Seçimler Sonrası Türkiye’nin Halleri

Seçimler Sonrası Türkiye’nin Halleri

1 Kasım seçimlerinin üzerinden bir ayı aşkın bir zaman geçti. Tablo bugün çok daha net görülebiliyor. Bu bağlamda seçimler sonrası ülkede gelişen siyasi gelişmeler hakkında birtakım görüşlerimizi okuyucularımız ile tekrar paylaşmak istiyoruz.

Seçim Süreci

Artık şu kesinleşti: Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’nin ve dolayısıyla kendisinin 7 Haziran seçim yenilgisinden sonra tüm ipleri eline aldı. Basına sadece Muhtarlar ile yaptığı Saray Toplantıları yansıdı. Ne ki, uygulanan örgütlenme yöntemi bunun çok ötesindeydi. Tüm ülkede, doğusu ile batısı ile, Muhtarlar, Cami imamları, Öğretmenler temelinde, ilçelerde Kaymakamla, İllerde Valiler başkanlığında AKP örgütlerine paralel bir örgütlenme yaratıldı. Devlet bütçesinin ve alt yapısının sunduğu bütün olanaklar kullanılarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında ve bizzat sorumluluğunda bir örgütlenme çalışması yürütüldü. Bu örgütlenme MİT Bölge Teşkilatları tarafından desteklendi. İmamlar, Öğretmenler, Muhtarlar, her biri birer MİT mensubu gibi çalıştı. Bu çalışmada Erdoğan’ın en yakınında bilinen isim olarak Efkan Ala ve Hakan Fidan yer aldı. Davutoğlu’nun görüntüdeki mitingleri ve Binali Yıldırım, Beşir Atalay gibi isimlerin desteğinde görünen seçim propagandasını yürütürken, asıl örgütlenme Erdoğan ve kurmayları tarafından yürütüldü. Bölge bölge, il, il, ilçe ilçe, her yere en uygun ve kendileri açısından gerekli özel taktikler geliştirildi. Kimi yerde baskı, kimi yerde telkin, kimi yerlerde terör uygulayarak mahallelere kadar inildi. MİT, Özel Harekat Polisi ve Akıncılar örgütlenmesi gerekli yerlerde “destek” verdi. Kürdistan’daki terör ve baskı ile Suruç’tan başlamak üzere, Ankara katliamı ile sonuçlanan şiddet pratiği genel stratejinin bir gereği olarak uygulandı.

Kürt ulusal sorununun demokratik çözümüne bir başlangıç olabilecek “süreç” pratiğinin daha 7 Haziran seçimleri öncesinde tek taraflı olarak devlet tarafından sonuçlandırılması bir seçim taktiği değildi. 7 Haziran öncesi düzenlenen bombalama ve cinayetler ile 5 Haziran Diyarbakır Mitinginde düzenlenen bombalı saldırı, 7 Haziran seçimleri öncesinde “yeterli olur” mantığı ile uygulanan yöntemlerdi. 7 Haziran seçim sonuçları ile “yeterli olmadığı” anlaşılınca, 7 Haziran gecesi itibarıyla daha da yoğunlaştırılmış ve yükseltilmiş bir strateji düzeyine yükseltildi. Düşününüz ki, bir ülkenin Hava Kuvvetleri, “terörist avlıyoruz” söylemi adı altında kendi topraklarını, ilçe, köy ve mezralarını jet uçakları ile bombardıman altına almıştır. 1 Kasım’a kadar amaç AKP’nin tek başına hükümet kurma olanağını yeniden sağlamak idi. Bu amaca ulaşmak için her yöntemi kullanmak onlar için mübahtı.

Seçmen iki yönlü bir saldırı altında seçimde oy kullanmaya gitti. Birincisi; yaratılan baskı ve terör ortamı. İkincisi; ekonomik anlamda yaratılan istikrarsız ortam. Ekonomik olarak yaratılan istikrasızlık ve seçmenin geleceği konusunda tedirginliğinin artırılması, baskı ve terörün gölgesinde kalmış gibi gözükse de, seçmenin iliklerine baskı ortamında resmen beyinlerine ve iliklerine kadar şırınga edildi. Muhalif partilerin ekonomik istikrarsızlık ve Türkiye kapitalizminin çarpık ekonomik politikalarından çıkışa yönelik söylemlere seçim kampanyası sürecinde hiç ağırlık vermemeleri AKP’nin bu alanda yarattığı tedirginliği daha da geliştirdi. İhacatın gerilemesi, dış ticaret açığının artması, TL’nin döviz karşısında değer kaybetmesi, dış yatırımların ve sıcak para girişinin azalması seçmenin günlük yaşamında somut olarak hissedilir duruma geldi. Aralarında belirli çelişkiler olmasına rağmen egemen işbirlikçi tekelci burjuvazinin değişik fraksiyonları ekonomik gidişatın kendileri açısından yarattığı koşullar ve istikrarsızlığın gelişmesi tedirginliği ile AKP iktidarının bir dönem daha sürmesi konusunda eğilim geliştirdiler. TÜSİAD ve MESS açıklamaları, Koç, Sabancı, Park, Doğan Gruplarının bir şekilde AKP’ye karşı çıkmamaları AKP’yi desteklemek anlamına geliyordu. Cemaate yakınlıkları ile bilinen Doğuş, Yıldız/Ülker, Boydak benzeri grupların taktiksel açıdan da olsa Erdoğan’a göz kırpmaları, sermaye çevreleri içinde AKP’nin baskılarını daha da geliştirdi ve Koza/İpek, Kaynak gibi direnen gruplara yönelme cesareti yarattı.

Kuşkusuz ki uygulanan yöntemler bunlarla sınırlı kalmadı. Özellikle Kürt ilçelerinde seçmen terör dışında türlü baskı yöntemleri ile sandıktan uzak tutuldu. Erzurum’un Tekman ilçesindeki uygulama buna sadece bir örnek teşkil etmektedir. Seçimlerden 1 hafta önce cami hoparlörlerinden seçim günü 1000 şüpheli seçmenin gözaltına alınacağı duyuruları günlerce anons edildi. Ama bu 1000 şüphelinin kim olduğu belirtilmedi. Sonuçta 4000 HDP seçmeni sandık başına gitmedi ve herhangi bir gözaltı da olmadı. Veya Urfa, Van, Gaziantep, Diyarbakır ve Mardin’de aile/hane başına 7000 TL değerinde dağıtılan posta çekleri... Muhtarlar vasıtasıyla dağıtılan bu posta çeklerinin Cumhurbaşkanı’nın yoksul vatandaşlara yardımı olarak nitelendirildi. Yaklaşık 1 milyon haneye 7000 TL dağıtıldığı bizzat muhtarlar tarafından dile getirilmiş. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük illerde, kış mevsimine geçilmesine rağmen yüzbinlerce yoksul emekçi yaz sezonunda cadde kenarlarına ve duvarlarına dikilen çiçekleri sökme, onun yerine kış koşullarına hiç uygun olmayan yeni çiçekler dikme kampanyasına katıldı. Günlük 80 TL yevmiye ile çalışan bu yoksulların, bir aileden birden fazla ferdin katılımıyla gelir sağladığı bu yöntem peyzaj çalışması adı altında belediyelerce finanse edildi. Bunun karşılığında da bu yoksullar belediye otobüsleri ile seçim günü seçim sandığına taşındı. Suriye’den ağır bombardıman ve IŞİD teröründen kaçmak zorunda kalan yüzbinlerce Suriyeli TC vatandaşlığına geçirilerek AKP lehine oy kullanmaları sağlanmıştır. Bu oyların 1,5 - 2 milyon arası olduğu tahmin edilmektedir. Bu ve benzeri yöntemler çoğaltılabilir. Maksadımız kullanılan devlet olanaklarının aktarılmasıdır. Bunun sonucundadır ki, Kürt illerinde ve metropollerde AKP oyunu artırabilmiştir. HES’e karşı direnen Laz, Gürcü, Hemşinli ve Romayka Karadenizliler AKP’ye oy vermiştir. Marmara ve Trakya’da çıkarları AKP politikaları ile çelişen ve onlara karşı “Metal Fırtınası Direnişleri” çerçevesinde günlerce süren eylemler düzenleyen, bizzat bu mücadelenin içinde olan binlerce işçi oylarını, terörün etkisiyle yaratılan Kürt karşıtı atmosfer ve ekonomik istikrarsızlık terginliği ile Türk-İslam propagandası temelinde AKP’ye vermiştir. 8 Haziran’dan sonra cepheye sürülen, illere, ilçelere göre seçilmiş ve çatışmada yitirilen askerlerin evlerine dönen cenazeleri herkesin gözü önünde propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Bu kirli yöntem Batı’da direnen işçiler arasında sonuç almalarına ciddi katkı sağladığı gibi, Kürt illerinin seçilmiş ilçelerinde de etkili olmuştur. Batı’da bayrak, Doğu’da din unsuru istismar edilerek bilinçli olarak seçim propagandası aracı olarak kullanılmıştır.

Kısacası gayrı meşru olan AKP geçici savaş hükümeti, iç politika, dış politika ve ekonomik politikalar temelinde, elinde olan tüm olanakları kullanarak bu seçim sonucuna ulaşmıştır. MHP, SP, BBP ve VP nezdinde, tepede düzenlenen operasyonlar ve tabanda yürütülen çalışmalar sonucunda devşirilen oylara burada hiç değinmedik ki, aslında bu çerçevede de 1,5 milyon dolayında oy devşirildiği kamuoyu araştırmacıları tarafından tespit edilmektedir. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sermaye çevreleri ile, Ordu’su ile ve bürokrasisi ile Erdoğan ve AKP’ye yeşil ışık yakmışlar, bunun gereğini yerine getirmişlerdir. Onların siyasi uzantıları da görevlerini tamamlamışlardır. ABD ve AB Emperyalistleri de bu kararın arkasında duran asıl güçtür.

Seçimler Sonrası

Bu denli kapsamlı ve organize seçim stratejisi sonucunda istenilen sonucu elde etmişlerdir. Ancak asıl görevleri ondan sonra başlamıştır. Seçim öncesi baskı altına alarak kendilerine göre ezdikleri güçleri, seçimden sonra yok etme stratejisine yükseltmişlerdir. Kürt Özgürlük Hareketi, Ulusal Demokratik Hareketi yok edilecek yerine kendi Kürt siyasi güçleri yaratılacaktır. İşçi sınıfının bilinçlenmesine ve sermaye sınıfı karşıtı direnişlerinin yok edilmesi için Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen, Kamu-Sen gibi kendi sendikalarını daha da güçlendirecek, AKP’yi tepede burjuvazinin mutabakatı, tabanda ise “halkın partisi” söylemi ile daha da güçlendirerek bir devlet partisi tarzında tabana yayarak desteğini artıracak, bu yolla işçi sınıfının, yoksul emekçilerin ve geniş halk kesimlerinin iktidara karşı mücadelesini, devletin güvenlik güçleri ve kendilerine bağlı terör ocakları ile de destekleyerek yok edecek. Bu onların düşüncesi. Ancak görünen o ki, bu strateji uygulamaya kondu.

Dış politika açısından Suriye macerasının körüklenmesi Rus uçağının düşürülmesine kadar varmıştır. Bu çok tehlikeli bir oyundur. Bugün Ortadoğu, Orta ve Kuzey Afrika ile Orta Asya’da bir Dünya Savaşı bölgesel olarak icra edilmektedir. Ve bu savaş, emperyalist güçlerin arka planda doğrudan planladıkları, ancak sahaya işbirlikçilerini sürdükleri bir vekalet savaşı olarak gelişmektedir. Türkiye, bu stratejide çok yanlış bir rol üstlenmiştir. Türk-İslam Sentezci düşüncenin yayılma istemi emperyalist merkezler tarafından değerlendirilmekte ve Türkiye tabiri caiz ise bir “mayın eşeği” gibi sahaya sürülmektedir. Sapla sa man çoğu kez karışmaktadır. Bunun içindir ki, bir görüş Rus jetinin vurularak düşürülmesini Erdoğan’ın uygulaması olarak değerlendirirken, bir başka görüş, bu olayın NATO tarafından tezgahlandığını ve ordudaki ABD’deki “Şahinler” grubuna bağlı olarak uygulandığını, sorunun ise Erdoğan’ın kucağına atıldığını savunmaktadır. Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu konuda Türkiye kamuoyuna yönelik “horozlanma” edaları karşısında Rusya’ya karşı “uzlaşma” girişimleri aslında ikinci görüşü güçlendirmektedir. Özellikle bizzat bu saldırıda öldürülen Rus pilotun cenazesinin gerek Hatay’da ve daha sonra Ankara’da resmi cenaze töreni ile uğurlanması, Türk askerlerinin sergilediği tören tablosu ve TSK’ya ait bir askeri nakliye uçağı ile Moskova’ya taşınması çok olağan olmasa gerek. Erdoğan’ın bir yandan “uçağın bayrağını bilseydik farklı davranırdık” açıklaması ile “bugün aynısı olsa yine düşürürüz” açıklaması birbiri ile çelişen açıklamalardır. Rus pilotun cenazesinin bizzat sözde Türkmenler tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi de ayrı bir muammadır.

Cumhuriyet gazetesinden Can Dündar ve Erdem Gül’ün, IŞİD’e “inasani yardım” taşıyan MİT TIR’ları yayınından dolayı tutuklanmaları, Türkiye demokrasi güçlerine bir göz dağı mesajı olarak algılanmalıdır. Önce mühimmat olduğu inkar edilen bu yükler, fotoğraf ve videoları Cumhuriyet tarafından yayınlandıktan sonra yalanlanamayacak bir duruma gelmiş ve Erdoğan “silah veya değil, savaş ortamında silah da insani yardımdır” tezini savunacak duruma kadar gelmiştir. İşin ilginç yanı, bu görsel malzemeleri Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, Cumhuriyet Gazetesinden önce yayınlamasına rağmen, Aydınlık Gazetesine dokunulmadan Cumhuriyet Gazetesine yönelinmesidir. Doğu Perinçek’in Rus jeti düşürüldüğünde “Bu uçağı düşürenler Tayyip Erdoğan’ı hedef alıyor” açıklamasının derinliği böylece daha iyi anlaşılıyor. Erdoğan, kendisine muhalif tüm basını susturma uygulamasını güçlendirerek sürdürmektedir. Bu uygulamaların basın ile  sınırlı kalmayacağı, sendikalar, demokratik örgütler, çevre hareketleri ve sınıf örgütlerine yönelik bir saldırının ve imha denemesi uygulamasının başlangıcı olduğu herkesçe malumdur. Soma ve Ermenek’ten sonra Bursa, Kocaeli, Eskişehir ve Tekirdağ’da da devletin kendine yakın sarı sendikaları yetkilendirmek için işverenlerle kol kola yürürlüğe koyduğu yöntemler önümüzdeki dönemde işçi sınıfının kendi haklarını savunmak ve örgütlenmek için atacağı her ileri adımın baskı ve terör ile bastırılmasına hazırlık anlamına geldiğini tahmin etmek zor değildir.

Kürt illerinde “kendi Kürdünü” yaratma planı çerçevesinde, aşiretler ve tarikatlar vasıtasıyla yoğun bir çalışma yürütülmektedir. Barzani ile de uyum içinde yürütülen bu çalışma “Kürt Kanaat Önderleri” söylemi sosu ile sunulmaktadır. Bu çevrelerden hem “Köy Korucusu” adı altında silahlı çeteler sayısal anlamda güçlendirilmekte ve silah tekniği açısından modernleştirilmekte, ama aynı zamanda bu çeteler Suriye’de de Türkmen’ler ile savaşa sürülmektedir. Devletin vatandaşlık haklarını ve hizmet vermemesi sonucu halkın umudunu kesmesi, kendi geleceğini kendi eline alması anlamına gelen Özyönetim kararlarının askeri yöntemler, olağanüstü haller, abluka ve saldırılar ile geçersiz kılınmaya çalışılması beyhude bir çabadır. Kürt insanını, yaşlı, genç, kadın, erkek ayrımı yapmadan kendinden daha fazla nefret ettirmek ve daha da uzaklaştırmaktan başka hiç bir işlev görmemektedir. Düşündükleri gibi baskı ile diz çöktürme değil, sonuç daha fazla direniş olmaktadır. Özyönetim olgusu Türkiye kamuoyuna devlet tarafından bilinçli olarak yanlış anlatılmaktadır. Türkiye’nin toplumsal ilerleme, demokrasi ve sosyalizmden yana güçleri halkın kendi kendini yönetmesi yönteminin sadece Kürt illeri için değil, Türkiye’nin her bölgesinde bir gereksinim olduğunu görmeleri, anlatmaları ve uygulamaya geçmek için çalışmalarını geliştirmeleri gerekmektedir. Soma’da iş cinayeti sonucu yüzlerce maden işçisi katledilince, Hopa’da HES inşaatları ile körüklenen sel felaketi bütün yerleşim alanlarını yok edince, İstanbul, İzmir ve Ankara’da veya Türkiye’nin diğer ilçelerinde AKP’li olmayan, devrimci-demokratik oyların da katkısıyla seçilen Belediyelerin sınırlarında Halk Meclisleri, Kent Meclisleri, İşçi Meclisleri oluşması önünde hiç bir engel yoktur. Demokrasi güçlerinin, devrimci güçlerin mahalle, semt, atölye ve fabrikalarda yürüttükleri çalışmalar ancak bu Meclislerin oluşumu ve işletilmesi ile emekçi halklarla daha fazla bütünleşerek güçlenmesini sağlar. Sadece çevre veya kentsel dönüşüm sorunları gündeme geldiği zaman değil, tüm sosyal, ekonomik ve demokratik hak sorunlarının gündemde olduğu koşullarda Özyönetim pratiklerinin geliştirilmesi mümkündür. Sınıfın siyasal, sendikal, ekonomik ve demokratik örgütleri bu konuda somut politikalar geliştirebilirler. Parlamentoya seçilen demokrat ve devrimci vekiller bu seçmenlerin oylarıyla seçilmişlerdir. Vekillerin bizzat kendi seçim sahalarında Meclislerin oluşturulması ve geliştirilmesi çalışmalarına katılmaları onların öncelikli görevleridir.

Perspektif

7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri devrimci güçlere, barış ve demokrasi güçlerine açıkça göstermiştir ki, mahalli anlamda kökleşmeden alınan hiç bir sonuç kalıcı değildir. Çalışıldığı ve doğru yol izlendiğinde de sağlanacak örgütlenme sadece seçim endeksli değildir. Veya seçim sonucunda değişim gücüne katkıda bulunacak bir parlamenter nicelik ve nitelik ancak ve ancak köklü, kalıcı ve sürekli bir mahalli ve semt çalışması ile mümkündür. Bu tür yerel çalışmalar sonucunda seçilecek vekiller daha aday belirleme sürecinde bizzat emekçi halkların onayı ile aday olabileceklerdir. Yerelde olmayan, seçmeni ile günlük çalışma yapmayan, sadece miting, panel ve konferans için seçim sahasını ziyaret eden bir vekil halkın vekili değildir ve olamaz.

Bu iki seçimin gösterdiği ve bilince çıkması gereken en önemli olgu, parlamento siyaseti ile tek başına bir değişim olamayacağıdır. 80 vekil de olsa 59 vekil de olsa 125 vekil de olsa egemen sınıflar kendi burjuva iktidarlarını ve sermayenin çıkarlarını en ufak bir şekilde geniş halk yığınlarının çıkarları doğrultusunda değiştirecek gelişmelere tahammül edemiyorlar. Meşru bir seçimin sonuçlarını dahi çıkmaza sokup yeni bir seçim düzenleyebiliyorlar. Bütün olanaklarını kullanıp, aralarındaki tüm çelişkileri bir kenara bırakıp birlikte işçi sınıfının, ve geniş emekçi yığınlarının karşısına çıkıyorlar. Kürt halkını yok sayıyorlar. Bütün aldatıcı değişim söylemlerini bir günde unutabiliyor ve bombalamaya başlayabiliyorlar.

Bu çerçevede bakıldığında HDP’nin % 13 oranından, % 11 oranına gerilemesi, koşullar ne olursa olsun bir başarı değildir. % 10 seçim barajını aşmak artık bir başarı olarak nitelendirilmemelidir. HDP Eş Genel Başkanları, 1 Kasım Seçim Kampanyası startında Ankara’da yapılan salon toplantısında seçim programını açıklarken “bizim için baraj % 13’dür” ifadesini kullanmışlardır. HDP, demokratik bir seçim partisidir. Bir devrim partisi, sosyalizm partisi değildir. Dolayısıyla başarısı seçim sonuçları ile ölçülür. HDP’yi başarılı kılacak olan ise HDK bileşenlerinin parlamento dışı sahada yürüttükleri çalışmalarının sonuçlarıdır. Daha geniş barış, demokrasi ve sosyalizm güçleri ile HDK’nin bir cephe örmesidir. Bu Cephe devrimci bir cephedir. Bu anlamda eksikliklerimizi görüp, kalıcı ve sürekli olacak, nicel ve nitel anlamda sürekli gelişip güçlenecek bir sürece girmeliyiz. İşçi sınıfının, yoksul emekçi halkların kendi sorunları temelinde mücadele içinde bilinçlenecekleri araçları yaratmalıyız. Türk halkı, Kürt halkı ve diğer uluslardan emekçilerin birlikte mücadelesini pratikte ancak böyle geliştirebiliriz. Basın açıklamaları, katliamlar olup bitikten sonra gidecek heyetler, ve sadece mitingler ile dayanışma olmaz. Gerçek dayanışma işçi sınıfı ve yoksul emekçi halkların iktidarı için birlikte mücadelenin geliştirilmesidir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durum nesnel anlamda dönüşüm potansiyelini taşıyor. Aslolan, işçi sınıfının ve emekçi halkların bu dönüşümleri gerçekleştirecek sınıf bilincine ulaşmasıdır. Bu da ancak kendi sorunlarına sahip çıkması, çözümü için toplumsal mücadeleyi yükseltmesi ile mümkündür. Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt özgürlük ve demokrasi güçlerinin önünde bu derece ciddi bir görev durmaktadır. Ve bu görev somuttur.


Konuyla ilişkili diğer makaleler