Zifiri Karanlıkta Bir Işık Hüzmesi, Kaybolmayan Umutlar ve Yeni Bir Yıl

Zifiri Karanlıkta Bir Işık Hüzmesi, Kaybolmayan Umutlar ve Yeni Bir Yıl

Bitmez tükenmez saldırganlıkla doğaya karşı açılan hoyratça bir savaş…

Dağları yerinden oynatan, yeşil doğanın tomurcuklandığı sonsuz devinimin en aydın umutlarının  kapkara bir yağmaya dönüştürüldüğü yerinde, özgürlüğün  masmavi sonsuzluğuna  koşmak varken, gökyüzünün ateş yağdırdığı zamanlar da bile kımıltısız boşa giden uyuşuk  yaşamlar… Şafağın ışığını sinsi tuzaklara bağlanıp fark edemeyenler pırıl pırıl bir dünyayı üreterek,  geleceği  bir elmas ışıltısında aydınlattığının farkında değildi…  

Bu dev yapılar, limana dizi dizi sıralanmış gemiler, ucu bucağı görünmez başağa duran ova, apaydınlık gece, sesi geride bırakan taşıtlar, göz kamaştıran resimler, kitaplar, bu taş yontular onun eseriydi…  Bir ışık patlaması yarattığı zenginlikler koyun koyunaydı düşmanlarıyla. Bazen boğazına tak ettiği yerde ateşli bir karşı koyuş isteği duyuyor, sonra azıcık kopardığı tavizlerle usukup (uslanıp) yeniden bağlanıyordu kaderine. Rüzgar esiyordu bildik seyrinde… O’da bu rüzgarın içinde savrulup duruyordu…

Yaşamın bütün biçimleri sarmaş dolaş zamanın içinde. Top top düzensiz dağınık bulutlarla kaplı olsa da, yine de ürküten bir güç gökyüzü.  Sürekli büyüyen kızıl topaçlar gibi kanatlanan alev vücutlar uçamamanın acısıyla içine yanıp durdu yıllarca; soğudu bir koza canlılığıyla… Koza dağınık buzdan bloklar gibi sert, içi yanmaya hazır alev gibi bir arada…

Derya zordur, tatlı suları sever bazıları… Aldatıcı vırakları duyulur gece gündüz. Bataklığın besili canlıları gibi arsız, sahibini şaşırtacak kadar itaatkardırlar... Gökte önce pırıltı deryası azalır, sonra fersiz bir ışık ve özü değişmeyen bir dünyanın gündüzü.

Soluksuz durmak ne zor. Bir nefes almalı şimdi, daracık ışık huzmesinden bir soluk… Bir oyun oynandı yüz yıl öncesine benzer, yeni bir dünya yalanıyla… Rüzgar esiyor, fırtına çetin. Ateşte bir çelik gibi biçim alıyor zaman. “Bugün erken, yarınsa ya nasip” demeden.  Eskisi gibi değiliz tamam da; uyuşuk insanlar gibi birbirlerinin üzerine yığılıp, bir sağa bir sola sendeleyerek, zincirleri kırıp sağ salim çıkılamaz bu fırtınadan.

Kayıp verdik, yaralandık, bilendik... Günler çabuk geçti. Hep bizden aldı zaman.  Özüne dokunmadan bozulmaz bu düzen. Bir aldatmaca, rüşvet, yalanlar deryası… Bunu öğrendik, birde kendi savaşımımızı geliştirmek, genişletmek işini…

Bir buz kalıbı gibi erimemeli ateşte. Azalmamalı her geçen gün… Düşman böylesi durumları sever. Derin bir ‘sevgi’ ve okşayışla yalanlarla süsleyip sesini çekip alır verdiklerini geri…  Başka olmak lazım. Sonsuz bir mavilikte uçar gibi bağımsız olmak lazım. Derin, bilgili ve geniş… Yoksa kazanılanlar korunamaz, genişletilemez, özlenen bir dünyaya kapıyı aralayamaz…

***

Güneş daha ışığını göstermeden ilk o gelirdi kahveye. Ufak tefek bir adamdı. Aceleci, meraklı ve sıcakkanlı davranışlarıyla köyün maskotu gibiydi. Çay kazanını yeni doldurmuş, henüz ocağı yakmış olurdu kahveci. Sabah namazına gelecek müşterilerin vakti değildi henüz… Bu sabah kahveye girerken çok heyecanlıydı. Köyün tarihinde görülmemiş bir durumun coşkusunu yaşıyordu. Heyecanla elleriyle bir yerleri işaret ederek;

“Heey gördün mü duvardaki yazıları.”
“Ne yazısı be ya.”
“Mahallenin bütün duvarlarına yazı yazmışlar. Ne olduğunu anlayamadım ama şuradaki samanlık duvarına rotoryo izmizmi, Hacıların duvara da entirika kontirika gibi bir şey yazmışlar. Kim yapmıştır bunları be ya…”
Sabah müdavimleri gelmeye başlamışı kahveye. Her gelene duvardaki yazıları görüp görmediğini soruyor, heyecanına onları da katıyordu. Kimi geçit yok, kimi artık işçilerin yolundan yazıldığını, kimi de anlamam ama mektepli çocukların işi bu diyordu. 
Kahveci bir yandan çay dağıtırken, söylenenleri, olan biteni dikkatlice dinliyordu. ‘ Hele dün akşam kahveden çok geç çıktı bu çocuklar. Aralarında fısıltıyla bir şeyler konuşuyorlardı. Gece yarısı kapalı hayvan pazarına doğru gitmişlerdi. Gene bi bok yediler ama hayırlısı.’ diye geçirdi içinden…
Namaz çıkışı kahve dolmuştu. Gün hareketli geçeceğe benziyordu. Herkes yazıları konuşuyordu. Köyde bütün olan bitenleri iş edinen, hemen gerekli yerlere bildiren tüccar Kaya içeri girince bir sessizlik oldu.
“Komanisliği öğrendi bu çocuklar okullarda”
Kahvedeki bu yeni durumun şamatasıyla neşelenen insanlar birden ciddileşmişti. Bir yandan tüccarın ispiyonlarının ucu kendine dokunup dokunmayacağını düşünürken, öbür yandan gençlerdeki ani değişimin yaşamlarına getireceklerini düşünüyorlardı.
‘Bunları okumak için şehre gönderiyor babaları’ diye düşündü kahveci. ‘Köyümüzden büyük okullarda okuyarak örnek olacak ilk çocuklar diye ne kadar sevinmiştik. Onlarsa akıllarını kıçlarına takıp geri geliyorlar. Şimdi bu “ispiyonun” bire bin katan yalanlarından nasıl kurtulurlar…’

***

Gecenin en ıssız yerinde gözlendiklerinden habersiz karanlığın içine yürüdüler. Kapalı hayvan pazarının gözden uzak köşesine oturup yapacakları işi gözden geçirdiler. Birinin elleri titriyordu. Köyü çevreleyen çam ve meşe ağaçlarının yaydığı serinlik, baharın ılık yüzünü bastırıyordu… Kanalın karşı kıyısındaki çitlerin arasından bir çift gözden habersiz ‘vakit tamam’ dedi biri…
Karanlık;  gizemli düşlerin ürkek yaşamı. Hayata ilişkin eksiksiz tasarımların masala yüklendiği sonsuz bir düş gücü karanlık. Gerçeklikten ayrık, ama gerçekliği arayan sınırsız bir yolculuk… Masalsı tanımlamıştık aşkı, yüz kızartıcı bireyciliği en doruk noktasında karanlığa yükleyerek…
Karanlık düş gücü, düşün gerçekliğe zorlanan en gözü kara ucu.
Karanlıkta yapılanlar gizlidir!...
Gözlerinin en sinsi yerinden, ışıltılı duvar yazılarını okumaya çalışıyordu biri. Uğursuz yüzü, bir hayalet gibi en hain yerinden giriyordu köyün yaşamına. Bulunduğu ortam ürperten bir sessizlikle onursuzluğun en kara yeriydi… Belli aralıklarla gecenin en ıssız yerinde uyanır, yaşamın en deli kan, en üretken yerine akıtacağı zehrin ipuçlarını arardı.
“Gözünden ayırma bu çocukları” demişti ona komutan…

***
 

Köyün karanlık örtüsü kalktı. Güneş sivri dağ doruklarının ucunda gözüktü.  Buna rağmen yeni işgününe doğru bir hareketlilik gözükmüyordu. Sabahın serinliği mayıs güneşinin vurmasıyla dönüşmüş, insanlar öbek öbek toplandıkları ana caddeye açılan kavşaklarda, günün getireceği bir maceraya seyirci olarak yerlerini almışlardı. Güneşin ısısıyla köyün üzerinde gri sis örtüsü yükseliyor, yeşil ağaçlar baharın ilk günlerine özgü renkleriyle ısı arttıkça ortaya çıkmaya başlıyordu. Önce ağaç yapraklarını saran buğu yukarıya yükseliyor, sonra beyaz ışığın etkisiyle köyün apaydınlık, çiçekli yemyeşil örtüsü ortaya çıkıyordu. 
Önde minibüs, ardında silahlı askerlerin karşılıklı oturduğu yanları açık bir kamyonetle jandarma araçları ana caddeyi hızla geçti. Önceden yönlendirildiği anlaşılan istikamette duraksamadan kayboldu. Kalabalık köy meydanına doğru birikmeye başlamıştı. Bir süre sonra araçlar tekrar görüldüğünde, meraklı sorularıyla gürültülü kalabalık bir nümayiş görüntüsü veriyordu.
“Hepsini bulamamışlar, yakınlarını götüreceklermiş” dedi kalabalıktan biri.

***

Karanlık uçsuz bucaksızdır. Kıyısız, bitimsiz bir yolculuk gibi. Birden bir fısıltı duyarsın, ürperten bir sezi. Sonra rüzgâra bırakmak istersin gövdeni; geniş düzlüklere ve sonsuz ışıklara savursun diye. Kapkara gecenin ölümcül belirsizliği içinde umuttur artık gideceğin yer. Uzaktan bir ses yükselir… Kalabalıklaşır sonra… İçini yakan korku, teslim olduğun umut, derin bir iç çekişle bir gömütten çıkar gibi güneşin ışıltılı gerçekliğine dönüşür. Ulaştığın sonsuz genişlikler içinde, yorgun bakışlarınla bir dost ararsın, bir sevda… 
Karanlığın yalnızlığını mevcut dünyanın bir yerinde hep var olduğunu bilerek, uzatırsın kollarını güneşe…

Yakalarsın…
“DOST DOST İLLE DE KAVGA.”  Yeni yılınız aydınlık olsun…


Konuyla ilişkili diğer makaleler