Bir Senaryonun Ardından...
Dayatılmış bir seçim sürecini arkada bıraktık. Öyle anlaşılıyor ki, seçimler ile beraber sözde demokrasinin son kırıntıları da çöp sepetine atılmış oldu. “Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” misali 2 Kasım günü esmeye devam eden baskıcı rüzgarlar kimseyi şaşırtmadı. Bu sisli baskı ortamı daha 7 Haziran seçimleri öncesi başlamıştı. 5 Haziran Diyarbakır mitinginde patlatılan bomba daha seçimler öncesi baskı ve terörün tepe noktasını oluşturmuştu. Ancak yetmedi. İstedikleri sonucu üretemediler. Barış ve demokrasi güçleri yüzde on üç ile 7 Haziran’da barajı yıktılar. 8 Haziran’da plan belli olmuştu aslında. Ülke yeni bir seçime götürülecek ve her ne pahasına olursa olsun bu seçimde AKP tek başına hükümet kuracak güce erişecekti. Düğmeye basıldı. Önce Suruç Katliamı ile 20 Temmuz’da, ardından HDP Genel Merkezi’nin kundaklanıp yağmalanmasına kadar uzayan süreç… Ancak yetmedi. Türkiye’nin batısı, başta Türk halkı olmak üzere diğer halklar Kürt halkı ile dayanışma içindeydi. İşçi sınıfı, emekçiler barış ve demokrasi bayraklarını daha da yükseklere çıkarmaya başlamıştı. Bu engellenmeliydi. Ve 10 Ekim Ankara Katliamı… Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerin sendikal örgütleri ile teknik elemanların meslek örgütlerinin, tüm barış ve demokrasi güçleri tarafından desteklenen yığınsal mitingi, başlamadan kana boyandı… Baskı ve terör artık had safhaya yükselmişti. Hani ya insanlar “huzur istiyoruz, allah belalarını versin, ama…” diye diye kendilerine oy versin istediler. Tezgah bu idi.
Ekonomi de böyle bir sürece uygun ayarlanmıştı. Döviz değer kazanıyor, borsa düşüyor, enflasyon artıyor, krediler, kredi kartları ödenemez duruma geliyordu. Doğal olarak üretim de düşüyor, ihracat azalıyordu. Bunun karşısında “asgari ücret 1300 TL’ye yükseltilecek” dediler. Az para mı 300 TL ? Bir gecekondu kirası. “Bizi seçmezseniz bu ülkede istikrar olmaz” dediler. Korkunun üstüne bir de bu ekonomik tedirginlik gelince; “iki kere allah belanızı versin, ama…” dedi insanlar. Bunun yanısıra kimsenin “günahına girmeyelim” ama, bu karışık ortamda sandık güvenliğinin, sandık müşahitlerinin görevlerini gereğince yapmalarının bir çok yerde önüne engel kondu. Elektronik ortamda ne yapıp yapmadıkları da ayrı bir muamma…
Bütün bunlara niye yer ayırıp mürekkep harcadık? Sadece senaryoyu tasvir etmek için. Çünkü aslında 7 Haziran’da seçim yapılmıştı ve halk eğilimini sandığa yansıtmıştı. İşte, nasıl bir ülkede ve nasıl bir “demokrasi” içinde yaşadığımızı siz anlayın. 2 Kasım’da TÜSİAD, Sabancı, Koç ve bilumum patron zevat “Seçimlerin tüm yurtta güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesi ve seçimlere katılım oranının oldukça yüksek olması büyük memnuniyet vericidir. Seçim sonuçlarının ülkemize huzur, başarı ve refah getirmesini diliyoruz” açıklaması ile seçim sonuçlarını selamlıyordu. Baskıdan, terörden, savaştan, ekonomik sorunlardan hiç söz yok. Bu da çok normal.
Kısacası; AKP iktidarının ve R.T. Erdoğan’ın diktatörlüğünün devam etmesini isteyen Türkiye’nin egemen sınıflarıdır. Onları bu tercihe yönlendiren unsurların biri de Rusya’nın Ortadoğu’ya müdahalesi sonucunda dengeleri allak bullak olan ABD ve AB emperyalistleridir. O halde biz ne yapmalıyız ? Çok basit: Burjuvazinin egemenliğine ve onun iktidarına son vermeliyiz, emperyalist güçler ile ülkemizin tüm bağlarını koparmalıyız. Bunu başarabilecek yegane güç ise Türkiye işçi sınıfı ve Kürt ulusal demokratik hareketinin bağlaşıklığıdır.
Politika