporları dayanak gösterilerek "yüksek gelirli ülkeler" grubuna girdiği haber ve açıklamalarının gerçek olmadığı ortaya çıktı
OECD’nin 275 sayfalık “Küresel Kalkınma Perspektifleri 2017” raporunda, gelir durumlarına göre ülke kategorileri yer alıyor ve bunların nasıl oluşturulduğu da açıklanıyor. Ancak raporda Türkiye’nin yüksek gelir grubu ülkeleri arasında geçtiğine ilişkin bir ifade yok. Türkiye’nin yeri, tıpkı önceden olduğu gibi “orta gelir” grubu olarak görünüyor. Daha spesifik olmak gerekirse ise, Türkiye yüksek gelirli ülkeler arasına çıkabilmiş değil, “yüksek ve sürekli büyüyen ülkeler” arasındaki yerini koruyor.
Raporda, Türkiye’nin 1990’dan 2014’e kadar OECD ülkelerinin ortalama gelir seviyesine yüzde 10 dolayında daha fazla yaklaştığı, ama buna karşın halen OECD ortalamasının yüzde 40 altında kaldığına dikkat çekiliyor.
Raporda, dört farklı 2030 senaryosu kurgulanıyor ve bu senaryolardan ikincisinde 2015 yılında orta gelir grubunda bulunan Türkiye, Çin, Kolombiya, Kosta Rika, Endonezya, Kazakistan, Meksika ve Güney Afrika’nın, 2030 yılında yüksek gelir grubuna geçeceği söyleniyor. Ancak bu bir kurgu/senaryo.
OECD araştırmacıları, büyük çabalarla geliştirdikleri bu senaryoyu daha etkileyici kılmak için raporda şimdiki zaman kipi kullanıldıkları için, Türkiye’nin söz konusu sıçramayı içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaptığı anlaşılıyor; bir başka deyişle, raporun bu inceliğini anlamayanlar, tüm senaryoyu da bugün gerçekleşmiş gibi anlıyor.
Kısacası; ya İngilizcesi yetersiz birileri, ya raporun tümünü okumaya yeterli zaman ayırmayan, ya da OECD’nin bu tür çalışmalarına aşina olmayan birileri, rapordaki bu senaryoyu, tam da TÜİK’in “güncelleme operasyonu” sonrasında görünce üzerine atlamış olmalı.
OECD rüyasından uyanıp, ekonominin büyümenin gerçeklerine dönecek olursak, bir başka, büyüme senaryosuyla da yüz yüze geliriz. Kişi başına düşen milli gelir denilince ağızlardan “dolar” düşmez; ama, ekonomik büyüme hesabı yapılırken, dolar hiç dikkate alınmaz. Bir başka deyişle, “büyüme hesapları”nda baz alınan para birimi, “lira”dır. Ekonominin büyüklüğü, “yüzde şu kadar artışla şuradan, şuraya çıktı” denilirken, kullanılan para birimi “lira”dır.
Nisan ayı başında açıklanacak “GSYH büyüme Hızı - 2016” verilerinde göreceğiz. “Dünyadaki olumsuz gelişmelere ve terör olaylarına rağmen ekonomimiz yüzde iki küsur büyüdü” gibi bir açıklama olacaktır. İşte bu büyüme, ekonominin lira büyüklüğünün, nereden nereye geldiğini gösteren büyüme olacaktır.
Oysa, 2016 yılının başında 2.92 lira olan dolar, yılın sonunda 3.54 liraya, bugünlerde ise 3.74 liraya çıktı. İşte bu veriler ile yapılacak bir hesaplama, 2016 yılında bir “büyüme” değil, önemli bir “küçülme” yaşandığını gösterecektir. Büyüme ile birlikte hesaplanan kişi başına düşen milli gelir ise “dolar” bazında olacağı için, biz bunu şimdiden yaklaşık olarak hesaplayabiliriz. Dolar kurunun 3.74 liraya çıktığı ve lira bazında büyümenin de sabit kalacağı varsayımıyla yaptığımız hesaplar, TÜİK’in operasyonu gibi “2,020 dolar arttığını” değil, “2,000 dolar azaldığını” gösteriyor.
TÜİK’in parlatma operasyonu, milyonlarca kişiye boş umutlar pompalarken, bir yandan da yeni asgari ücret tartışılıyordu. Geçen yıl, genel seçimlerin gazıyla 1,300 liraya çıkan asgari ücretteki yeni yıl artışı çok düşük kaldı; asgari ücret, ciddi bir tepki ile karşılaşmadan 1,404 liraya çıkarıldı; ne de olsa, herkesin cebine 2,020 dolar girmişti.
Ben buna bakarım; bana göre, hesaba girmesi gereken milli gelir, nüfusun yarısından fazlasının eline geçen paranın miktarıdır. Bu da, yapılan son zamla 1,404 liraya çıkan asgari ücretin, doların son geldiği 3.74 liralık dolar kuru ile ortaya çıkan gelirin bölüşümüne dayanır.
Bu hesaba baktığımızda, gerçekte durumun hiç de söylendiği gibi “zenginleşme” ile ilgili olmadığı anlaşılır. Bu hesap bize, bir asgari ücretin yıllık olarak karşılığının 4 bin 504 dolar olduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle, asgari ücret ile geçinen “bir aile başına düşen yıllık gelir” 4 bin 504 doları ancak buluyor.
OECD ülkelerinde yıllık asgari ücret ($)
Gördüğümüz gibi bu, “kişi başına düşen milli gelir” dahi değil; söz konusu 4 bin 504 dolarlık gelir, “aile başına düşen milli gelir”i temsil ediyor. Bu gelirin “kişi başına düşen” milli gelir olabilmesi için, aile bireylerinin sayısına bölünmesi gerekiyor. Bunun için de, yine devletin resmi istatistik kurumunun verilerine bakmakta yarar var.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de ortalama hane büyüklüğü “3.7 kişi”den oluşuyor. Bir başka deyişle, nüfusun yüzde 4’ünü oluşturan tek başına yaşayanlar ve 8-10 kişiyi bulan “geniş aileler”in de katılarak yapılan hesaplamalar, ortalama aile bireyi sayısının 3.7 kişi olduğunu gösteriyor.
Asgari ücret ile geçinen ailelerin büyük ölçüde bunun üzerinde nüfus olduğu bilinse de, resmi veriden yola çıkarak yaptığımız hesaplama, asgari ücret ile geçinen kesimde “kişi başına düşen milli gelir 1,217 dolar 30 sent”i buluyor. “Bir aile ya üç kişidir, ya da dört kişi; 3.7 kişilik aile olur mu?” diyenler olabilir.
O zaman; asgari ücret ile geçinen aile üç kişiden oluştuğunu varsayarsak; “kişi başına düşen milli gelir 1,501 dolar 33 sent”e yükseliyor. Ya aile dört kişiden oluşuyorsa? O zaman durum biraz vahim; “kişi başına düşen milli gelir 1,126 dolara” düşüyor. Bir başka deyişle, aylık gelir “100 doların dahi altında” kalıyor.
Elbette, “Sen asgari ücret yatağı sayılan varoşlara git bakalım; kaç tane dört kişilik aile bulabilirsin? Özellikle de, ‘en az üç’ten, ‘en az dörde’ çıkan çocuk sayısı telkinlerinin ardından ulaşılan aile bireyleri sayısının beş, altı, yediye çıktığı çok hane var” diyenler de olacaktır.
Bunun hesabını yapmaya dahi gerek yok; çünkü bu durumda “kişi başına milli gelir” 1,000 doların da altına düşüyor. Bu hesaba, işsiz olanları, gününü işporta tezgahlarını sürerek geçirenleri katmıyoruz; ancak, bir “asgari ücret gerçeği”ne de değinmeden geçmiyoruz.
Bilindiği gibi, asgari ücret, işveren tarafından, çalışanına “ödenmesi gereken” en düşük ücreti temsil ediyor. Bir başka deyişle, işverenler, çalıştırdıkları bireylere, “en az” bu ücreti “ödemek zorunda”lar. Bu nedenle de, ücretler “çalışanların banka hesabına” yatırılıyor.
Ancak, bu ücreti ödemek istemeyen binlerce işverenin olduğu da bir gerçek. Birçok konuda olduğu gibi, bunun da “bir yolu” elbette bulunuyor. Oldukça basit; işveren, ay sonunda asgari ücreti çalışanın hesabına yatırıyor. Çalışan da, akşam evine giderken, ücretin, işveren tarafından belirlenen bir bölümünü (200, 300, 400 vs. lira) çekip, ertesi gün “elden muhasebeye” teslim ediyor.
Böyle, “iadeli asgari ücret” ile çalışan ailelerde, ne “aile başına düşen milli gelir”i hesaplamak, ne de “kişi başına düşen milli gelir”i hesaplamak olanaklı. Burada, milli gelir hesabını, “işverenin insafına kalmış milli gelir” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.