Refah Şovenizmi ve Federal Almanya’nın “yeni sorumluluğu”

Refah Şovenizmi ve Federal Almanya’nın “yeni sorumluluğu”

Bir kaç aydan beri farklı kentlerde onbinlerce insanın katıldığı kitlesel ırkçı gösteriler, F. Almanya’nın gündeminden düşmüyor. Televizyonlardaki tartışma programlarında, gazetelerin yorumlarında ve internet sayfalarında mantar gibi ortaya çıkan analizler, Müslüman nüfusun oranının son derece düşük olduğu kentlerde “Garpın İslamileşmesine karşı” bunca insanın neden sokaklara döküldüğünü açıklamaya çalışıyor. Ancak her analiz, her açıklama çabası yeni sorulara yol açtığından, kafalar daha da karışıyor.

Analizlerin ve açıklama çabalarının en temel handikapı, ırkçı gösterileri sadece “İslam karşıtlığı” üzerinden ve “toplum çeperindeki Naziler ve aşırı sağcılar halkı kullanıyor” yaklaşımıyla çözmeye çalışmaktır. Dolayısıyla yanlış sorular sorulmakta, yanlış sorulara doğru yanıtlar aranmaktadır. Irkçı gösterilere katılanların neden böyle davrandıklarını, bu insanların üzerinde hareket ettikleri maddi şartları ve koşulları irdeleyerek değil, “Müslümanlar hakkında yanlış bilgilere sahip olmak” veya “fareli köyün kavalcısına kanmak” gibi öznel tavırlar üzerinden açıklama yanlışı yapılmaktadır.

Böylesi çabalar elbette burjuva medyasının ve devletinin “kültür farklılıkları” demagojisiyle sorunların asıl nedenlerinin üstünü örtme uğraşlarına da yaramaktadır. O açıdan PEGİDA, LEGİDA veya benzeri adları taşıyan kitlesel ırkçı gösterilerin ortaya çıkışını analiz edebilmek ve gerçeğe yakın yanıtlar bulabilmek için, doğru soruların sorulması gerekmektedir: PEGİDA yeni bir olgu mudur? Irkçı gösterilerin yaygınlaşmasının ardında hangi iktisadî koşullar ve hangi siyasî nedenler yatmaktadır? İslam karşıtlığı hangi rolü oynamaktadır? Irkçı gösterilere katılanların sınıfsal konumu nedir, toplum ortalamasını ne denli temsil etmektedirler? Ve ırkçı gösterilerin Almanya’nın güncel politikalarıyla ne gibi bir bağlantısı bulunmaktadır?

Küçük burjuvazinin korkuları

Kimi yorumcu ırkçı gösterilere katılanlarının çoğunluğunun gelecek korkusu taşıyan ve ülke ekonomisinin kötüye gitmesinden kaygılanan sıradan insanlar olduğunu yazmakta. Bahis konusu dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olan F. Almanya olunca, ekonomik gidişattan kaygı duyuluyor iddiasının biraz zorlama olduğu düşünülebilir. Gerçekten de F. Almanya, AB üyesi ülkeler arasında 2008-2009 küresel krizinden ve hâlen sürmekte olan Euro-Krizinden en az etkilenen ülke. Hatta bu krizlerin kazananı olduğu bile söylenebilir, ki büyüme oranları, ihracat patlaması ve diğer ekonomik göstergeler bunu kanıtlamaktadır.

Almanya Başbakanı Angela MerkelNitekim F. Almanya sermayesinin en önemli yayın organlarından olan FAZ gazetesi bu gerçeği defalarca teyit etmiştir. Örneğin 6 Ocak 2015 tarihli FAZ’de Sven Astheimer şöyle yazıyordu: “Bugün yeniden rekorlar kırılıyor. Bu ülkede ilk kez 42,6 milyonluk bir istihdama ulaşıldı ve işsizlik rekor düzeylere düşüyor. Güney Almanya’nın geniş bölgelerinde tam istihdam hakim. Son on yılların acı veren tedbirleri meyvelerini de vermeye başladılar: esaslı yeniden yapılanmalar ve alçak gönüllü ücret talepleri, Alman şirketlerine dünya piyasalarındaki rekabet yetisini yeniden kazandırdı ve Ajanda politikaları istihdam piyasasını küresel çevre için esnekleştirdi. Almanya yeniden, iktisadî açıdan da, kıtamızın öncü gücü oldu.”

Yazısının satır aralarından vıcık vıcık emperyalizm kibri akıtan Astheimer haklı: F. Almanya iktisadî gücü ile Avrupa’nın patronu hâline geldi. Dahası, AB’ni kendi iç pazarı hâline getiren F. Almanya (F. Almanya sermayesi olarak okuyun) sadece AB üyelerini ve AB üyesi olmak isteyen ülkeleri sermaye lehine olan “tasarruf” diktalarının boyunduruğu altına sokmakta ve aynı zamanda AB’ni F. Almanya’nın liderliği altındaki emperyalist güç hâline dönüştürmektedir. F. Almanya, AB üyesi ülkeleri “tasarruf tedbirleri” ve “zorunlu reformlar” kisvesi altında ekonomik boyunduruğu altına sokarken, ülke içerisindeki toplumsal dinamikleri dağıttığı “kırıntılarla” susturabilmiştir. Son yıllarda küçümsenemeyecek oranda artan ortalama satın alma gücü, toplu iş sözleşmelerinde çekirdek kadrolara tanınan ücret artışları ve düşük enflasyon, enerji fiyatlarındaki düşüşle birlikte hissedilen ve gerçek refah seviyesinin artmasına neden olmuştur. Peki, o zaman neden böylesi ırkçı gösteriler olmaktadır?

Bu sorunun bir yanıtını gösterilere katılanların sınıfsal kökenine bakarak aramakta yarar var. Son dönemlerde yapılan seçimlerde oy patlaması yaşayan sağ populist “Almanya için Alternatif” AfD partisi seçmenlerinde olduğu gibi, ırkçı gösterilere katılanların ezici çoğunluğunu gelir durumu ortalamanın üzerinde olan eğitimli kesimler oluşturmaktadır. Kitlesel ırkçı gösterileri inceleyen güncel araştırmalar, gösterilere katılanların genellikle erkek, orta yaş üstü, ev veya daire sahibi, en az orta öğrenimini tamamlamış ve serbest meslek sahibi, memur, usta başı, kalifiye işçi, zanaatkâr, hizmetli gibi mesleklerden kesimler olduğunu ortaya çıkarttı. Kısacası sokağa dökülenler muhafazakâr, gelenekselci küçük burjuva kesimlerdir.

Burjuva medyasında yer alan yorumlar, bu insanların “korktukları” için sokağa çıktıklarını telkin etmeye çalışıyorlar. Aslında bu tespit pek yanlış değil, ama  medyada “korkulanın ne olduğu” konusunda farklı bir resim empoze edilmeye çalışılmaktadır. Buna göre bu insanlar “şiddet ideolojisi olan İslam dinini Almanya’da yaygınlaşmasından”, “din savaşlarının Avrupa’ya taşınmasından”, “İslamcı teröristlerin ve kriminal mültecilerin iç güvenliği tehdit etmesinden”, “yoksulların sosyal kasaları talan etmek amacıyla F.Almanya’ya akın etmesinden” veya “çok çocuk doğuran yabancıların sayısının artmasıyla, Almanların kendi ülkelerinde azınlık hâline düşmesinden” korkuyorlarmış.

Aslında böyle ifade edilen “korkular”, daha doğrusu rasyonalitesi ve maddi temeli olmayan bu pozisyonlar on yıllardır burjuva medyasında yer alan ve Almanların büyük bir çoğunluğu tarafından “doğru bilgi” diye kabul edilen iddialardan ibaret. Bununla birlikte bu pozisyonlar devlet ve hükümetlerce uygulanan politikalarla doğrudan bağlantılıdır: “Almanya göç ülkesi değildir” söylemi, ırkçı-yabancı düşmanı yasalar, kurumsallaşmış ayırımcılık mekanizmaları, istihdam piyasasının etnikleştirilmesi, “masraf-yarar” demagojisi, Müslüman göçmenlerin “kültürel yapıları nedeniyle” uyum sağlama yetisinden yoksun olmaları vurgusu ve nihâyetinde sözde “teröre karşı savaş” yalanı, bizzat devlet ve hükümetlerin teşvikiyle çoğunluk toplumunda yabancı düşmanı, İslam karşıtı ve ırkçı yaklaşımların kökleşmesine neden olmuştur.

Asıl korkular

Karşı karşıya bulundukları sorunların asıl nedenlerini sorgulamak yerine, sorumluyu başka yerde arama rahatlığına alışmış olan Batı Avrupa burjuva toplumları, her zaman “günah keçisi” demagojisine ve bu temelde sağ popülist söylemlere inanma yatkınlığında olmuşlardır. Bilhassa küçük burjuvazi buna yatkındır ve kriz dönemlerinde tipik, kendisinden güçlü olanın önünde eğilirken, kendisinden zayıfa tekme atma tavrını göstermektedir. O nedenle kriz veya sosyal kısıtlama dönemlerinde, hatta sosyal kısıtlamaların olabileceği görüşünün yaygınlaştığı dönemlerde hiddetli bakışlar göçmenlere ve mültecilere yöneltilmektedir.

Almanya’daki İslam karşıtı hareket Pegida’nın (Batı’nın İslamileşmesine Karşı Yurtsever Avrupalılar) yeni lideri Katherin Oertel (o da istifa etti) ve hareketin kurucusu Lutz Bachmann.Korkulara yakından baktığımızda ise, asıl meselenin başka bir şey olduğunu görebiliriz: Küçük burjuvazinin alt sınıflara düşme ve oradan kurtulamama korkusunu. Tasarruf faizlerinin sıfır noktasına düşmesi, yaşlılık güvencesi olarak yıllardır prim ödenen özel sigortaların vaat edilen kârı veremeyecek olmalarının ortaya çıkması ve AB elitlerinin malî krizlerin yükünü vergi mükelleflerinin sırtına yüklemeleri, 1990 sonrasında sosyal devletin erozyona uğramasıyla travmaya giren küçük burjuva kesimleri müthiş bir güvencesizlik hissiyatına sokmuştur. Bu güvencesizlik hissiyatı bilhassa borç krizi ile bağlantılı olarak burjuva medyası tarafından daha da körüklenmektedir.

Örneğin neoliberal politikaların en önemli bilimsel (!) destekçilerinden Hans Werner Sinn Aralık 2014’de şöyle yazıyordu: “Tasarruf sahipleri çok para kaybediyor. Almanya en büyük alacaklı ve düşük faizler nedeniyle zarar ediyor. Hesaplamalarıma göre Almanlar 2008 krizinden bu yana en az 300 milyar Euro kaybetti. Düşük faizler nedeniyle kârdan zararımız yılda ortalama 60 ila 79 Milyar Euro.” Sinn’in “kârdan zarar” yaklaşımı, yaygın refah şovenizminin reel maddi temelini oluşturmaktadır. Tasarruf sahibi küçük burjuvalar hayat sigortalarının garanti edilen faizlerindeki düşmeyi mülteci sayıları ve borç krizindeki AB üyelerinin, F.Almanya’nın istikrarını bozma düşüncesi ile bağlantılı hâle getirip, paniğe kapılıyorlar.

Aslına bakılırsa refah şovenizmi, göçmenlere ve mültecilere yönelik önyargılar, ırkçılık, AB üyesi ülkelerin “F. Almanya’nın parasını çarçur ettiği” söylemi, iç güvenliğin tehdit altında olduğu propagandası, İslam’ın yabancı unsur olduğu söylemi vb. yaklaşımlar F. Almanya’da yeni bir fenomen değil. Benzer söylemler ve propagandalar yıllardan beri burjuva medyası ve burjuva partilerince sakız gibi tekrarlanmakta, neoliberal dönüşüm politikalarına malzeme yapılmaktadırlar.

Tarihsel süreç

O nedenle tarihsel sürece kısa bir bakış yararlı olacaktır. F.Almanya’daki neoliberal dönüşüm politikalarının ve bu çerçevede çoğunluk toplumunda refah şovenisti ve ırkçı yaklaşımların kökleşmesinin üç tarihsel devresini ele almak gerekiyor.

Birinci devre, Kohl-Thatcher-Reagan dönemidir. 1980’lerde başlayan bu dönemin en önemli emaresi kolektif hakların zayıflatılmasına ve güç dengelerinin sermaye lehine değişmesine yönelik adımlardır. Avrupa’da bu adımları sağ popülist partiler gerçekleştirirken, bu görev F. Almanya’da Kohl hükümetine düşüyordu. Ücretler ve çalışma koşulları üzerindeki baskılar artırıldı. Aynı zamanda Nazi saldırılarına, Solingen, Mölln, Hünxe kentlerindeki göçmen cinayetlerine göz yumuldu. Irkçı dalga, F. Alman anayasasındaki sığınma maddesinin değiştirilmesi için kullanıldı. Sosyal devlet kazanımlarındaki ilk büyük erozyonlar başlatıldı.

İkinci dönem, sosyal demokrat hükümetler dönemidir. 1990’ların sonuna doğru iktidara gelen SPD-Yeşiller hükümeti daha ilk yılında neoliberal cephede yer aldığını gösterdi. Bu yıllarda Avrupa’da “sol” maskeli hükümetler muhafazakârların göze alamadıkları politikaları uyguladılar. 1999 yılında neoliberal cephedeki çatışmalar göçmen politikalarına ve çifte vatandaşlık tartışmalarına yoğunlaştı. Çifte vatandaşlığa karşı yürütülen imza kampanyası F. Almanya’da ırkçı yaklaşımların yayılmasına neden oldu. 1999’da ilk kez F. Alman ordusu yurt dışında bir savaşa katıldı. Yugoslavya savaşı, BM Şartı’nın rafa kaldırıldığı savaşlardan oldu. Bu dönemde Lizbon süreci başlatılarak AB çapında neoliberal politikaların uygulanması ve dış politikanın militaristleştirilmesi hızlandırıldı. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra başlatılan sözde “teröre karşı savaş” emperyalist müdahale savaşları ve işgaller için gerekçe oldu. “Kültürler çatışması” genel kabul gördü ve önce göçmen ve mülteciler üzerinde gerçekleştirilen kısıtlamalar, halkın bütünü üzerinde uygulanmaya başladı. Hartz yasaları yürürlüğe sokuldu.

Üçüncü dönem, ise hâlen sürmekte olan dönemdir. Sosyal adaletsizlik derinleşmiş, istihdam piyasası olabildiğince esnekleştirilmiş, özelleştirmeler yaygınlaştırılmış ve çalışma koşulları güvensizleştirilmiştir. Yoksul doğan, yoksul ölmektedir. Burjuva medyası ekonomik “zaferleri” kutlaya dursun, 1,4 milyon işçi tam gün çalışmalarına rağmen sosyal yardım almak zorunda kalmaktadır. Her altı kişiden birisi, yani 13 milyon insan yoksulluk sınırındadır. 2,4 milyon çocuk dünyanın en zengin ülkelerinden birinde yoksul kategorisindedir. Geniş kesimler her an yoksul sınıflara düşme tehdidi altındadırlar. Uluslararası krizler ve artan güvencesizlik korkuları daha da yaygınlaştırmaktadır. Böylece çoğunluk toplumu korku toplumuna dönüşmekte ve burjuvazinin kendi çıkarları için gündeme getirdiği tehdit senaryoları karşısında daha da gericileşmekte, şovenleşmektedir.

Dış politikanın militaristleştirilmesinin etkileri

30 yılı aşkın bir süredir devam eden neoliberal dönüşüm süreci F. Almanya çoğunluk toplumunda derin yaralar açmıştır. Emek örgütleri de dahil olmak üzere, geniş kesimler toplumsal kaynaklara ulaşımın bireyin yeteneklerine bağlı olduğu ve işsizlerin kendi durumlarından kendilerinin sorumlu oldukları demagojisini kabul etmektedirler. Aynı şekilde göçmen ve mültecilerin iç güvenlik tehdidini oluşturdukları ve demokratik haklarının gerektiğinde kısıtlanabileceği yaklaşımı egemen görüş hâline gelmiştir. Sadece Naziler tarafından değil, kitlesel gösterilere katılan sıradan yurttaşlar tarafından da ifade edilen ırkçı görüşler ise, egemenler tarafından sosyal ve demokratik hakların daha çok budanması için gerekçe hâline getirilmektedir.

Kitlesel ırkçı gösterilerde kendini ifade sadece küçük burjuva kesimlerin alt sınıflara düşme korkusu değil, aynı zamanda Batı’nın dünyanın diğer bölgeleri üzerindeki egemenliğini kaybetme korkusudur. Bu bağlamda NATO’nun müdahale savaşları ve işgalleri politika aracı olarak kabul görmekte, insan haklarının Guantanamo işkence hanesinde olduğu gibi sistematik bir biçimde zedelenmesi ve medeni (!) dünya normlarının Batı dışında uygulanmaması, “güvenlik politikalarının zorunluluğu” olarak kabullenilmektedir.

Sağ popülizm, ırkçı yaklaşımlar ve refah şovenizmi, neoliberal madalyanın diğer yüzüdürler. Dahası bunlar toplumsal direnç mekanizmalarını kırmak, egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin değişmez kural olduğunu kabullendirmek ve emperyalist savaşların Batı’daki burjuva toplumlarının refahını ve güvenliğini korumanın bir gerekliliği olduğunu yaymak için bir egemenlik araçlarıdırlar.

Bu çerçevede de kitlesel ırkçı gösterilerin tam da “Almanya’nın yeni sorumluluğu” adı altında gerçekleştirilecek köklü militarist değişimlerin gündemde olduğu bir dönemde yaygınlaşıyor olmaları, bir tesadüf değildir. Kitlesel ırkçı gösteriler, emperyalist politikaların toplumsal meşruiyete kavuşmaları için kullanılmaktadırlar. Bu yaklaşım ve F. Almanya’nın AB’nin en güçlü öncü ülkesi olarak dünya çapında “yeni sorumluluklar” üstlenmek zorunda olduğu propagandası uzun zamandır bizzat devletin başındakiler tarafından yapılmaktadır. F.Almanya’nın resmi Savunma Politikaları Yönergesi bu “yeni sorumluluğun” tam olarak ne anlama geldiği açıkça şöyle belirtmektedir: “Federal Ordunun görevi, Alman ekonomisinin küresel rekabet yetisi için dünya piyasalarına serbest girişi, enerji ve hammadde kaynaklarına serbest ulaşımı ve serbest nakliyat yollarını korumaktır.”

Kitlesel ırkçı gösterileri örgütleyenlerin veya AfD gibi sağ popülistlerin siyasi söylemine bakıldığında, gerek onların, gerekse de egemenlerin siyasi söylemlerinin örtüştüğü görülebilir. Örneğin PEGİDA hareketinin talepleri arasında “PKK gibi yasaklı örgütlere silah yardımı yapılmamalıdır” yer alırken, dünya çapında Selefi örgütlenmeleri destekleyen, ülke içinde kafa kesme dahil gerici bir Şeriat anlayışını uygulayan ve DAİŞ’e her türlü yardımı yapan Suudi Arabistan’a yapılan silah yardımlarına değinilmemektedir. Dahası AfD’nin seçim programında “ulusal çıkarlar gerektirdiğinde Federal Ordu yurt dışına gönderilebilir” tespiti yer almaktadır.

Sonuç yerine

Görüldüğü gibi siyasi söylemlerde ve programda pek farklılık yok. Aksine AfD’nin seçim başarıları ve kitlesel ırkçı gösteriler F. Almanya egemenleri tarafından neoliberal ajanda ve dış politikanın militaristleştirilmesinin toplumsal meşruiyet kazanması için kullanılmaktadır. Egemenler küçük burjuvazinin “korkuları” sayesinde sermaye lehine olan adımlar ve emperyalist savaşlar için gerekli olan toplumsal desteğe kavuşmaktadırlar.

Refahını kaybetme korkusunu yaşayan küçük burjuva kesimler sağdan baskı altına aldıkları egemenlerin iki yüzlülüğünü ve çifte standartlarını da paylaşmaktadırlar. Örneğin Charlie Hebdo saldırıları sonrasında geniş toplumsal tepki oluşurken, Paris katliamından bir kaç saat sonra Boko Haram teröristlerinin Nijerya’da katlettikleri 2.000 sivil ne toplum, ne politikacılar, ne de burjuva medyası tarafında kaale dahi alınmadı. Kenya’da Eş Şabab, Afganistan ve Pakistan’da Taliban veya Suriye ve Irak’ta sözde “İslam Devletinin” gerçekleştirdikleri katliamlar sadece İslam karşıtlığını körüklemek amacıyla konu edilmektedirler.

F. Almanya’daki toplumsal bölünme büyük bir hızla derinleşmektedir. Neoliberalizm bu konuda büyük başarı sağlamıştır. O nedenle F. Almanya’daki toplumsal ve siyasi sol, aslına dönmek ve egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini sorgulamak zorundadır. Max Horkheimer’in dediğinden hareketle: ırkçılık ve faşizmden bahseden, kapitalizm ve emperyalizmden bahsetmek zorundadır. Karl Marx’ın “insanın aşağılanan, esirleştirilen, terk edilen, hor görülen bir varlık olmasını sağlayan tüm koşulların alaşağı edilmesine” yönelik kategorik emrine uyulmadan, ne ırkçılığa, ne refah şovenizmine, ne de neoliberal politikalara karşı başarılı bir mücadele olanaklıdır. Kitlesel ırkçı gösterilerin ortaya çıkardığı gerçek budur.


Konuyla ilişkili diğer makaleler