Ortaklaşan Sorunlar Ve Çıkış Yolları Aramak…
Yaşamak ‘yeni bir emre’ kadar yasaklanmamıştı henüz. Herkesin bir derdi vardı elbet. Dokundukça bireyin içinde kalan, doğal yapısında kabullenerek sürüp giden dertler. Yaşamın içinde insan sayısı kadar çok, insan sayısı kadar kendine özgü öykü. Bu sayısız öykülerle payına düşen savaşım içinden kendini tekrar üreterek gelişti insanlık. Tarihinin bu doğal seyrinde hareketin, bitimsiz bir değişimin, dönemlerine özgü kaçınılmaz pratik edimiydi bu aslında. Bireyin maddi ve manevi dünyasını üretmedeki bu tatlı uğraş, “yaşam gailesi işte” söylemiyle toplumsal ilişkiler içinde sessiz bir ortaklaşmayı ifade ediyordu.
İnsanın doğa ve toplumsal ilişkileri dönüştürme çabası yöresel, kültürel, kişisel özellikler taşısa da, toplumsal gelişimin kimi duraklarında özgün alanları geride bırakıp hiç bir dönemde olmadığı kadar birbirine benzer durumlar alabiliyor. Yoksulluk, açlık, ekonomik kriz, emperyalist savaşlar, doğanın yaşanmaz hale getirildiği tahribatlar böylesi dönemlerin örnekleri. Bugün emeği ve çevreyi amansızca sömüren bir avuç azınlık dışında hangi sosyal kesime dokunsan, sızısını hissettiği sorunları hiçbir dönemde olmadığı kadar ortak ve aynılaşmış durumda.
***
Görsel, yazılı medya organlarında halkın içinde yapılan röportajlar, bir çay parası ödemekten kaçınan insanların kuytu bir park köşesine sığındığı çaresiz dramlarını anlatıyor. Bazen pazar yerlerinin sona kalan ürünlerinin ucuzluğunu yakalayacağı umuduyla utangaç, düşünceli yüzleri yansıyor ekranlara. Her dokunulan alan var olma, yaşama tutunma uğraşısı noktasında ortaklaşmış… Nedense böylesine keskin bir çığlık, irine dönen yaralar toplumsal bir tepkinin oluşmasına yetmiyor. Kimi devletin bekasına açlığı tercih ediyor, kimi canını, ailesini yoluna kurban ettiği bir otokrat uğruna ağız dolusu naralarla rahatlamaya çalışıyor. Şaşılası bu durumun bunca zulüm, horlanma ve yok sayılmaya karşın bir toplumsal taban bulması yılların hazırladığı sosyo-ekonomik, kültürel koşullarda mı aranmalı…
Ülkemizde kapitalist üretim ilişkileri, toprağa dayalı eski üretim biçimi burjuvazinin öncülüğünde bir halk hareketiyle yıkılarak oluşmadığını önceki yazılarımızda belirtmiştik. Emperyalist ilişkilerle yukarıdan dayatılan tercihler eski toplumsal kalıntıları yok etmek yerine, kendine yarayanları muhafaza ederek bir uzlaşı biçimi üzerinden oluşmuştur. Bu bir bakıma kaçınılmazdır. Emperyalist çağda feodal ekonomik ve kültürel ilişkilerin halk hareketiyle tasfiyesi bir yandan burjuva iktidarları için bir seçenek-tehdit oluşturacak, öte yandan bu mücadele sürecinde daha ileri bilinç seviyesine ulaşabilecek toplumsal kesimleri uzun yıllar kendine bir tehlike olmaktan çıkaracaktı. Ülkemizde kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik alandan kurumsallaşmasına rağmen, aynı zamanda geri ekonomik ve kültürel ilişkilerin varlığını koruması böylesi sancılı sürecin ürünü. Bu yapı sistem içinde kapitalizmle ekonomik anlamda uyumlu, ama düşünce sistematiğini devlet içinde yeniden üretme koşulları bir tercih olarak korunmuş, dönüştürülmemiş ve fırsat bulduğunda toplumsal gelişmenin önünde din motifleri üzerinden kendini var etmiştir. Bugün siyasal İslam üzerinden bir partinin uzun yıllar iktidar olması başka birçok nedenler yanında temel arka planı burada aranmalı. Aç kalma ile yüz yüze kalan, yaşamın bütün yükünü omuzlarında taşıyan emekçilerin, işsizlerin buna rağmen iktidar yanlısı söylemleri, gençlerin önemli bir kısmının mücadele etme dışında seçeneklere yönelmesi sosyalist siyasetin teorik ve pratik alandan anlaşılır ve somut bakış açısına ihtiyaç duyuyor.
***
Kapitalist pazarın bir parçası olarak bazı yörelerin ekonomik öncelikleri, o bölgede gelişimin temel dinamiği olarak ortaya çıkabiliyor. Tarımın belli dallarında avantajlı olan bir bölgede ısrarla ilgisiz bir sanayi dalını dayatmak; maden veya yapılaşma zorlaması, ya bilinçsizce bir girişim ya da sermayenin belli bir kesime aktarılmasının tercihi olabilir. Toprağın ucuz bir meta aracı olarak rantiyeye açılması bir tarım krizinin oluşması sonucunu doğuracağı açıkken, bu tercihlerde ısrar edilmesi nüfusun belli bölgelere ucuz iş gücü olarak akmasını da doğuruyor. Böyle bir sürecin bir yandan tarım alanlarının daralmasını ama aynı zamanda toprağı işleyecek işgücünden yoksunluk, özellikle hububat tarımında içinden çıkılmaz sorunlar oluşturabiliyor. Ülkemizde önemli bir buğday açığı olduğu ve artarak devam eden bu açığın ithalatla kapatıldığını resmi veriler söylüyor. Gelinen noktada bu durumun bir problem olarak görmek yerine, her geçen gün tarım girdilerinin fiyatının artmasıyla üretim giderlerini karşılamayan bir maliyet söz konusu. Bu uygulamalar üretim yerine ithalatı önceleyen tercihlerle bazı sermaye kesimlerine tatlı olanaklar sağlıyor. Tarım nüfusunun emeğinin karşılığını bulamaması gelecek yıllarda tehlikenin daha da büyümesine neden olacak. Zaten rantçı ve belli sermaye guruplarını destekleme yönünde uygulanan tarım politikaları bir yandan tarım alanlarını daraltırken, öte yandan tarım girdilerinin maliyeti nedeniyle çiftçinin toprağı ekememesi sonucunu doğuruyor.
Buğdayda olduğu gibi, ayçiçeği, nohut, fasulye v.b. tarım ürünlerinde dünyanın birçok ülkesinden daha avantajlı konumda olan ülkemiz, bu alanda uygulanan yanlış politikalarla fazla veren bir ülke konumundan ithalatçı durumuna geldi. İleriki yıllarda açlığa dönük bir gıda krizini doğurabilecek bu durum, ucuz ekmek ve yağ kuyruklarının birleşik bir tepkiye dönüşeceği umudunu aşan bir toplumsal gerçeklik… Ekonomik ve sosyal sorunların asıl öznesinin ninni ve dualarla uyutulduğu bir ülkede, nesnel bir bakış açısına ve cesur çıkışlar üretme ihtiyacı var…
***
Benzer bir durum zeytin tarımında da yaşanıyor. Son günlerde zeytin bahçelerinin talanına karşı ülkenin birçok yerinde eylemler yapılıyor. Kıyı şeritlerini çevreleyen zeytin tarımı, ülkemiz tarımında önemli bir kalem. Kaliteli sofra zeytini ve zeytinyağı üretiminde dünyada önemli bir yer tutuyoruz. Buna rağmen son yıllarda zeytin üretimi önemli ölçüde azaldı. Zeytinlikleri korumaya yönelik çıkartılan yasa özellikle AKP iktidarı döneminde yol, turizm tesisleri, maden sahası ve yapılaşmaya açmak için birtakım yasa teklifleri sunuldu. Demokratik kurumların tepkileri sonucu geçirilemeyen bu teklifler, 2022 Şubat ayında bir genelge ile tekrar gündeme getirildi. Yasaları ‘yasa dışı’ genelgelerle aşmak isteyenler, “kamu yararı” gerekçesiyle zeytin alanlarını yağmalamak istiyor. Yapılmak istenen sermaye ve AKP iktidarının kıyı şeritlerindeki zeytin bölgelerini yapılaşmaya açmak, sermaye düzeninin kar üzerine kurulmuş yıkım ve talanın önünü açmak… Enerji gerekçesiyle yapılmak istenen de aynısıdır.
Akdeniz şeridinin kimi yörelerinde zeytin tarımı önemli ekonomik öncelik. Bazı ilçe ve köylerin temel geçim kaynağı. Aynı zamanda turizmle destek bulan bu yöreler, devletin zeytin tarımını ihmal etmesiyle zeytincilik sürdüremez duruma gelmiştir. İlaç, mazot gibi girdi pahalılığı ve maliyet ve kar ilişkisi zeytinciliği yapılamaz duruma getirmiş. Sermaye bu durumdan faydalanmış, ranta açık kıyı şeritlerindeki zeytin alanlarının büyük bir kısmını köylünün elinden satın almış. İmara açılma beklentisi veya nüfusunu kullanarak imara açtırılarak bu bölgeler sermaye birikiminin aracı haline dönüştürülmüş. Kıyı şeritlerinde yağmanın bu biçimi imar alanı dışındaki iç bölgelerde devlet aracılığıyla enerji gerekçesiyle aynı kaderi paylaşma yolunda…
Demokratik kurumlar ve çevre örgütleri doğa ve zeytin talanına bütün gücüyle karşı duruyor. Bu kararlı mücadelelere rağmen zeytin tarımının gerçek öznesi halkın mücadelenin içine çekilmesinde önemli sorunlar yaşanıyor. Özellikle turizmle iç içe olan zeytin alanlarında yaşayan zeytin üreticisi, zeytin tarımının gelir getiren bir alan olmasından çıkmasıyla, bahçesini satma yoluna gidiyor. Geçici bir süre de olsa satıştan eline geçen para ile rahata kavuşacağını düşünerek, farkında olmadan önemli bir ekonomik seçeneğin yok olmasına olanak tanıyor, yaşadığı yerin geleceğini tüketiyor. Bu durum sermayenin rant ve yağma politikalarına karşı mücadelede şöyle bir sorun ortaya çıkarıyor. Benzer bölgelerde zeytin alanlarının katline yönelik bir eylem konması durumunda ilk önce köylünün tepkisiyle karşılaşılıyor. Bu durum zeytin üreticisinin dışında, ama onun adına asıl ayağı eksik bir durum ortaya çıkarıyor. Zeytinin tehlikede olduğu bütün bölgelerde süreç böyle gelişmeye bilir elbet. Şu var ki konunun asıl öznesi yığınlar eylemli sürecin bir parçası haline gelmeden nihai, gerçek çözümler üretilemiyor.
***
Toplumun ezilen bütün katmanlarının sorunları tarihin hiçbir döneminde bu kadar ortaklaşmadı. Özellikle gıda üretimdeki yapısal sorunlar ve dışa bağımlılık konusunda köklü çözümler üretilemezse açlığın kapısı aralanabilir. Kar hırsı, insanı ve doğayı hiçe sayan doymak bilmez kapitalist üretim ilişkileri sürdükçe, yoksulluk ve eşitsizlik ortadan kalkmayacak. Toplumda ve doğada yarattığı acımasız tahribatlara rağmen kapitalizm kendiliğinden yok olmayacak. Bu yönde ezilen bütün kesimlerin örgütlenmesi soyut bir söylemin ötesinde özgün biçimleri ortaya çıkarmayı gerekli kılıyor. Özellikle gericiliğin kolay zemin bulduğu kırsal ilişkili alan, sözden çok somut kazanımlarla ilgilenir. İşçi sınıfının önemli bağlaşığı olan köylülük üretim ve girdi teminini kapsayan kooperatiflerde örgütlenmedikçe ve bu süreç toplumun bütün alanlarına yayılan tüketim kooperatiflerine bağlanmadıkça kapitalist tekellerin açlığı dayatan yağması durdurulamaz. Art arda yapılan zamlar, yoksullaşma ve gıda temininde sıkıntılar, tarımın bütün toplum kesimlerinin öncelikli konusu olduğunu bilince çıkardı. Zeytin, hububat ve tarımın diğer alanlarında kazandıran bir model oluşturulmadan üretim artmaz, aksine her geçen yıl gerileyerek dışa bağımlılık artar. Örgütlenme, kolektif ve dayanışmacı bir üretim planlaması, aynı zamanda asır ötesinden mayalanmış gericiliğin dayanaklarını da yok edecektir...