Zamlara, Hayat Pahalılığına, İşsizliğe ve Yoksulluğa Karşı Nasıl Bir Mücadele?
Türkiye işçi sınıfı, emekçi yoksul halklar, işsizler, emekliler zor bir dönemden geçiyor. 80 öncesi yaygın olarak atılan “Zam Zulüm İşkence - İşte Faşizm!” belgisi bir kez daha gerçek oldu. Sınıfsal olarak küçük burjuvazi ve orta burjuvazinin bir kesimi de bu krizden ciddi oranda payını alacak.
Bir ülkede baskı temelli otoriter bir rejim boşuna kurulmaz. Demek ki ortada bir veya birden fazla sorun var. Yönetenler ülkeyi istedikleri gibi sorunsuz yönetebiliyor olsalar neden böyle baskıcı yöntemlere baş vursunlar.
Ekonomi batmış, sosyal ve ekonomik haklar sürekli kısıtlanıyor, bunun sonucunda politik bir kriz çıkması kadar doğal bir sonuç olamaz. Bunu onlar da görüyor. O zaman nasıl engelleyecekler? Baskıcı, otoriter ve diktatoryal bir yönetim biçimi ile. Uyguladıkları da bundan başka bir şey değil.
Geçen hafta sosyal medyada enteresan bir paylaşım dolaşıyordu. Muhtemelen bir Orta Anadolu kenti vatandaşı Elektrik İdaresini arıyor “elektrik faturası zamlı geldi, ben AKP’ye oy verdim, bu zamlar bize de mi uygulanacak?” diye saf saf soruyor. Tam da bu nokta bizler için bir çıkış noktası olmalı. AKP’ye ve MHP’ye oy vermiş seçmenlerin beyninde bir şimşek çaktırmak mümkündür. Buna benzer binlerce örnek ile önümüzdeki dönemde karşılaşacağız. Bütün sorun bunu nasıl değerlendireceğimizdedir.
***
Öncelikle konuları belirlemek gerekir. Birinci konumuz genel zamlar ve pahalılık. Enflasyondan kaynaklı hayat pahalılığı, dövize endeksli ithalattan kaynaklanan temel tüketim mallarındaki fiyat artışları, dövize endeksli anlaşmalardan dolayı oluşan hizmet sektöründeki fiyat artışları. Bu örnekleri ayrıntılandırmak ve çeşitlendirmek mümkün, ancak gerekli değil. Okuyucularımız ne demek istediğimizi anlamış olmalılar.
İkinci konumuz, sanki zamlar ve hayat pahalılığı yetmiyormuş gibi, işveren patronların krizden daha az etkilenmek veya krize rağmen gelirlerinde düşüş yaşamamak için uyguladıkları ekonomik ve sosyal kısıtlamalar. Sendikaların da basiretsizliğinden kaynaklanan bu konu maalesef önümüzdeki dönemde kazanılmış sosyal hakların kısıtlanması, zam ve pahalılık koşullarında sosyal hakların genişletilmesinin engellenmesi ve ücret zamlarının uygulanmaması ile somutlanacak. Kadrolu işçi çalıştırma yerine kısa dönem sözleşmeli ve taşeron işçi çalıştırma pratiği daha da yaygınlaşacak.
Üçüncü konumuz, kısıtlamalar ile yetinmeyen ve hakkedilen hakları vermek istemeyen patronların işten tekil ve toplu çıkarmalar ile işsizlik oranını artıracak olmaları. İşsizler ve emekliler hayat pahalılığı koşullarında daha da yoksullaşacaklar. Açlık sınırında yaşayanların sayısı ciddi oranda artacak.
Günümüzde sınıf ve kitle sendikacılığı geleneği sürüyor olsaydı, ülke ayağa kalkardı. Sarı sendikalar da bu fırtınaya uymak zorunda kalırlardı. Ekonomik kriz siyasi krizi daha da derinleştirir ve sınıf savaşımı keskinleşirdi. Şimdi sınıf ve kitle sendikacılığı neredeyse yok düzeyinde zayıfladı diye elimizi kolumuzu bağlayıp oturmayacağız. Yeni ve yaratıcı yol ve yöntemler ile hem sendikaların tümüne yönelik tabandan devrimcileştirici bir çalışma yürüteceğiz, hem de koşullara uygun ilave örgütlenme modelleri yaratacağız.
İşçi sınıfına sınıf bilincini aşılamak ve yükseltmek için nesnel koşullar uygun. Sadece bunun gerekliliğini gören bir bakış açısını politika katına yükseltmek ve onun araçları ile kadrolarını yaratıp doğru seferber etmek bize düşen görev olmaktadır. Bugün toplumun en az yüzde doksanı verili ekonomik koşullardan hoşnut değil. Ve bu yüzde doksanın yarısından fazlasında bıçak kemiğe dayanmış durumda.
***
Zamlara, hayat pahalılığına, işsizliğe ve yoksulluğa karşı, nesnel olarak iktidar ile karşı karşıya gelmiş olan en geniş yığınları öznel olarak bunun farkına varıp harekete geçirecek mekanizmalar yaratılabilir. Bunun söylendiği kadar çok kolay bir görev olmadığını hepimiz biliyoruz. Ancak önce gerekli olduğunu ve aynı zamanda mümkün olduğunu bilince çıkarmamız gerekiyor. Bu konudaki toplumsal hareketler eğer işçi sınıfının öncülüğünde bir direniş hareketine dönüşürse kar topu gibi büyüyerek bütün ülkeyi ve bu sorunlardan etkilenen toplumsal katmanları kapsar. Saman alevi gibi yanıp sönmemesi ise tamamen işçi sınıfının bu mücadelede üstleneceği role bağlıdır.
Böyle bir direniş hareketi gelişirse Gezi Direnişi’ni kat be kat aşan ve sonuca yönelecek, sürekliliği olan bir yığınsal direniş oluşması mümkündür. Bu bugünden yarına gerçekleşmez. Ancak bugünden çalışmaya başlanmazsa hiç gerçekleşmez.
Sözünü ettiğimiz çalışma genel bir propaganda veya eylem faaliyetinden çok farklı bir özelliğe sahiptir. Genel propaganda ve eylem faaliyeti, bütünsel bir çalışmanın birleştirici ögeleridirler. Aslolan sınıfın olduğu yerde, onun içinde örgütlenmektir. Sınıfı politik tercihine takılmadan, son seçimlerde kime oy verdiklerine bakmadan, kendi temel sorunları temelinde örgütlemektir. Bu çalışma ancak üretim ve yerleşim alanlarında yürütülüp başarılı sonuç elde edilebilecek bir çalışmadır. Biz ilk aşamada kimseyi kendi örgütlerimize kazanmak için çalışmamalıyız. Amaç önce onlarda farkındalığı olan sorunları bilince çıkarıp, kendi örgütledikleri bir hareket olarak sorunlarının çözümlerini kendi ellerine elmalarını sağlayacak çalışmalar yürütmektir. Bu kitle AKP’li, MHP’li, HDP’li, CHP’li olabilir. Hiç önemli değil. Önemli olan bugün yaşanan sorunların muhatabı olup olmadığıdır.
***
MHP destekli AKP-SARAY Rejimi’nin en çok korktuğu da bu bilinçlenmenin oluşmasıdır. Çünkü onlar da biliyorlar ki, bilinçlenme direnişin ön adımıdır ve yığınlar kendi örgütlenme araçlarını pratikte yaratacaklardır. Bu pratik de özü itibarıyla devrimci bir pratiktir.
İktidarın OHAL’i kaldırdım dese dahi OHAL kanunlarını bir Sıkıyönetim yasası çerçevesinde genişleterek anayasal dayanağını oluşturarak uygulaması boşuna değildir. Bugün TBMM, 12 Eylül faşist paşalarının Danışma Meclisi’nin dahi gerisinde bir niteliğe sahiptir. Bu raundun sonucu TBMM’de değil yaşamın gerçek alanlarında, sokaklarda, semtlerde, mahallelerde, fabrika ve işyerlerinde belirlenecektir.
“Korkunun ecele faydası yoktur” öz deyişi yoktan var olmamıştır. Derin bir anlamı vardır.
***
Konuyu toplumsal mücadelenin faklı bir alanından örnek vererek açarak toparlamaya çalışalım. Kürt ulusunun özgürlük talebi bugün milyonları sarmış durumdadır. Bu milyonlar, ana dilde eğitim, ana dilin resmi dil sayılması, Kürt ulusunun politik ve kültürel haklarının sağlanması temelinde ayağa kalkmışlardır. Bu kitleler Sosyalizm amacıyla direnişe geçmediler. Ancak genel sosyalist mücadelenin bir parçası oldular. Devrimci bir karakter kazandılar, kazandırdılar.
Bu örneğin iki yanı var. Birincisi, Türkiye’nin bileşen tüm halkları, ulusal özelliklerinden bağımsız olarak SARAY Rejimi’nin ürettiği ekonomik krizin muhataplarıdırlar. Bu sorun her yurttaşın etkileneceği ve çözüm arayıp isteyebileceği bir ekonomik-sosyal sorundur. Bu anlamıyla ulusal sorun gibi tüm yurttaşları kapsamaktadır. İkinicisi ise; ulusal sorun nedeniyle görece daha hareketli duruma gelmiş olan ve yoksulluk derecesi nedeniyle ve de nüfusunun çoğunluğunun emekçi karakteri niteliğiyle Kürt halkı da Türk halkı ve diğer halklara mensup işçiler ve emekçiler gibi bu ülkenin sorunlarından etkilenmenin ötesinde yakın geçmişte ve günümüzde başarılı bir mücadele deneyine sahiptir. Kürt halkı Türkiye’nin ekonomik ve sosyal sorunlarından doğrudan etkilenen önemli ve aktif bir kesim olarak bu alandaki mücadelelerde de en önde yer alabilecek niteliktedir. Dolayısıyla Türkiye işçi sınıfının doğal bileşeni ve müttefiğidir. Onun için bu ülkede sınıf mücadelesi birleşik bir mücadele olarak yürüyecek ve utkuya ulaşacaktır.