UMUT-SEN Örgütlenme Koordinatörü Başaran AKSU İle Söyleştik: “Mücadele İçinde Devleşecek ve Devletleşecek Bir Proletarya Gücü Yaratmak!”
Politika: Ocak’tan beri özellikle pandemi sürecinde internet alışverişinin çok teşvik edilmesiyle oldukça fazla iş yükü bindirilen hizmet sektöründe çalışan işçiler, depo işçileri pandemi tedbirlerinde normalleşmeye doğru gidilirken isyan etti. Her yerde kışı ısıtan eylemlerdi. Bir ara değerlendirme yapabilir misin? Eylemler ne durumda kazanımları neydi? Nerde eksik kalındı?
Başaran Aksu: Aslında hepsi kazanımla sonuçlanıyor direnişlerin. MİGROS depoda, bütün o direniş döneminde, işveren geri durdu, kartları sert açtı, 250 kişiyi işten attı, gözaltına aldırdı, sendika da bunun karşısında sertlikle gitti. İşçiler kendi haklılıklarını topluma da anlatabildi ve beklediklerimizden daha fazla kazanımla direniş bitirildi. Herkesin işine geri döndüğü, ayrılmak isteyenin de tazminatını alarak ayrıldığı bir kazanım.
İlk ateşleyici olan Divriği’de yüksek bir kazanım elde edildi. En düşük ücret 5.200 TL oldu. Üç günlük işgalin sonunda. Aynı şey TRENDYOL’da oldu. İşveren yüzde 11’lik bir zam önerdi. Milim oynamam diyordu patron. Ama yüzde 38’e çıkarıldı zam oranı. Daha yükseğe de çıkardı ama arkadaşlar son günkü 2000 araçla Maslak’ı kuşatma çağrımız karşısında, patronun açıklama yapacağız bekleyin anonsları yüzünden bekleme moduna girdiler. Yoksa zam oranı yüzde 45’lere çıkabilirdi. Açıklamada yüzde 38 zam oranı olunca bu olumlu karşılandı. Sonradan da yakıt zamları üzerine bir iyileştirme de oldu. SPOTY 150 kişilik bir yer, eyleme 30 kişi katılabildi, TRENDYOL gibi yüzde 90’ları bulan bir katılım sağlanamadı. Ama onlar için de şirketler üzerinde baskı oluşturarak maaşlarında bir artış sağladık.
YEMEK SEPETİ’nde bugün 43. gün. Patronun arkasında Alman devi bir şirket var. Onlara karşı Pakistan’da da bir grev sürüyor. Boykot, iş yavaşlatma eylemleri ile direnişi sürdürüyoruz. Şirket, ‘direndiler ve kazandılar’ gibi durumun oluşmasını, bunun kamuoyuna böyle yansımasını istemiyorlar. Çünkü onlar da biliyor ki, başarı hızlı yayılıyor. ALPİN ÇORAP’taki işçiler mesela, Hadımköy bölgesindeki CARREFOUR SA depo işçilerinin eşleri ve depo işçilerinin direnişinden öğrenerek kendileri direnişe geçtiler. ALPİN’i gören başkaları da biz de yaparız diye düşünüyor.
Yine kamuoyuna çok yansımayan grev tehditi sayesinde çok sayıdaki işyerinde direniş başlamadan hak kazanımları oldu. Antep’te 35 işyerinde direniş olduysa 70 işyerinde de grev tehditi ile işçiler haklarını arttırdılar. Patronlar da direnişle daha pahalıya patlamasın diye hamle yaparak ücretlere zamlar yapma yoluna gitti. İşçinin olası tepkilerini kesmek için. Buradan direnişlerin, grevlerin sadece bunların fiilen yaşandığı yerlerden daha geniş bir alanı etkilediğini görmek lazım.
Politika: Sen aslında Anadolu’da uzun zamandır yaşanan proleterleşme süreci yaşandığını ve bunun artçı sarsıntılarını yaşadığımıza dikkat çekiyorsun. Ve başlayan bu sınıf dalgasının ikinci üçüncü aşamalarının da olduğunu, buna hazırlık yapmak gerektiğini söylüyorsun?
Başaran Aksu: Ocak ve Şubat’ta böyle bir şeyin başlayacağın epey önceden ifade etmiştik. Bunun tabi kehanetle ilgisi yok. Sahadaki olguların daha fazla göze batmasına dayanan bir durumu ifade ettik. Hem bu yaşanan birinci dalga, hem de önümüzdeki dönemde tanık olacağımız yeni sınıf dalgaları Türkiye’de neoliberalleşmenin tarihiyle beraber biriken proleterleşme sürecinin bir ürünü.
Bu sömürü ilişkileri etrafında güçlü ağlar, cendereler oluştu. Bunun temelinde şu yatıyordu, olası isyanı engelleme stratejisi. Bunun neyle yaptı, geleneksel rıza ve zor araçlarını daha sofistike hale getirerek bunu yapabildi. İdeolojik aygıtlar dediğimiz kültürel, sosyal, etnik, siyasi örgütlenmeleri, partileri, dernekleri, vakıfları bu doğrultuda seferber etti. Ceza kanunu, özel yetkili mahkemeleri vb. ile yeni bir hukuki nizam kuruldu. Kamu ihale kanunu çok göze battığı için işçilerin yaşadığı bu düzeydeki kapatılma boyunduruk altına alınma pratiği görülmedi. MOBESE’lerle, kameralarla Türkiye’nin her yerinde denetim, gözetim mekanizmalarının güçlenmesi bu kudretli ilişki ağlarıyla sarmalanan ve aynı zamanda büyük cezaevleriyle, büyük adliye saraylarıyla tamamlanan bir cendere bu...
Egemenler işçilere ait sendika düzenini de kendi kontrollerine alıp, sendikaları şirketlerin insan kaynakları departmanı gibi davrandıkları bir aygıt haline getirdiler. Şimdi bunların arasında bir konuya değinmek gerekiyor. PİRELLİ’nin İzmir’deki EKOLAS fabrikasındaki direnişini düşünürsek burada da DİSK’in iki sendikası arasında sorunlara neden oldu. Yani taşeron işçi ile “kadrolu” işçiler aynı sendikada temsil edilemiyor. Fakat bu 2002’den bu günlere geldiğinde bu taşeronlaştırma hem de devletin bir şirket gibi davranması ve de şirketlerde düşük ücret politikası sonucu örneğin bir TOFAŞ işçisinin 4 asgari ücret alırken bu MESS sözleşmeleri sonucunda 1,5 asgari ücret bandına geriletildiğini görüyoruz. Yani, sendikaların en temel sendikal işlevi olan ücret sendikacılığı bile yapmadığını görüyoruz.
Bu proleterleşme süreci bir mülksüzleştirme ve yoksullaştırma süreciydi. Kuşaktan kuşağa aktarıldı. Genç işçi bireyi dedesinden ninesinden bu yana, 24 Ocak Kararlarından bu yana yaşanan vahşi dönüşümü ve el koyma mülksüzleştirme pratiğini kendi aile tarihinden bilir hale geldi. Bu bilgiyi dışarıdan kendisine ideolojik olarak aktaracak kanalların dışında, kendisinin bizzat aile tarihinde bunun sorumlularını, bu acıları, yoksullaşmayı, bu geleceksizleştirmeyi yaşatanlara dair bir bilince sahip. Yani TOKİ dairesine de sahip olamayacak kredilerle. Bir insanın kendisini, eşini, varsa çocuklarını, onların eğitimi, mutfağı organize edebilmesi mümkün değil. Kuşkusuz bu aynı zamanda borçlandırılmış bir birey. Bu borçlandırılmanın da yetmediği yerel tefecilerin rol oynadığı bir darboğaz sözkonusu olan.
Aynı zamanda bu aile tarihi dediğimizde oradaki mahallenin ilçenin de tarihi. Oradaki siyasal öykünün %95’i böyle yoksullaşıp mülksüzleşirken kendi içlerinden işbirliği eden bir kesim değişik tarikat, cemaat, basın, o bu değişik ilişkilerle sıyrıldı ve yukarı çıktı.
Bu koşulları 40 yıl boyunca işçiler deneyimlediler ve 2022’e geldiler. Ve burada 2015 çok önemli bir olaydı. İşçi sınıfı açısından “Metal Fırtına” bizim cenahlarda çok az tartışıldı aslında, hak ettiği düzeyde bir ilgiyi alakayı odaklanmayı ne yazık ki görmedi. Ciddi bir kalkışma çünkü bu. Sendikal politikaların belirleyicisi olan Türk Metal’e karşı onbinlerce işçi Bursa’dan Kırıkkale’ye, Adana, Sakarya, Düzce’ye, bu havzalarda belirli sanayi kuruluşlarında ayağa kalktılar. İsyan ettiler, istifa ettiler. Bir kısmı DİSK’e geçmeyi çalıştılar. Birleşik Metal-İş ve DİSK tutamadı, kucaklayamadı.
Aslında hepsini kapsamak mümkündü ama Sol bu yönde, işçilerin bu kapatılmasını kıracak, sosyalizm dışı bile olsa, bir dertlenme, bir odaklanma, ‘ya nasıl olur da bunu parçalarız’ gibi bir düşünme tartışma süreçleri de yaşamadı. Sol da bulamadı. İşçiler de bulamadı. Zaten sol bulamazsa işçiler de bulamaz.
Politika: Neoliberal iktidar tablosu çıkardın. 2008 krizinden sonra neredeyse her yıl bir milyon kişi işsizler ordusuna katılıyor. İşsizler ordusuna katılmasa bile aldığı ücret ile açlık sınırının altında yaşıyor. Bu kadar ağır ve sömürü ve sefalet koşullarında işçilerin kendi bağımsız eylemini, örgütünü yaratma imkanı nedir?
Başaran Aksu: İşçilerin yüzde 20’sinin çok girişken, sosyal, kendi çevresinde sevilen, esprili, hareketli tiplerden oluştuğunu görüyoruz. Bu üstteki yüzde 20 dünyayı ülkeyi gelişmeleri takip ediyor ve buradan da etkileniyor, aradaki diğer dilimleri kriz anında harekete geçirebiliyor, önderlik edebiliyor. Şimdi burada o fabrikada yüzde 20’lik kesim, bu tablo karşısında kara kara düşünmeye başlıyor. Çünkü ne kendileri için ne de çocukları için bir gelecek yok. Enes Kara’nın manifesto gibi intihar metnini görüyor bu işçiler, sağlarında sollarındaki tartışmaları sadece yakın çevreleri değil sosyal medya üzerinden başka kentlerdeki hareketlenmeleri de görüyor ve buradan yol arıyorlar. 320 organize sanayi bölgesiyle, bütün Anadolu ve köylerinde meralarını kaybeden köylülerle birlikte bütün bunlar yaşanıyor.
Pandemi koşulları da işçinin bilincinde sarsıcı bir etkisi oldu. Sen çalışmaya gidiyorsun, sabahtan gece yarısına kadar işyerinde, depoda, madende kapatılmış olarak çalışıyorsun ama birilerinin canı daha önemli onlar evlerinde. Ve bazılarımız da kafamızda kask ile bu evlerde yaşayanların siparişlerini yetiştirmek için bütün gün motorun üzerinde oraya buraya koşturuyor... Ama zaten pandemi koşulları, küresel olarak kapitalizme yönelik eleştirileri de arttırdı. Kapitalizmin ideolojik olarak krizini derinleştirdi. İşçi sınıfının yaşadığı yıkım ve buna karşı direnci orta sınıfları da etkisi altına aldı. TRENDYOL ve MİGROS’taki işçilerin öfkeleri ve direnişleri karşısında bütün bu kesimlerin ortaya koyduğu destek aslında kendilerinin de yaşadıkları yıkıma dair kaygılarını yansıtıyor. Bu açıdan yeni bir hakikat evreni ile karşı karşıyayız.
Dolayısıyla bu durum kendi siyasal sendikal örgütlenme modellerini de bu mücadeleler içerisinde açığa çıkarıyor. Buna dair önden kesin tanımlar yapmak sakıncalı. İhtiyatlı olmak, dogmatik olmamak, ama yeni durumun fikri ve pratik olarak takipçisi olmak gerekiyor. Sadece burada değil, bizimle aynı kaderi paylaşan Amerika’da, Afrika’da, Asya’da ve Avrupa’nın merkez ülkelerinde de eylemler var, lojistik sektöründe çalışanların, E-ticaret hatlarında, tedarik zincirlerinde AMAZONda, ALİBABA’da eylemler örgütlenmeler var. Buralarda madencilerin de güçlü eylemleri var, vahşi saldırılar karşısında. Çin’de de güçlü işçi eylemleri var. Biz bu pencereleri yeni yeni görüyoruz. Dünyada imalat sektörünün güneye kaydırılması ve buradaki proleterleşme olgusunun sonuçları bunlar.
Eylemler de tam buralardan sökün ediyor. ADİDAS, NİKE, ZARA gibi uluslararası tekstil zincirlerine Türkiye’de taşeronluk yapan firmaların işçileri ayağa kalkıyorlar. Antep’ten Hadımköy’e kadar. Bu e-ticaret işçileri bir de küresel markaların üretim zircirlerine mal üreten yerler.
İşçi sınıfı içinde bulunduğu insanlık dışı konumundan çıkış için bir hamle yapıyor. Bu ileriye doğru hamlesini birkaç adım daha sürdürme olasılığı önümüzdeki dönemin dikkat kesildiğimiz noktası. Bizim de yoğunlaştığımız şey bu birkaç adımın da atılması için sınıf öbeklerini cesaretlendirmek. Nisan, Mayıs, Haziran aylarında bu dalgaların yaşanması beklentimizin temelinde de şu olgular var.
Tarımdaki girdilerin, mazot, gübre, tohum fiyatları astronomik oranda arttı. Mazot fiyatı 5-6 kat arttı. Dolayısıyla çiftçiye taban ücreti ve destekleme olarak ne fiyat verilecek ki, çiftçi zarar etmeden ürününü ekip biçsin. Çayda, fındıkta, tütünde, ayçiçekte, pamukta vb. taban fiyatlar açıklanacak. Bu yüksek maliyetlerle bu kesimlerin geçimlerini sürdürmeleri mümkün değil. Bu geçim koşullarındaki daralmadan dolayı aile içlerinde de ciddi çatışmalar yaşanır hale geliyor. Bunlar bir hayatta kalma kaygısının baskın hale geldiğini anlatıyor bize.
Bütün bu eğilimlerin, yıkımların, arayışların yeni bir hakikat evreni oluşturacağını, tepkilerin yükseleceğini, esnafların, çiftçilerin tepkilerinin artacağını öngörmek münemcimlik olmaz.
Politika: Sen yeni bir hakikat evreninde olduğumuzu ifade ettin. Sınıfsal fay hatlarındaki çelişkilerin yoğunluğu ve cereyanlar, “AKP sonrası dönem”de nasıl sürebilir? Ya da tersinden sorayım “güçlendirilmiş parlamenter sistem” sınfın üzerindeki güçlendirilmiş cendere, bu sömürü düzeni açısından ne vaat ediyor?
Başaran Aksu: Biz bir sermaye diktatörlüğü altında yaşıyoruz bu diktatörlüğü demokrasi ile örtmesine aldanmamak lazım. Bu demokrasi Soma’da 301 işçiyi öldürüyor. İSİG verilerinde her ay yaklaşık 200 işçi öldürülüyor ve kimse ceza almıyor bu cinayetlerde. Mesela FARPLAS’ta 150 işçi sendikaya üye olduğu için atılmış ve patron hayatına devam ediyor. Çünkü böyle bir düzen oluşturulmuş.
Ama “AKP sonrası dönem” açısından açıklanmış iki tane program var. Birincisi 28 Şubat’ta açıklanan 6 partinin ortak metni. Orada işçi sınıfının mevcut durumuna dair hiçbir şey yok. Sınıfı ilgilendiren esas metin TÜSİAD’ın “Geleceği İnşa” raporudur. Millet İttifakı’nın ufkunu belirleyen bu rapordur. Bu raporda sendika lafları ediliyor. Raporu Tuncay Özilhan sunmuştu. Ve Özilhan’la MİGROS direnişinde karşı karşıya geldik. Orada sendikasız ve düşük ücretle işçi çalıştırıyor. Eski “sarı sendikacı” üç dört kişiye taşeron şirketler kurdurmuş yönetici yapmış, bu köle kahyası tiplerle işçi bölüklerini yönetiyor.
Evet, AKP’nin gitmesi, her şeye rağmen bir değişim rüzgarı yaratacaktır. Ama ortada ne ekonomik ne de siyasi ideolojik krizi çözecek bir program yok. Dolayısıyla “AKP döneminin sonrası” daha sert geçecek bir durum yaratabilir. Bu devrimci olabileceği gibi karşı-devrimci de olabilir. 3-4 yıllık bir dönemden bahsediyoruz.
Politika: Peki sen, sınıf birinci adımı attı, ikinci üçüncü adımı atması için çaba göstermek lazım dedin. İkinci üçüncü adımı atmak için ne yapmak gerekir?
Başaran Aksu: Sınıf olarak bu çatışmaların altında ezilen olmamak için güç inşa etmeliyiz. Biz de bunun izlerini takip ediyoruz. Bu gücü inşa ettiğimiz oranda sağı da, solu da etkileyebilecek bir özne haline gelebiliriz.
Önderler, merkezler, insanlara nasıl yapılacağını gösterecek tarzda bir inisiyatif ve sorumluluk almalıdırlar. Sınıfı hareket ettirmek, onun hareketini belli bir yere kanalize etmek, bunun bedellerini ödemek. Mevcuttaki gibi, sınıfa tebliğ pratikleri ile de olmaz. Daha önce hiç eyleme katılmamış hak aramamış hakkı için kavga etmemiş insanların hakları için kavga etmesine vesile olmak, ve bu kavgasını güçlendirmektir devrimcilik. Burada kendinin devamı değil hareketin devamlığı, yeniden üretiminin önce gelmesi gerekir.
Daha önce de ifade ettim. Yer altında köstebek, yeryüzünde kaplan, gökyüzünde kartal olacak proleter bir siyasal gücü bu topraklarda inşa etmek mümkün. Bugün içinde olduğumuz tüm çabaları bu hedef doğrultusunda yoğunlaşma olarak okumak gerekiyor. Önce mücadeleyi yaratmak ve onun içinde devleşecek, sonra devletleşecek proleterya gücünü adım adım inşa etmek temel stratejik güncel görev budur.
Söyleşi / Cemil AKSU