Türkiye İşçi Sınıfı Hareketinde Dönüm Noktası

Türkiye İşçi Sınıfı Hareketinde Dönüm Noktası

Türkiye İşçi SınıfıRenault, TOFAŞ, Coşkunöz ve Mako işletmelerinde başlayan ve gittikçe bölgedeki Metal Sektörünün geniş bir bölümüne yansıyan işçi direnişleri, özel bir değerlendirmeyi gerektirdi. Zira Türkiye’de sendikal hareket, 92 yıllık cumhuriyet tarihinin tamamında inanılmaz baskılara, yasaklara, sindirmelere, korkutmalara maruz kaldı, hala kalıyor. AKP’nin tek başına iktidar olduğu son 13 yılda ise kelimenin tam anlamıyla bir “sendikasızlaştırma” politikasından söz etmek zorundayız.

Önce bilinenlere bakalım:

- Türkiye’de sendikalar cumhuriyet tarihinin tamamında “üvey evlat” işlemine tabi tutuldular,

- İşçilerin, emekçilerin sendikalaşma, toplu sözleşme, toplu eylem, grev gibi toplu hakları, özellikle sınıf hareketinin zayıf olduğu dönemlerde zaman zaman tamamen yasaklandı, sınıf hareketinin az ya da çok güçlü olduğu dönemlerde ise kısıtlandı, ama en önemli haklar kağıt üzerinde kalmaya mahkum edildi, kısaca: işçi ve emekçi hakları topyekun ihlal edildi,

- Demokrasi için kaçınılmaz olan en temel işçi hakları, neoliberal dünyanın patronları ve onların siyasi temsilcileri tarafından ayaklar altına alınmaya devam ediyor, hem de sistemli olarak artan bir baskıyla,

- AKP’nin tek başına hükümet olduğu 2002 sonrası dönemde sendikal haklar açısından ciddi bir aşınma yaşandı, hala yaşanıyor. Bu aşınmanın sonuçları hem mevzuat, uygulama, toplumsal-siyasal etki, hem de sendikalaşma, toplu sözleşme kapsamı bakımından çarpıcı ve öğretici,

- Türkiye, sendikalaşma oranları açısından 12 Eylül askerî faşist cuntası sonrasındaki on yıldan (1980’ler) çok daha aşağı bir düzeye geriledi (bu gerçeği OECD ve ILO sürekli tekrarlıyorlar),

- Türkiye’de sendikalaşma oranları konusunda resmi veriler ile gerçek durum arasında büyük bir uçurum var. Sendikalaşmaya ilişkin veriler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) tarafından yayımlanıyor. Ancak bakanlık tarafından yayımlanan istatistiklerde yer alan sendikalaşma oranları, cüceyi deve göstermekten başka hiç bir şey değil,

- Günümüzde de Türkiye’de, Hükümet’in sendikasızlaştırma faaliyetleri, hele de güdümlü, devlet destekli, yandaş, simbiyotik sendika yaratıcılığı, gözle görülür biçimde yoğunlaşmış durumda.

Kuşkusuz bu listeyi uzatmak mümkün. Ama, biz aşağıda bu zamana kadar üzerinde az durulan birkaç konuya da değinmek istiyoruz. Bunlardan biri, bu zamana kadarki mevcut sendikaların içinde “en güçlü” olarak lanse edilen kuruluşların, esasında sendika değil, sanayi ve sermaye birlikleri tarafından oluşturulan “düzenleme makinaları” olduğudur. Hatta kısmen DISK, KESK ve kimi bağımsız sendikaların dışında, Türkiye’deki sendika ve konfederasyonların pek çoğunun, hele de bunların yönetici kadrolarının, sermayeden daha fazla sermayeci, devletten daha fazla devletçi, sanayiciden daha fazla sanayici, liberallerden daha fazla liberal, milliyetçi, hatta ırkçı olduğunu söylemek sanırız yanlış olmaz.

Örnek olarak ve önemi bakımından TÜRK-İŞ Konfederasyonu’na bağlı “en büyük ve güçlü Türk Metal Sendikası”nı ele alalım ve uzun yıllar bu örgütün genel başkan yardımcılığını yapmış Mahmut Taşdemir’in sözlerini dinleyelim: “Türk Metal bir işci, emekçi örgütü değildir, Türk Metal baskıyla aidat toplayan bir teşkilattır.” (Bkz. Birleşik Metal-İş Bosch Çalışanları tarafından hazırlanmış 5 bölümden oluşan “Türk Metal Gerçeği” tanımlı video dizisi, izlenmesini mutlaka öneririz). Türk Metal Türkiye’deki kamu mallarının özelleştirme yoluyla pazarlanmasında da, TÜRK-İŞ ile birlikte başı çeken bir şirket adeta. Türk Metal, nihayet MESS denen metal sanayi patronlarının vazgeçilmez bir kuruluşu olarak metal Sektöründeki emekçilerin sendikası değil, kabusu olmaya başlamıştır. İşte en az bu bakımdan Renault, TOFAŞ gibi işyerlerinde emekçilerin ilk önce “Türk Metal bizim Sendikamız değildir!” şiarındaki cesur girişimleri, ve bu teşkilatı sıfırlayacak nitelikteki yığınsal istifaları, Türkiye işçi sınıfı hareketinde tarihsel anlamı olan bir faaliyettir. Ve sanıyoruz ki, Türk Metal bu badireyi her zamanki gibi zararsız atlatamayacaktır.

Yine çoğu zaman uzmanları ilgilendiren, ama toplumda hemen fark edilemeyen, ya da az bilinen bir başka gerçek, ekonomide büyümelere ve istihdam edilen işçilerin sayısındaki artış yoluyla sendikalaşmanın maddi zemininin büyümesine rağmen, Türkiye’nin OECD sıralamasında sendikalaşmada en son, sendikasızlaştırmada ise birinci dereceyi alıyor olmasıdır. İstihdam Tabanı tahminen 15 milyon işçiyle yüzde 45 artan Türkiye’de sendikalaşma yüzde 3,5’e gerilemiştir (sermayenin Kenan Evren’in eliyle yarattığı askeri faşist cunta döneminde bile bu oran yaklaşık yüzde 10 üzerindeydi). Dünya’daki genel sendikasızlaştırma eğilimleri dikkate alınsa bile, Türkiye’de yaşanan sendikasızlaştırma OECD ülkelerinden üç kat daha fazladır. Kaldı ki Türkiye’de sendikalar hakkındaki güncel yasaların ve uygulamaların hemen tamamı darbe ürünüdür. AKP Hükümeti’nin yapmış olduğu yeni yasal uygulamalar işçi haklarının kıyıma uğradığı yılları aratacak niteliktedir. “Sendikalaşmaya ilişkin en kritik düzenleme yetki sistemine ilişkindir. Sendikanın iş kolu ve işyeri barajlarını aşıp aşmadığı ÇSGB tarafından tespit edilmektedir. Bakanlık bu konuda zaman zaman nesnel olmayan tarafgir uygulamalar yapabilmekte ve hükümete yakın sendikaları korumaktadır. Ancak, daha da kritik olanı, bakanlığın verdiği ön-yetkiye işverenin ve rakip sendikanın itiraz etmesi durumunda toplu iş sözleşmesi prosedürünün durmasıdır. Yetki tespit davaları yıllarca sürebilmekte ve dava süresi boyunca, sendika ilgili işyerinde hiçbir faaliyet sürdürememektedir. İşveren ise dava sürecini bir sendikasızlaştırma imkânı olarak kullanmakta ve sendikalaşan işçileri ya istifa ettirmekte ya da işten çıkarmaktadır. Sendikal örgütlenmeyi engelleyen bu yetki sistemi TBMM’de 18 Ekim 2012 tarihinde kabul edilen yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu (STİSK) ile de korunmuştur.” (Bkz. Heinrich Böll VAKFI araştırması 2012).

 

Türkiye İşçi Sınıfı Hareketi’nin önemli gerçeklerinden biri ise, kapitalizmin ve burjuvanın çığlıkları ile yaratılan tek kutuplu bir dünyanın içinde yaşanan inanılmaz tasfiye dalgalarına rağmen; satılmış, ajanlaştırılmış, bürokratlaştırılmış, sindirilmiş, korkak, pısırık, devlet sendikacılığından başka bir şey bilmeyen sendika yönetimlerine rağmen, Türkiye’de, Batı ülkelerinden çok daha kararlı ve dirençli işçi ve emek hareketinin olduğudur! Türkiye’de emekçilerin direniş eylemleri, 1950’li yıllardan bu yana taban dinamiğinden fazla bir şey kaybetmemiş, tersine Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihine damga vuran eylemleri gerçekleştirmiştir. Günümüzde ana sorun, bu hareketin yeniden ve sağlam temeller üzerine oturtulması gibi görünmektedir.

Öncü işçilere, aydınlara, demokratlara, işçi ve emekçilere düşen en önemli görev şu anda bu örgütlenmeyi tamamlamak olmalıdır. Çünkü: Bu zamana kadar hesabı sorulmamış olan tüm yolsuzlukların, soygunların, iş cinayetlerinin, despotik faşizmin, darbelerin, emek sömürülerinin vs. karşısına dikilebilecek siyasi güç, yegane işçi sınıfı ve en genelde emek hareketinin gücüdür! Demokrasi, barış, medeni çalışma ve yaşam koşullarını burjuva sınıfları değil, ancak üreticiler sağlayabilirler. İşçiler bu gücü fark etmeye başladılar – umutlu olmak mutlu olmanın ilk adımıdır!


Konuyla ilişkili diğer makaleler