Ortadoğu, Suriye Ve Rojava (2)

Ortadoğu, Suriye Ve Rojava (2)

Mesud Barzani ve Binali YıldırımOrtadoğu stratejik konumundan ve yeraltı zenginlik kaynaklarının varlığından dolayı bugün de öneminden bir şey kaybetmeden emperyalistlerin iştahını kabartmaktadır. Yüzyıl önce verilen dizaynın bugün dağılmaya başlaması, yeniden bir kapışmaya yol açmaktadır.

Bölgenin eski tarzda yönetilemeyeceğini herkes görmeye başladı. Ortadoğu yeni dengelere doğru bir yola girmiş durumda. Bu akıntının önüne geçilemeyeceği belirginlik kazanmaya başladı. Uluslararası güçler ve bölgedeki işbirlikçileri elele vererek bir kez daha halkların lehine bir çözümün önüne geçmek istemektedirler. Buna karşı koyması gereken bölge halklarının örgütlülük düzeylerinin yeterli seviyede olmaması, halklar adına ve çıkarlarını gözeten bir müdahalenin zayıf kalmasına yol açmaktadır. Örgütlülük gücü arttıkça halklar kendi adlarına sürece müdahale etmekle kalmayacak ve gelişmelere kendi çıkarları doğrultusunda yön de vereceklerdir. Arap Baharı sürecinde de görüldüğü gibi bir kıvılcım yangını tutuşturmaya yetmektedir. Bu yangına örgütlü müdahale olmadığında da halklar yeni bir düzenin temel taşlarını da döşeyememektedirler. Bundan dolayı demokrasi ve sosyalizm güçlerinin örgütlü güçlerini arttırmaları büyük bir önem taşımaktadır. Bugün sadece uluslararası güçler değil, bölgede çeşitli irili ufaklı güçler de kendi çıkarlarını dayatmakta ve sürece bir şekilde müdahale etmektedirler ya da müdahale etmeye çalışmaktadırlar. Bir yandan bölgedeki mezhep ayrılıkları kullanılmakta diğer yandan da bölünme korkusu halkların karşısına çıkarılmaktadır. Türkiye, Suudi ve Katar’ın Sunni-Selefist eksenine karşı İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’ı da içerisine alan Şii ekseni örgütlenmektedir. Bir bakıma Ali taraftarları ile Muaviye’nin savaşı günümüzde yeni bir formatda karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası güçlerin de sürece kendi çıkarları doğrultusunda müdahaleleri bu mezhepsel çelişkileri kullanmak etrafında gelişmektedir. Karşılıklı olarak da mezhepsel çatışmalar kışkırtılmaktadır. Mezhepsel ayrılıkların öne çıkarılması bölge halkları açısından büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bunun başarıya ulaşması bölge halkları için bir arada yaşamanın koşullarını zorlaştırmakla kalmayacak, ayrılıkları körükleyecek ve egemen güçlerin istedikleri gibi at koşturmalarına da yol açacaktır.

Böylesi bir pencereden bakınca bölge halklarının kendi çözümlerini ortaya koymaları son derece önem kazanmaktadır. Barış, demokrasi ve sosyalizm güçlerinin ortak mücadeleleri bölge gericilerinin ve emperyalistlerin bu oyunlarını bozacak önemli bir mihenk taşıdır. Ortadoğu üzerindeki bu mücadele sınırların yeniden çizilmesine de yol açabilecek bir gelişmeyi de bağrında taşımaktadır. Süreç bundan sonra nasıl bir yol alacak, bu daha çok bölge de etkin olan güçlerin zayıflamaları ve ya güçlenmelerine göre bir seyir izleyecektir.

Suriye’de Barış Yakın Mı?

Rusya’nın İran ve Lübnanlı milislerin yanında rejim güçlerine askeri destek sunması çatışmaların yönünü değiştirdi. Suriye ordu birlikleri etki alanlarını geliştirdiler. Halep’in düşmesi ile birlikte önemli bir üstünlük de ele geçirdiler. Burada TC’nin Suriye politikasının iflas ettiğini de gördük. El Nusra gibi cihatçı çetelere sunduğu her türlü desteğe rağmen Halep’in düşmesini engelleyemediği gibi Şam’ın yolu daha da uzadı. Şam’a ulaşma hesapları bir türlü tutmadı. Bu kez de Numan Kurtulmuş’un ağzından ‘Suriye politikalarının yanlış’ olduğunu söylemeye başladılar. Moskova’da Rusya, İran ve Türkiye arasında yapılan ve Suriye’de ateşkesi öngören antlaşma da TC’nin bu politika değişikliğinin işaretidir. Gerek Rusya’nın başını çektiği koalisyon olsun, gerekse de ABD’nin öncülüğündeki koalisyon olsun, TC’ye DAİŞ’e karşı tavır almayı dayattı. DAİŞ’e gizli ve açık destek politikasının yürütülemez bir hale gelmesinden sonra anlaşmalı aldığı Cerablus’tan sonra askeri hareketi El Bab’a doğru kaydırdı. El Bab’a dönük askeri hareketin esas amacı, buranın DAİŞ’ten temizlenmesinden çok, El Bab’ın YPG’nin de içinde yer aldığı SDG (Suriye Demokratik Güçleri)’nin eline geçmesini engellemeye yöneliktir. El Bab’da kendisine bir kapı açmak isteyen TC’nin kapı önünde durduğunu ve ilerleme sağlamakta geciktiğini görmekteyiz. DAİŞ TC’nin El Kaidesi olur mu? Denetimi altına alamadığı bazı DAİŞ bileşenlerinin ve terkedilmişlik duygusuna kapılanların böylesi bir yola girme ihtimalleri önümüzdeki günlerde daha da açığa çıkacaktır. Suriye’de barış koşulları netleştikçe de veya gerçekten barışa doğru yol alındıkça, bu çetelerin TC’ye karşı tavırları biraz daha netlik kazanacaktır.

DAİŞ ve diğer bazı cihatcı örgütler dışında kalan güçler, -buna SDG ve bileşeni YPG de dahil- ateşkes kapsamına alındı. Bu bir bakıma dolaylı da olsa TC’nin SDG ve bileşeni olan YPG ile de ateşkesi kabul ettiği anlamına geliyor. Bu durum, bir de-facto olarak TC’nin karşısına çıkmıştır. Fakat bu, TC’nin Suriye politikasının temel ekseni haline getirdiği Kürt düşmanlığından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. El Bab’dan sonra Münbiç ve hatta Rakka’ya kadar gideceklerini söylemektedirler. AKP-Saray rejiminin Türkçü-faşist dayanağı olan Bahçeli de ‘durursak ve geri çekilirsek kaybederiz’ yönlü açıklamalar yaparak bu saldırgan politikaya destek verdi. ÖSO adı altında sahaya sürülen güçlerin arka planda kaldığı, hatta sayı olarak da Türk askerlerinden az oldukları ve ön cephede TC askerlerinin yer aldığı El Bab önlerindeki çatışmanın, öyle kısa sürede sonuçlanmayacağı ortaya çıktı.

Aslında TC Suriye’ye müdahale ederek baştan kaybetti. Kalması veya geri çekilmesi bunu değiştirmeyecektir. Tarihte saldırgan politikalar ile geniş toprakları ele geçirenler gittikleri yerlerden yenilerek çekilmek zorunda kaldılar. İşgal ettikleri toprakların halkları saldırganlar gittikten sonra da kendi toprakların da yaşamaya devam ettiler. Ne İskender, ne Attila, ne Timur, ne Napolyon, ne Hitler, ne de yeni sömürgeciler işgal ettikleri topraklarda kalabildiler. AKP-Saray rejiminin çok dile getirdiği Osmanlılar da başka topraklardan çekilmek zorunda bırakıldılar. Eski Osmanlı hayallerine dalıp ‘buralar bir zamanlar Osmanlıydı’ demekle politika yürütülemez. TC askerleri Suriye’de yabancı bir güçtür ve istemese de buradan çıkarılacaktır. Bazı cihatcı çetelerle yapılan işbirliği de bu gerçeği değiştiremez. Kaldı ki bunların içerisinde Suriyeli olanların sayı olarak ne kadar oldukları da tartışmalıdır. Dışarıdan devşirilmiş çetelere dayanılarak burada bir oldu bitti yaratılmak isteniyor. Bunun kısa süreli bile olsa, yaşama şansı oldukça zayıftır.

20 Ocakta Astana’da başlaması planlanan barış görüşmeleri TC’nin Suriye’de daha fazla batağa saplanmadan kurtulması için de bir şanstır. Bu kez de Suriye politikasının yanlışlığı ‘stratejik derinliğin’ mimarı Davutoğlu’na yüklenip işin içerisinden çıkılmak istenmektedir. Suriye politikasının baştan yanlış olduğu yönündeki açıklamalar da böyle bir eğilimin giderek hakim olduğunu göstermektedir. Suriye’deki askeri varlıklarını AKP-Saray rejimi MHP’nin de desteğiyle bir dönem daha iç politika malzemesi olarak kullanmaya devam edeceklerdir. Suriye’de kartlar biraz daha netleşmeye başladıkça TC, Suriye barışından Kürtlerin herhangi bir kazanım elde etmeden çıkmalarını sağlamak için çabalarını daha da yoğunlaştıracağa benziyor. Esas niyetin bu olduğunu bilmeyen de kalmadı. Batı koalisyonu ve Rusya’nın bu konuda ne gibi bir politika izleyecekleri Suriye’nin geleceğinde Kürtlerin rollerini de belirleyecektir. Eski inkar ve dışlanmanın yürütülecek bir yanı kalmamıştır. Rojava’daki örgütlülük ve mücadele de bu inkar politikasının yürütülemeyeceğine işarettir. Kürtler de Rojava halkları ile birlikte bu yeni sürece göre hazırlıklarını yapmaktadırlar. Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nun kuruluşunu bu yönde atılmış bir adım olarak değerlendirebiliriz. Bunun pratikte karşılığı nasıl olacak ve gelecekte de yasal bir statü kazanabilecek mi? Bu soruların cevabını, Suriye barışının çerçevesinin belirlenmesi ile alabileceğiz. TC’nin tüm engelleme çabalarına ve tehditlerine rağmen Rojava’nın demokratik bir Suriye’nin geleceğinde rol oynayacağını söyleyebiliriz.

Şengal, Kandil Ve Güney Kürdistan

Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölgemizdeki gelişmelerin önemli bir ayağı olduğu ve bu sorun çözüme kavuşmadan, bölgede barış ve demokrasinin gelişemeyeceği de açıktır. Güney Kürdistan son yirmi yıldır farklı bir gelişme yaşıyor olsa da Irak’ın istikrarsız yapısı, DAİŞ’in saldırısı ve ekonomik kriz, bu parçanın sorunlarını aşmasını da geciktirmektedir. Bir de Kürt partileri arasındaki ayrılıklar ve bu partilerin sorunların çözümüne yaklaşımlarındaki yetersizlikler mevcut durumun oluşmasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu konulara fazla girmeden son günlerde Şengal ve Kandile müdahale çerçevesinde kopartılan fırtınalara değinmek istiyoruz.

AKP-Saray rejimi bir yandan Türkçü-islamcı faşist rejimi yerleştirmeye çalışırken diğer yandan da Kürt Özgürlük Hareketinin geriletilmesi için içte ve dışarda yeni manevralar yapmaktadır. Suriye politikasından sonra bu kez de Irak’a yönelik yeni adımlar atmaya başladı. Muhatap bile kabul etmedikleri Irak Başbakanı Haydar Abadi’nin ayağına kadar giden Başbakan Binali Yıldırım, KÖH’e karşı ortak bir politika geliştirmeye çaba sarfetti. Bağdat’dan sonra Erbil ziyareti de bu amaçlaydı. Irak cephesinden gelen açıklamalar Türk askerlerinin Başika’dan çekileceği yönündeydi. Buna karşı Türk tarafının dayattığı ise Musul, Kerkük ve özellikle Şengal bölgelerinde PKK’nin barınmasını önlemeye dönük taleplerdi. Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile yapılan görüşmelerin de bu içerikte olduğu yapılan açıklamalardan anlaşıldı. Irak’ın denetleyemediği bölgeler üzerinde fazla bir yaptırım gücü olmayacağı açıktır. Bu noktada KDP ve Barzani ile yapılan görüşmelerin içeriği ve alınan kararlar önem taşıyor.

KDP ile PKK arasında imzalanan ilk ittifak protokolün üzerinden yıllar geçti. Şimdiki Güney Kürdistan Bölgesi Başbakanı Neçirwan Barzani’nin babası İdris ile PKK lideri Öcalan arasında 1980’li yılların başında imzalanan bu protokol, KÖH’ne güneyin kapılarını da açmıştır. İlk protolkolden bu yana aradan geçen yıllar boyunca PKK ve KDP arasında zaman zaman çatışmalara da varan bir ilişki süreci yaşandı. Her iki taraf da ilişkişler de tam bir güven ortamını oluşturamadı. Her iki parti arasında sorunların zaman zaman silahlı çatışmalara varmasında Kürdistan’ı egemenlik altında tutan devletlerin de payları olmuştur. TC bu çatışmaları bir şekilde kışkırtmakla kalmamış, PKK kamplarına yönelik Güney Kürdistan’da KDP ile birlikte askeri operasyonlar da yapmıştır. Bırakuji (kardeş kavgası) olarak Kürtlerin diline yerleşen bu çatışmaların olmaması için son yıllarda büyük bir çaba gösterilmektedir. Kürtler nezdinde her ne sebep ile olursa olsun bir kez daha bırakujinin yaşanmaması için bir bilinç ve karşı koyuşun geliştiğini belirtebiliriz. Bırakujinin tekrarlanmasını hiç bir parti ve ya örgüt izah edemez. Belirli kesimlerden provokatif çabaların olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Önemli olan sorumlu mevkidekilerin bırakujiye prim vermemeleridir.

Şengal’de Çatışmaya Kimse Sıcak Bakmıyor

PKK ve KDP birbirleriyle rekabet içerisinde olsalar da Kürdistan’ın geleceğinde rol oynayacak iki temel Kürt gücüdürler. Ortak hareket edebilmeleri ve Ulusal Kongre’de bir araya gelmeleri Kürt sorunun çözümüne giden yolu güçlendirmekle kalmayacak dış müdahalelerin etkisini de zayıflatacaktır. Birlik yolunda önemli olan Ulusal Kongre’nin toplanmamasında karşılıklı suçlamalar ve ortaya atılan bazı iddialar esas noktaları görmemizi engellemektedir. KCK’nin son günlerde Ulusal Kongre’yi toplamaya yönelik çağrısı oldu. İyi bir hazırlık yapılmadan atılacak bir adımdan sonuç alınamayacağı 22 Temmuz 2013’te gerçekleşen kongre oluşturma toplantısından biliniyor. Her parçada birlik oluşturmaktan uzak bir görüntü sergileyen Kürt hareketlerinin ulusal düzeyde bir birliğe adım atmaları pek gerçekçi görülmüyor. Bu nedenle her iki güce de önemli bir rol düşmektedir. Ortak bir protokol oluşturma şansları var mı? Neçirwan Barzani babasının benzeri bir adımı atabilecek mi? Şengal ile ilgili ’PKK Şengal’i boşaltmazsa güç kullanabiliriz’ gibi açıklamalarına bakınca Neçirwan farklı bir portre çiziyor gibi görünse de sonuçta, kararı Şengal halkı verecektir. Kaldı ki PKK’nin Şengal’deki varlığı yeni değil. 1993’lerden bu yana PKK’nin burada çalışmaları var ve binlerce kişiyi bir araya getiren toplantılar da düzenlemiştir. Ayrıca PKK yıllardır Ezidiler içerisinde örgütlenmeye çok özel bir önem vermiştir. Kendi özgül örgütlenmelerini kurmaları için de teşvik edici olmuştur. Bunun da Ezidiler arasında bir karşılığı olmuştur. HPG ve YPG’nin DAİŞ’e karşı Şengal’de Ezidilerin yardımına koşması da ayrı bir etki yaratmıştır. 25-28 Aralık tarihinde Şengal’de Demokratik Ezidi Toplum Koordinasyonu değişik ülkelerden gelen delegelerle bir toplantı gerçekleştirdi. Bu toplantı, YBŞ’ye açıkca sahip çıkarak, Ezidilerin kendi öz birlikleri olarak kabul ettiler.

Şengal’in son zamanlarda gündemin baş sıralarına çıkması, TC’nin KÖH’e karşı yeni dönem saldırı politikasının bir diğer görünür kısmıdır. MGK bildirisinde Kandil ve Şengal’e müdahale dile getirilerek, buralara askeri operasyon yapmanın işaretleri verilmektedir. Kandil’den Afrin’e kadar çok geniş bir coğrafyada etkin olan bir gücün İçişleri bakanının dile getirdiği gibi öyle baharda bitirilecek kadar kolay bir lokma olmadığını biliyorlardır. 1983’lerden bu yana Güney Kürdistan’a yapılan ve bazılarında KDP nin desteğini bile aldıkları halde sonuç alamadıkları onlarca saldırı oldu.

AKP, içerde faşist rejimi OHAL kanunları ile oturtmaya çalışırken dışarıda da saldırganlık politikası ile buna karşı oluşacak muhalafetin önünü kesmeye çalışıyor. Binali Yıldırım’ın “Komşularımızla ilişkilerimizi düzelteceğiz” açıklaması, aslında Kürtlere, KÖH’ne karşı bir birlik oluşturma çabasıdır. İran, Irak ve Suriye’yi Kürt kartını kullanarak yeni bir Kürt düşmanı cephede biraraya getirmek istemektedirler. Bunda başarılı olma şansları eskisi gibi güçlü değil. TC’nin Güney Kürdistan ile flörtü de yine uzun vadeli bir planın parçasıdır. Bir yanda Kuzey Kürdistan’da şehirleri yıkarken diğer yandan Güneyi tanıma ve destek verme gibi aldatmaya dönük oyunları belki yutacak birileri bulunur. Ama Kürtler eskisi gibi kandırılmaya gelemeyecek kadar uyandılar. Bunun yanında sunni-selefi kuşağına yakınlık içerisinde olan Kürtlerin bir kısmını yedeğine katmaya çalışmakta ve Musul’da mezhepsel sorunlar üzerinden politiklar yürütmektedir.

KDP ile PKK arasındaki tek sorun Şengal değil. Rojava üzerinde de belirli bir mücadele içerisindedirler. Sorunların çözümü için her iki tarafın da görüşme yolunu seçmeleri, çatışmadan kaçınmaları önem taşımaktadır. Hem Başur’da ve hem de Rojava’da TC’nin kışkırtmaları ve provakasyonları eskisine nazaran yoğunlaşmış durumda. AKP içerisindeki Kürt kökenlilerin KÖH hareketine karşı savaş baltaların elden düşürülmemesi ve barış masasına tekrar dönülmemesi için bir çaba içerisinde olduklarını görmekteyiz. Bunlar ve koruculuğu kabul eden aşiretler özellikle KDP’yi de etkileyerek bir çatışma içerisine çekmeye çalışıyorlar. KDP, PKK’nin Başur’daki varlığı ve Rojava’daki etkisinin TC’nin saldırılarına karşı kendisi için de bir koruma kalkanı olduğunu anlama akıllılığını gösterebilecek bir olgunluğa erişip erişmediğini önümüzdeki günler de gösterecektir. Binali Yıldırım, Erbil ziyaretinde KDP ile Kandil ve Şengal’i de görüştüğünü gizlemedi. Güney’deki diğer Kürt partilerinden destek bulamayacağı belli. KDP’yi askeri bir operasyona katma konusunda ne gibi tavizler verildiği bilinmiyor. AKP çevrelerinden Güney Kürdistan’ın bağımsızlığına da sıcak bakarız gibi açıklamaların gelmesi kandırma politikasının boyutunu göstermesi açısından önemlidir. DAİŞ tehlikesinin daha geçmediği ve peşmergelerin çatışma içerisinde olduğu bir dönemde askeri bir operasyona destek veren de çıkmaz. Kaldı ki Kuzey’deki kürtlerin şehirlerini yakıp yıkan ve onlara her türlü zulmü reva gören bir faşist rejime inanan da çıkmaz. Sayıları yüzü aşan bir peşmerge grubunun Kandil’e çıkarak TC’nin saldırırsı karşısında direneceklerini ve PKK’ye destek vereceklerini açıklamaları, bırakujinin önüne çekilen bir set oldu. KDP, bu seti aşıp bırakujiyi başlatan olmak istemez.

DAİŞ Sonrası

Rusya’nın başını çektiği koalisyon ile ABD’nin başını çektiği koalisyonun hedefleri, DAİŞ ve benzeri cihatcı örgütlerin Suriye ve Irak’tan temizlenmesi olarak görülüyor. Oluşmasında ve güçlenmesinde payları da olsa, bugün kendileri için de bir tehlike arz etmektedir. TC’nin ise farklı bir gündemi var. KÖH ve Rojava’daki Kürtlerin kazanımlarını yok etmek. Bunun için koalisyon güçlerine çeşitli tavizler vererek, sonuç almak istemektedir. Buna karşı KÖH ve SDG içerisinde yer alan PYD, koalisyon güçleriyle Suriye ve Irak’ta sadece Kürtlerin kazanımlarını korumak için değil aynı zamanda diğer haklarında barış ve demokrasiye kavuşmaları için belirli bir çerçeve içerisinde ilişki geliştirmektedir. Kürt halkının ve bölge haklarının DAİŞ ve benzeri çetelerden kurtulmaları için, uluslararsı desteğin de doğru kullanılması önem taşımaktadır. KÖH hareketinin eğer devrilmeseydi TC ile barış masasına oturması ve bugün gerek Rusya gerek de batı koalisyonu ile Suriye ve Irak’ta savaşın sona ermesi için belirli düzeylerde geliştirdiği ilişki bu anlamdadır.

Suriye ve Irak’ta DAİŞ sonrası oluşumda Kürtlerin de bir sözü ve yeri olacaksa -ve olmalıdır- ancak bu tür ilişkilerin halklarımız lehine kullanılması ile mümkün olabilir.Bir kez daha Kürtlerin statüsüz bırakılmalarının önüne de ancak bu şekilde geçilebilinir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler