Trump’ın Seçim Zaferinden Bir Yıl Sonra ABD
2016 Kasım’ında Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından belirginleşen “korumacılık politikası”, hem emperyalist-kapitalist dünya düzeninin oyun kurallarında değişiklikler yapılacağına işaret ettiğinden, hem de ABD emperyalizmi ile başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere, diğer emperyalist güçler arasındaki çelişkileri derinleştireceğinden, Avrupa’daki sermaye fraksiyonlarının kaygılarını artırmıştı. Trump’ın “pata-küte” yönetim stiline, ırkçı ve cinsiyetçi yaklaşımlarına karşı Avrupalı hükümet temsilcileri ve burjuva medyası tarafından dile getirilen sert tepkiler, aslında bu kaygılara tercüman oluyordu. Gazetemizde yayımlanan “2017: ‘Demokratörlük’ döneminin başlangıcı mı?” başlıklı makalemize bu çelişkilere ve olası sonuçlarına dikkat çekmiş, “tekelci burjuvazinin belirli bir fraksiyonu siyasi elitleri ve devlet bürokrasisini ‘hizmetçi’ statüsüne indirgeyerek, iktidarı ilk kez kendi eline alıyor” tespitini yapmıştık. Şimdi, aradan geçen bir yıl sonrasında, geriye bakıp, bir bilanço çıkartarak tespitlerimizi gözden geçirme sırası geldi.
Trump’ın hükümetini oluşturmasından bu yana uyguladığı politikalara baktığımızda gözümüze çarpan ilk özellik, Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı sert retorik ile uygulamaya soktuğu reel politikası arasındaki büyük farklardır. O zamanlar yapılan seçim analizleri, seçmenlerin Trump’a “devlet aparatından veya elitlerden olmadığı, halkın istemlerini önemsediği” gerekçesiyle oy verdiklerini tespit etmekteydi. Hatta bugün dahi buna inanan seçmenlerin sayısı hala yüksek düzeyde. Ancak gerek Trump’ın hükümete aldığı isimlere, gerekse de uyguladığı politikalara bakıldığında, bu gerekçenin hiç bir maddi temeli olmadığı görülebilir. Hükümet üyelerinin şahsi varlıkları temel alındığında, ABD tarihinde ilk kez böylesine bir “milyarderler kabinesinin” iktidara geldiğinden bahsedilebilir: Hükümet koltuklarına Maliye Bakanı Steven Mnuchin, Ticaret Bakanı Wilbur Ross ve Trump’ın damadı ve dış politika danışmanı Jared Kushner ile mali sermayenin; Dış İşleri Bakanı Rex Tillerson, İç İşleri Bakanı Ryan Zinke, Enerji Bakanı Rick Perry ve Çevre Bakanı Scott Pruitt ile enerji ve petrol tekellerinin, nihayetinde Savunma Bakanı James Mattis, Anavatan Koruma Bakanı John F. Kelly ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Dina Powell gibi isimlerle de askeri-sınai kompleksin temsilcileri oturmaktadır.
“Keçinin bahçıvan yapılması” misali oluşturulan ABD hükümeti doğal olarak tüm siyasi kararlarını bu sermaye fraksiyonlarının lehine alıyor ve uygulamaya sokuyor. Özellikle enerji, silahlanma ve çevre politikaları bu alanlarda faaliyet gösteren tekellerin yönetim kurullarında alınan kararlarla uygulamaya sokulan konseptlerden farksız. Zaten aksini de beklemek hayli naif olurdu. Trump yönetiminin ilk günden bu yana uygulamaya soktuğu politikalar burjuva ekonomistlerince dahi “radikal piyasacı reformlar” olarak nitelendiriliyor ve sosyal ihtilaflara yol açacak sonuçları nedeniyle eleştiriliyor. Bu “reformların” başında her alanda düzensizleştirme zorunluluğu, kamu personel sayısının masif bir biçimde azaltılması için atılan adımlar, devletin kamu sektöründeki istihdamdan ve altyapı yatırımlarından sistematik olarak vazgeçmesi, sermaye ve şirket vergilerinin yüzde 15’e indirilmesi ve sosyal politika programlarının büyük bir bölümünün feshedilmesi geliyor.
Sosyal giderler ve altyapı yatırımları söz konusu olduğunda “bütçe konsolidasyonu zorunluluğu” gerekçesiyle kısıtlamalar savunulurken, “Önce Amerika” ve “Güçlü dış politika” gerekçesiyle silahlanma ve yurt için güvenlik bütçelerinde devasa artışlar planlanıyor. Kısacası, işçi sınıfının ve halkın büyük bir bölümünün yaşamsal ihtiyaçları sözde “tasarruf” politikalarına kurban edilerek, daha fazla piyasalaştırılırken, zaten dünyanın en yüksek silahlanma bütçesine sahip olan ABD askeri-sınai kompleksine milyarlarca Dolar ayrılıyor. Merkezi Stockholm’da bulunan Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin verilerine göre, ABD “savunma” bütçesi yaklaşık 640 milyar Dolar ile, stratejik düşman olarak tanımlanan Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin toplam savunma giderlerinin iki katından fazla. Böylelikle NATO üyesi ülkelerin toplam “savunma” bütçeleri bugün neredeyse bir trilyon Dolar’a ulaşmış durumda. Ve görüldüğü kadarıyla da bu sayı önümüzdeki yıllarda daha da artacak, çünkü başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere, emperyalizmin merkez ülkeleri NATO üyelerinin “savunma” giderlerini GSMH’larının yüzde ikisine çıkartmaları için bastırıyorlar.
Saldırgan dış politika ivme kazanıyor
Trump yönetimi, Trump’ın seçim kampanyasında bol keseden verdiği tüm vaatlerin tersine, ülke içerisinde hem yurt içi güvenlik politikalarını, hem de neoliberal programı radikalleştirerek, yeni sosyal krizlere kapıyı açıyor. Dış politikada ise saldırganlığını artırarak ve bilhassa nükleer cephanesini kullanma tehditlerini savurarak dünya çapında silahlanma giderlerinin, dolayısıyla savaş tehlikesinin artmasına neden oluyor.
Dış ticarette, gene seçim kampanyasındaki vaatlerin aksine, korumacı politikalar henüz uygulamaya sokulmuş değil. Transatlantik ve Transpasifik Serbest Ticaret Antlaşmaları TTIP ve TPP’den vazgeçen ABD, uluslararası yatırım sözleşmeleri konusunda da bazı düzeltmeler yapıyor. Tam bir geriye dönüş olmasa da, özellikle aşırı sağcı ve serbest ticaret karşıtı Steve Bannon’un hükümetten uzaklaştırılması ve yapılan bazı personel değişiklikleriyle hükümette temsil edilmeyen sermaye fraksiyonlarının lehine belirli bir denkleştirmeye gidildiği fark ediliyor. Diğer yandan dikkat çeken bir diğer nokta da, Obama döneminde karar altına alınan ve özellikle Çin menşeli şirketlere yönelik olarak uygulanan kısmi gümrük yaptırımlarında da, ilan edilmesine rağmen sertleştirmelere gidilmemiş olmasıdır. O açıdan dış ticarette belirli bir sürekliliğe dikkat edildiğini görebiliyoruz.
Dış politikadaki en önemli yön değişikliğinin Küba ve İran politikalarında gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Özellikle İran’a yönelik politikada, Obama dönemine nazaran, İsrail ve Suudi Arabistan’a çok daha fazla yakınlaşıldığı ve daha sıkı işbirliğine girildiği dikkat çekiyor. Buradan, Ortadoğu’ya yönelik stratejik adımlarda İsrail ve Suudi Arabistan’a daha büyük rol tanınacağından hareket edilebilir, ki gerek İsrail’in Suriye’ye yönelik, gerekse de Suudi Arabistan’ın Lübnan’a yönelik tehditkâr söylemlerini artırmalarının bu beklentiye dayandığı tahmin edilebilir. Afganistan politikasında ise, gene vaatlerin aksine, ABD askerlerinin sayısının azaltılmasından vazgeçildi ve diğer NATO üyesi ülkelerin isteğine uygun olarak konuşlandırılan birlik sayısının artırılmasına karar verildi. Bunu kısmen, Afganistan’da henüz istediği rolü oynayamayan F. Alman emperyalizmine verilen bir taviz olarak okumak mümkün. Ancak verilen bu tavizin asıl nedeni, F. Almanya’nın güçlü pozisyonda olması değil, ABD’nin askeri gücünü ağırlıklı olarak Pasifik bölgesinde, daha doğrusu Çin Halk Cumhuriyeti karşısında konumlandırma arzusudur.
ABD uzun zamandır NATO’nun diğer üye ülkelerinin hem silahlanmaya, hem de müdahale savaşları ve işgallere daha fazla bütçe ayırmalarını ve daha çok angajman göstermelerini talep ediyor. Zaten son aylarda ifade edilmeye başlayan “NATO Sözleşmesinin 5. Maddesi sadece silahlanma bütçelerini yurt içi GSMH’larının yüzde ikisine yükselten NATO üyeleri için geçerli olsun” fikri, bu yöndeki baskıların artırılacağına işaret ediyor. Bilhassa Doğu Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin AB’ndeki diğer NATO üyelerinin bu koşulu yerine getirmeleri için ABD’nin yanında yer alıyor olmaları, ittifak durumunda, yani bir NATO üyesi ülkenin saldırıya uğraması durumunda, ortak savunmanın olmama olasılığı tehdidinin etkisini gösterdiği görülüyor. ABD emperyalizminin NATO’daki partnerlerinden daha fazla angajman göstermelerini istemesi, aynı zamanda dünya çapında “daha fazla sorumluluk” üstlenmek isteyen F. Alman emperyalizminin de işine geliyor. Zaten hala koalisyon görüşmelerini sürdüren muhafazakar CDU/CSU ve Yeşiller partileri temsilcilerinin kullandıkları, neredeyse kelimesi kelimesine aynı olan Trump karşıtı söylemlerin amacı da Federal Ordunun daha çok yurt dışı görevine gönderilmesine toplumsal rızayı sağlamayı hedefleyen propagandadan başka bir şey değil ve bu biçimiyle doğrudan ABD’nin Pasifik Stratejisini destekliyor.
Trump’ın Pasifik politikalarında ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik yaklaşımda Obama’dan farklı bir yol izlemediği görülüyor. 2012’de karar altına alınan ABD Pasifik Stratejisinde herhangi bir değişiklik söz konusu değil. Aslına bakılırsa Pasifik Stratejisi ABD emperyalizmi açısından 21. Yüzyılın en önemli meydan okumasına, yani Çin Halk Cumhuriyeti’ni (ÇHC) kuşatmaya ve geri püskürtmeye yönelik uzun vadeli konumlanış anlamını taşıyor. ABD’yi bu konumlanışa zorlayan iki temel neden var: Birincisi, ABD’nin dünya çapında mutlak hegemonyasında oluşan çatlaklar, ikincisi ise, ÇHC’nin güçlenmesi ve etkinliğinin ivme kazanmasıdır. ÇHC peş peşe iktisadi atılımlarda bulunur, askeri gücünü geliştirirken, ABD’nin dünya çapındaki GSH’daki payı 30 yılı aşkın bir süreden beri hala aynı oranda kalmaya devam ediyor.
ÇHC’nin devasa hammadde ve enerji açlığı ve serbest nakliyat yollarına olan gereksinimi, ABD emperyalizminin eline askeri baskı olanaklarını artırma fırsatlarını veriyor. ÇHC zaten bu nedenle bir taraftan ihracatının çok büyük bir bölümünü yaptığı Güney Çin Denizi ve devamındaki deniz nakliyat yolları üzerindeki etkinliğini artırmaya çalışıyor, ama diğer taraftan da farklı bölgesel işbirliği girişimleri ve 21. Yüzyılın en pahalı projelerinden birisi olduğu iddia edilen “Yeni İpek Yolu” projesiyle alternatif kara nakliyat yollarını açmak istiyor. “Yeni İpek Yolu” projesi resmi olarak, olası bir ABD-ÇHC ihtilafında deniz nakliyat yollarının daralması veya kapatılması durumunda ÇHC ihracatının kara nakliyatı üzerinden devamının sağlanması için başlatıldı. Hammadde ve enerji bağımlılığı ÇHC’ni hem iç pazara öncelik vermeye (ki Çin Komünist Partisi’nin son kurultay kararları buna yöneliktir), hem de AB ile ABD’nin arka bahçelerinden, yani Afrika ve Latin Amerika’da çeşitli ülkelerle ticaret ve ekonomi antlaşmaları yapmaya zorluyor. Bu nedenle de makul diplomasi ve ihtilaflardan kaçınan dış politika izlemek zorunda kalıyor.
Obama yönetimi ÇHC’nin bu dışa bağımlılığını ABD lehine stratejik avantaj fırsatı olarak görmüş ve Pasifik Stratejisinde karar kılmıştı. Dönemin Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton, Pasifik Stratejisini gerekçelendiren konuşmasında ÇHC’nin dışa bağımlılığının “dünya barışı için yeni tehditler oluşturduğunu” vurguluyordu. ABD emperyalizmi, Pasifik Stratejisi ile askeri gücünün büyük bir bölümünü Pasifik bölgesine yığmayı planlıyor. Bunun temel nedeni de, ÇHC’ni hem kendi ordusuyla, hem de stratejik partnerleriyle kuşatma altına alarak, nakliyat yollarını sekteye uğratma ve ÇHC ekonomisinin “atar damarlarını” tek darbe ile kesebilme tehdidini sürekli kılabilmektir. Trump yönetimi her halükarda bu stratejiyi devam ettirme kararlığında ve Trump’ın son Uzak Asya gezisinin sonuçları bunu gösterdi.
Pasifik Stratejisi ve ÇHC’ne yönelik sert söylemin Trump için aynı zamanda iç politikada avantaj sağlamasak söz konusu. Trump, ÇHC’ne, F. Almanya’ya veya komşu Meksika’ya karşı kullandığı söylemi, ABD içindeki sosyal sorunların üstünü örtmeye yarayan serbest ticaret antlaşmaları karşıtı toplumsal iklimi sürdürmenin aracı haline getiriyor. Bu şekilde ÇHC’ni ve Avrupalı ülkeleri, kendi hükümetinin yürüttüğü sermaye yanlısı politikaların yol açtığı sosyal sorunların ve reel ücret kayıplarının günah keçisi olarak göstererek, iktidarının meşruiyetini güçlendirmeyi amaçlıyor. Bu konuda başarılı olduğunu ABD’nde yapılan araştırmalar gösteriyor: Bu araştırmalara göre, toplumda ABD’nin sorunlarının diğer ülkelerden kaynaklandığı, korumacı politikalarla sorunların çözülebileceği algısının hala yaygın ve Trump’ın seçmen desteği - bazı eyalet seçimlerinde ve yerel seçimlerde Demokratların elde ettiği başarılara rağmen - hala yüksek düzeyde.
Egemen blokta çelişkiler derinleşiyor
ÇHC’ne yönelik politikanın diğer bir etkisi, Rusya ile olan ve Obama döneminde derinleştirilen ihtilafın yumuşatılmak istenmesi. Trump yönetimi, gerek Cumhuriyetçiler, gerekse de Demokratlar arasında yükselen itirazlara kulak asmadan, Rusya ile olan ihtilafı olanaklı olduğunca dondurma eğilimini gösteriyor. Anımsanacağı gibi, Trump 2017 Şubat’ında yaptığı bir konuşmada Rusya ile “ortak noktaların bulunmasının iyi bir şey olacağını” vurgulamış ve şunun altını çizmişti: “Unutmamak gerekir ki, biz çok güçlü bir nükleer gücüz, ama onlar da öyle. Bundan hiç şüphe duymamak lazım”. Elbette buradan ABD’nin Rusya ile barış içinde yaşama politikasını istediği gibi bir sonuç çıkmaz, ancak görülen Trump yönetiminin Rusya ile olan ihtilafı, güçlerini ÇHC’ne karşı yoğunlaştırmak aracıyla dondurmak isteğinde olmasıdır.
Bu yaklaşım “müdahaleciler” olarak adlandırılan şahin politikacıların tepkisine yol açıyor. En başta Cumhuriyetçi Senatörler John McCain ve Lindsey Graham olmak üzere, Trump’ın Rusya politikalarını baltalamak isteyen kesimler bugünlerde Rusya’nın başkanlık seçimlerini manipüle ettiği gerekçesiyle yürütülen soruşturmaya sarılmış durumdalar. Zaten daha önce, 25 Temmuz’da ABD Temsilciler Meclisi büyük bir çoğunlukla, 419’a karşı üç oyla Rusya, İran ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı çeşitli yaptırımları öngören bir yasayı kabul etmişti. Bu yasa doğal olarak Trump yönetiminin hareket alanını daraltmış oldu, çünkü bizzat Trump’ın kendisi İran ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni “şer ülkeleri” olarak ilan etmiş ve bu ülkelere karşı tehditler savunmuştu. Bu nedenle tam anlamıyla bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı: Eğer yasaya karşı çıkıp, veto etseydi, hem İran ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti politikalarında inandırıcılığını yitirirdi, hem de “Rusya’nın yardımıyla başkan seçildiği” suçlamalarına temel kazandırmış olurdu. Trump yasayı kabul etmek zorunda kaldı ve Rusya politikasını zora soktu. Nihayetinde suçlamaları boşa çıkartmak zorundaydı. Trump Mayıs ayı başında, Rusya ile illegal ilişkiler suçlamasını araştırtan FBI Başkanı James Comey’i görevden almıştı, ancak şimdi özel yetkilerle donatılmış müfettiş Robert Mueller’in yürüttüğü soruşturma ile karşı karşıya. Mueller, Ekim sonunda ilk davaları mahkemeye kabul ettirdi ve muhtemelen Trump’ın seçim kampanyası ekibinden bazı önemli isimleri tutuklamaya hazırlanıyor. ABD medyası ise “Rus manipülasyonu” başlığında verdiği haberlerle Trump yönetimi üzerindeki baskıyı artırdı. Gözlemciler, soruşturmanın 2018 sonuna kadar süreceğini ve büyük bir olasılıkla 2018 Kasım’ında yapılacak olan Kongre Seçimlerini etkilemek için kullanılacağını belirtiyorlar.
Nitekim bu soruşturma Trump’ın başı üzerinde “Demokles’in kılıcı” misali sallanıyor ve aynı zamanda ABD egemen bloğu içerisindeki derin çelişkileri açığa çıkartıyor. Şimdilik Trump karşıtlarının pozisyonlarını güçlendirmiş oldukları söylenebilir. Gerçi Dış İşleri Bakanı Tillerson, her ne kadar “Rusya sorunların çözümünde yeterince yardımcı olmuyor” diye hayıflansa da, iki ülke arasında “iyi ilişkilerin kurulmasından yana olduklarını” vurguluyor, ama kabul edilen yasada öngörülen yaptırım kararları da Rusya’yı karşılık vermeye zorladığından, işler çetrefilleşiyor. Örneğin Trump tam da yeni sınıftan uçak gemisi olan “Gerald R. Ford” uçak gemisini teslim aldığı gün basına Rusya’nın ABD uçak gemilerini tek vuruşta batırabilecek güçte olan yeni bir roket yaptığı haberleri düşüyordu. Bu arada Rusya ve ÇHC arasında askeri işbirliğinin genişletildiği haberleri de gelmekte. Temmuz’da Baltık Denizinde ÇHC ve Rusya deniz kuvvetlerinin gerçekleştirdikleri ortak deniz manevrasının ardından, 30 Temmuz 2017’de St. Petersburg’da düzenlenen deniz kuvvetleri geçiş törenine ÇHC savaş gemilerinin de katıldığı bildiriliyordu. Aynı gün ÇHC devlet başkanı Xi Jinping’in Pekin yakınlarındaki bir askeri üstte düzenlenen ve yeni nükleer başlıklı stratejik silahların gösterildiği geçit törenine katıldığı haberleri veriliyordu. Sonucunda ABD emperyalizminin Rusya ve ÇHC arasına mesafe koyma çabaları tersine dönmüş ve her iki nükleer gücü askeri işbirliğine zorlamış oldu.
Trump’ın seçilmesinden ve hükümetini kurmasından bu yana geçen süreç, Trump yönetiminin ömrü konusunda öngörüde bulunmak için yeterince veri sağlamıyor. Ancak ABD emperyalizminin, egemen blok içerisindeki çelişkilerin derinleşmesine rağmen, dünya çapındaki hakimiyetini daha da zora sokmamak için, yasama dönemi bitmeden bir değişime izin vermeyeceği büyük bir olasılık. Sonuç itibariyle emperyalist-kapitalist dünya düzeninin içinde bulunduğu çoklu kriz ortamları, emperyalizmin mutlak hakimiyet sağlamasını engelliyor, eşik ülkelerinin ve Rusya veya ÇHC gibi emperyalizmin hedefinde olan ülkelerin karşıt güç oluşturmalarını teşvik ediyor. Buna rağmen dünyanın barışa yaklaştığı söz konusu değildir. Tam aksine, gerek emperyalist ülkeler arasındaki, gerekse de emperyalist ülkelerin egemen sınıflarının arasındaki çelişkiler ve bunların diğer ülkeler arasında yol açtığı güvensizlik iklimi, silahlanma yatkınlığının artması ve ekonomik çıkarları askeri araçlarla kollama isteğinin yaygınlaşması, dünya çapındaki savaş tehlikesini artırıyor. Geride bıraktığımız bir yılın gelişmeleri bize, ilan edilmemiş Üçüncü Dünya Savaşının sıcak savaşa dönüşmesi olasılığının arttığını gösteriyor.