Demokrasi ve Sosyalizm
Demokratik ve bu bağlamda sosyal hakların genişletilmesi için verilen mücadele ile - ki, biz bunu burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi olarak nitelendiriyoruz - işçi sınıfının iktidarının kurulması, yani sosyalizm mücadelesi arasındaki birbirini tamamlayıcı ilişki, uluslararası işçi ve komünist hareketinin tüm tarihi boyunca büyük bir önem taşımıştır. Günümüz emperyalist-kapitalist dünya düzeninin realitesi, kriz doğurganlığı ve saldırganlığı bu ilişkiye ayrı bir önem ve güncellik kazandırmaktadır. Gerçi bu ilişki komünistler açısından hiç bir zaman önemini ve güncelliğini yitirmemişti, ancak 1989/1990 karşı devrimi ve likidasyon uğraşları komünistlerin bu ilişkinin gereğini yerine getirmelerinde köstekleyici rol oynamıştır. Bu durum ise, işçi sınıfına, devrime ve sosyalizme olan inançlarını yitirenlerin oluşturdukları reformist akımların, özellikle ülkemizde kemalizm ile liberalizm kıskacına sıkışmış sosyalist yapıların demokrasi mücadelesini sınıfsal içeriğinden ve sosyalizm hedefli bağlamından kopartarak, kapitalizmin sınırları içerisindeki bir çözüme indirgemelerine yol açmıştır. Benzer bir gelişmeyi tersinden, sosyalizm mücadelesini demokratik özünden koparan sol sekter akımların yaklaşımlarında görmek olanaklıdır.
Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin önemi ve güncelliğinin iki temel nedeni vardır: Birincisi, kapitalizmin yapısal krizlerinin derinleşmesi ile işçi sınıfının iktidarının kurulması için devrimci değişimlerin gerekliliği arasında hâlâ var olan çelişkidir. İkincisi ise, devrimci güçlerin bilhassa örgütlülük konusundaki yetersizlikleri ile ezilen ve sömürülen sınıfların gerekli olan siyasi bilince ve kararlılığa sahip olmamalarıdır. Ezilen ve sömürülen kitlelerin bu durumu, kapitalizmin sistem krizlerine sömürü, baskı ve savaş politikalarını yoğunlaştırarak yanıt verdiği günümüzde, sadece yoksul coğrafyaların değil, tüm dünyanın yangın yerine dönme tehlikesini derinleştirmektedir.
Genel olarak bakıldığında, gerek emperyalist ülkelerdeki, gerekse de diğer kapitalist ülkelerdeki devrimci ve sosyalist hareketler arasında iki belirgin eğilim göze çarpmaktadır: Bilhassa Avrupa solu, ama aynı şekilde Türkiye gibi ülkelerdeki ezen ulusa mensup kimi sosyalist gruplar, giderek daha da sertleşen mücadele koşulları karşısında devrimci perspektifi (söylemde bolca kullanılsa dahi) terk ederek, özünde bir sınıf uzlaşması, hatta işbirliği olarak nitelendirilebilecek reformist pozisyonlara kaymaktadır. Reformist pozisyon alışın doğal sonucunda ise, geleneksel sosyal demokrasinin çoktan neoliberal cephenin bir parçası olarak emperyalist saldırganlığa toplumsal rıza kazandırma rolünü üstlendiği bir ortamda bu parti ve hareketlerin »sosyal demokratlaşma« süreci ortaya çıkmaktadır. Türkiye özelinde bu sürecin kendisini »CHP kuyrukçuluğu« biçiminde ifade ettiğini söyleyebiliriz.
İkinci eğilim ise, her ülkedeki tarihsel ve somut koşulları, maddi şartları, güçler dengesini vs. dikkate almadan, sosyalizm mücadelesinin aşamalarını ve evrelerini reddeden sabırsızlıkla dolaysız tek görevin sosyalist devrim olduğunu savunan sol sekterliktir. Sol sekterlik verili koşullar altında toplumsal ilerleme ve adaletin sağlanması, milliyetler sorununun çözülmesi, demokratik ve sosyal hakların genişletilmesi için üretilen alternatif politika ve programları »sonuçlarını törpüleyerek kapitalizme hizmet etme« olarak nitelendirmekte ve neticesinde »sistem içi çözüm olmaz« gerekçesiyle reddetmektedir. Sol sekterliğin sözel radikalizmi, dün olduğu gibi bugün de küçük burjuva »devrimciliğinden« başka bir şey değildir.
Komünistlerin bakış açısı
Lenin’in vurguladığı gibi, çağımız Büyük Ekim Devrimi ile başlayan kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır - 1989/1990 karşı devrimiyle kapitalizmin restorasyonu ve hali hazırda sosyalist devrim koşullarının olgunlaşmamış olması, bu gerçeği değiştirmez. Komünistler, Marksist-Leninist dünya görüşleri temelinde günümüz devletlerinin sınıfsal doğasının belirleyici olduğunu, kapitalizmin ve dolayısıyla burjuva demokrasilerinin özünde burjuvazinin diktatörlüğü olduğunu ve halk kitlelerinin büyük çoğunluğu için en geniş ve gerçek demokrasinin ancak sosyalizmle, işçi sınıfının iktidarı, yani proletarya diktatörlüğü altında kurulabileceğini savunurlar. Ancak bu savunu, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin farklı aşamalar ve evrelerden geçeceği gerçeğini yadsımaz. Komünistler, demokrasi mücadelesinin işçi sınıfı partisinin devrimci stratejisi için taşıdığı önemi ve demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki kopmaz bağlantıyı dikkate almakla yükümlüdürler.
Komünistlerin bu çerçevedeki bakış açısı, döneminde aynı anda iki cepheye, bir tarafta devrimi erteleyen ve devrimci eylemi sabote eden sağ, revizyonist ve reformist oportünizme, diğer tarafta da kitlelerden ve sınıftan kopuk sabırsız sekterlik ve dogmatik lafazanlıkla devrimin önünü açabilecek her türlü olanağı ve reel ilerlemeyi boşa çıkaran »sol« oportünizme karşı mücadele eden Lenin’in öğretici teorilerine dayanmaktadır. Lenin, Ocak 1916’da kaleme aldığı »Sosyalist devrim ve ulusların kaderlerini tayin hakkı« başlıklı tezlerinde şöyle yazmaktadır: »Sosyalist devrim tek perdelik bir oyun, tek bir cephede tek bir muharebe değil, aksine keskin sınıf ihtilaflarının bütün bir çağı, tüm cephelerde, yani ekonomi ile siyasetin tüm sorularında verilen ve sadece burjuvazinin sahip olduklarının kamulaştırılmasıyla bitebilecek olan uzun muharebeler dizisidir. Demokrasi için mücadelenin proletaryanın dikkatini sosyalist devrimden çekeceğine veya bu devrimi arka plana iteceğini, üstünü örteceğini ve benzerine inanmak, büyük bir yanılgıdır. Tam tersine, nasıl tam demokrasiyi gerçekleştirmeyen muzaffer sosyalizm olanaklı değilse, aynı şekilde demokrasi için her açıdan tutarlı, devrimci olan mücadeleyi vermeyen proletarya da burjuvazi üzerindeki zaferine hazırlanamaz.«
Komünistlerin demokrasi anlayışı Marksist-Leninist dünya görüşleri ve devrimci deneyimleri ile uyumlu olmak zorundadır, ki ülkemizde yasaklı olan TKP’nin güncel belgelerine bakan, bunun kanıtlarını bulmakta zorlanmaz. Bu anlayış ne formel demokrasiyi hiçe sayar, ne de siyasi demokrasinin değerini görmezden gelir. Ama aynı zamanda demokrasinin bir ülkenin bağımsızlığını ve hükümranlığını garanti eden çerçevede halkın/halkların siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel erke sahip olmalarının zorunluluğundan hareketle, sınıfsal içeriğini yadsımaz ve demokrasiyi salt burjuva anlamında parlamenter demokrasiyle eşitlemez. Çünkü burjuva demokrasisi ve burjuva çığırtkanları demokrasiyi salt hükümet etmenin siyasi biçimine indirgemekte ve burjuvazinin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet temelinde ve kapitalist üretim tarzı çerçevesindeki egemenliğini gizlemektedirler.
Her devletin her zaman bir sınıfsal karakteri vardır. Toplumsal sınıfların ve sınıf çelişkilerinin üzerinde duran, »tarafsız« bir devlet yoktur. O açıdan demokrasiden bahsedildiğinde yanıtlanması gereken can alıcı soru, »kimin için ve kimin çıkarına demokrasi«dir. Çünkü, Lenin’in de vurguladığı gibi, hükümetin siyasi biçimi ile herhangi bir sosyo-ekonomik rejimin özü aynı şeyler değildir, yani aynı sınıfsal nitelikte ve aynı sosyo-ekonomik formasyonda iktidar biçimleri aynı olmayabilir, ki bu işçi sınıfının mücadeleleri açısından son derece önemlidir - faşist diktatörlük koşulları altında verilen mücadele ile burjuva anlamında parlamenter sistem koşullarında verilen mücadelenin farklı olması gibi.
Daha önceki yazımızda vurgulamıştık: burjuvazinin sınıf tahakkümü farklı biçimlerde, diktatoryal veya demokratik biçimlerde sürdürülebilir. Kapitalizm ve kapitalist sömürü mutlaka demokrasiyi gerekli kılmaz, koşullar, yani sınıf savaşımı biçimi belirler. Tekelci burjuvazinin vahşi diktatörlüğü olan faşizm, burjuva iktidarının en şiddetli biçimidir. O açıdan komünistler burjuvazinin iktidarını parlamenter demokrasi veya faşist diktatörlük biçiminde sürdürmesini aynı görmezler, kayıtsız kalamazlar. Kapitalizm sürdüğü, emek sömürüsü devam ettiği müddetçe burjuva diktatörlüğünün olanaklı olduğunca demokratik biçimde devam etmesi, proletaryanın, ezilen ve sömürülen sınıfların çıkarınadır. Çünkü burjuva demokrasisi, ezilen ve sömürülen sınıfların haklarını savunmaları ve genişletmeleri, işçi sınıfının birliğinin kurulması ve örgütlenmesi, burjuva iktidarının sınırlandırılması ve kitlelerin sosyalist devrim mücadelesine kazanılması için en uygun olanakları sunar. Tam da bu nedenle demokrasi mücadelesi, yani burjuva demokrasisinin demokratikleşmesi için verilen mücadele, sosyalizm mücadelesinin bütünsel bir parçası, tamamlayıcısıdır.
Demokrasi ve milliyetler sorunu
Milliyetçilik her zaman ve her ülkede burjuvazinin elindeki en önemli egemenlik araçlarından birisi olmuştur. Tarihte olduğu gibi, bugün de gerici ve faşist hareketler tekelci burjuvazinin işçi sınıfını ve demokratik güçleri bölmek ve zayıflatmak için kullandığı yedek güçlerdir. Ancak bu yedek güçlerin oynadığı rol, burjuva hükümetlerinin attıkları gerici adımlar ile güçlendirilmektedir. Günümüzdeki otoriterleşme tandanslarının gösterdiği gibi, açık faşist diktatörlüğün yolunu açan gerici adımlar, sadece işçi sınıfının mücadelelerle elde ettiği kazanımları yok etmekle kalmamakta, aynı zamanda burjuva demokrasinin sağladığı tüm kazanımları da tehdit etmektedirler. O nedenle, Engels’in deyimiyle işçi sınıfının »nefes almak için havaya ihtiyaç duyduğu« kadar ihtiyaç duyduğu demokratik hak ve özgürlükleri savunmak ve demokrasi mücadelesi için olanaklı olan en geniş toplumsal ittifakları örmek, komünistler açısından başat görevler arasındadır.
Milliyetçiliğin keskinleşen sınıf çelişkilerinin üstünü örttüğü durumlarda demokrasi mücadelesi için toplumsal ittifakların örülmesi ve farklı milliyetlerden sömürülen sınıflar arasında sınıfsal çıkarları temelinde köprüler kurulması, çok daha büyük önem ve ivedilik kazanmaktadır. Örneğin Türkiye’de »Kürt sorunu« olarak adlandırılan milliyetler sorunu barışçıl, adil ve demokratik bir çözüme ulaştırılmadan, ne demokrasi mücadelesinde, ne de sosyalizm mücadelesinde etkin ileri adımlar atmak olanaklı olacaktır. O açıdan »Kürt sorununun« barışçıl, adil ve demokratik çözümü, burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi mücadelesiyle eş anlamlıdır ve Türkiye işçi sınıfının çıkarınadır.
Ancak bu mücadele için gerekli olan toplumsal ittifakların kurulması, günümüz koşullarında son derece zorlaşmıştır. Bunun farklı nedenleri bulunmaktadır: Öncelikle »Kürt sorununun«çözümü sadece AKP-Saray-Rejiminin politika ve hedefleriyle değil, aynı zamanda başta MHP ve CHP olmak üzere, tüm burjuva partilerinin programlarıyla çelişmektedir. İhtilafın süresi, kirli savaş metotları ve kullanılan milliyetçi söylem, gerek bu gerçeği, gerekse de milliyetler sorununun Türkiye’deki sınıf ilişkilerine dayandığı gerçeğinin üstünü örtmektedir.
Şöyle ki; Kuzey Kürdistan, ucuz iş gücü deposu olmasının yanı sıra, başta su olmak üzere, zengin doğal kaynaklara sahiptir ve Ortadoğu’ya açılan kapı olarak stratejik önem taşımaktadır. Su kaynaklarının ve nehir yataklarının kontrolü, Türkiye’deki iktidar bloğunun eline komşu ülkelere yönelik olarak kullanabileceği önemli bir silah vermektedir. AKP-Saray-Rejimi ve egemen sınıflar açısından Kuzey Kürdistan üzerindeki kontrolü kaybetmek, iş gücü deposu, piyasalar, ticaret yolları, kaynaklar, kısacası üretici güçler ve birikim araçları üzerindeki kontrolü kaybetmekle eş anlamlıdır.
Diğer yandan »Kürt sorunu« sadece Türkiye’deki farklı sermaye fraksiyonları ile siyasî temsilcilerinin çıkarlarını ilgilendirmekle kalmamakta, aynı zamanda orta katmanların çıkarlarına da dokunmaktadır. Kuzey Kürdistan’ın Türkiye iktisatı için yaşamsal önem taşıması, yeniden üretim süreçleri ekonomik büyümeye ve »istikrara« bağlı olan orta katmanların da »Kürt sorununda« egemen sınıfların yanında saf tutmalarına yol açmaktadır. Özerklik tartışmasının dahi »bölünme tehdidi« olarak algılanmasının temel nedeni budur. Nihâyetinde Kürt düşmanlığının ve ırkçı yaklaşımların işçi sınıfı içerisinde de yer ediniyor olmasının sebebi, işçiler arasındaki rekabetin kendisini etnik hiyerarşilerle ifade ediyor oluşudur. Neticede Türkiye işçi sınıfının en alt katmanları çoğunlukla Kürtlerden oluşmaktadır. Sonuç itibariyle farklı sınıf ve katmanlar arasında yaygınlaşan Kürt düşmanlığı ve ırkçılığın temelini, her kapitalist ülkede olduğu gibi, egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri oluşturmaktadır.
Demokrasi ve »ulus devlet«
Milliyetler sorunu günümüz Türkiye’sinde tüm diğer sorunların üstünü örten ve kapitalizmin temel çelişkisinin görünürlüğünü gizleyen bir egemenlik aracı hâline gelmiştir. Ama aynı zamanda AKP-Saray-Rejimi ve dayandığı sermaye fraksiyonlarının kırılgan »Aşil topuğudur«, ki bölgedeki, bilhassa Irak ve Suriye’deki güncel gelişmeler bu »Aşil topuğunu« daha da korumasız hâle getirmektedir. O nedenle milliyetler sorununun AKP-Saray-Rejiminin geleceği açısından yaşamsal önem taşıdığını vurgulayabiliriz. Zaten rejim tam da bu nedenle kutuplaştırıcı hamaset söylemlerine sarılmakta, imha ve tasfiye politikasından vazgeçmemekte ve sınır ötesi maceralara atılmaktadır.
»Aşil topuğu« benzetmesiyle devam edersek, AKP-Saray-Rejiminin sanıldığı kadar güçlü olmadığını tespit edebiliriz. Rejimin saldırgan ve faşizan politikaları ısrarla sürdürmesi güçlü olduğunun değil, hem kendisinin, hem de dünya çapında kapitalizmin derinleşen krizinin, ama aynı zamanda da demokratik ve devrimci muhalif güçlerin zayıflığının ifadesidir. AKP-Saray-Rejiminin asıl gücü, muhalefetin parçalanmışlığına, tekil çıkarlara odaklanmış farklı direniş hareketlerinin birbirleri arasında bağlantı kuramıyor olmalarına ve en önemlisi Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt Özgürlük Hareketinin, var olan büyük potansiyele rağmen, ortak çıkarlar temelinde geniş toplumsal muhalefet hareketini öremiyor olmalarına dayanmaktadır. Bunun temel nedeni, Kürt Özgürlük Hareketinin, ama bilhassa yasal Kürt siyasetinin öznel hataları olduğu kadar, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin belirli bir kesimi arasında kemalizmin etkin olmasıdır.
Halbuki Kürt Özgürlük Hareketinin takip ettiği »demokratik özerklik« politikası, özünde ezilen ve sömürülen sınıfların bütününü kapsayan demokratik ve kültürel talepleriyle, sınıf çıkarları temelinde ortaklaştırıcı bir köprü potansiyelini taşımaktadır. Bir kere »demokratik ulus« anlayışı, egemenlerin Türk-İslam sentezine dayanan gerici, ırkçı ve faşizan »ulus« anlayışına önemli bir alternatif oluşturmaktadır. Komünistler açısından »demokratik ulus« anlayışı, kapitalizm koşulları altında ve burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi mücadelesi çerçevesinde gerçekleştirilebilir bir talep olduğundan, burjuva milliyetçiliğini geri püskürtebilecek ve sınıf mücadelesini öne çıkartacak bir araç, güçlü bir silah hâline getirilebilir. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketinin dillere, dinlere, milliyetlere, cinsiyetlere ve kültürlere kör olan »Demokratik Cumhuriyet« talebi, komünistlerin ve bilinçli proletaryanın sosyalist devrim için demokrasi mücadelesi programıyla uyumlu hâldedir. Bu uyumluluğu görmek, ezilen ve sömürülen sınıflara göstermek ve aralarında sınıf kardeşliği temelinde bağ kurmak, en başta her milliyetten komünistin görevidir.
Burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi mücadelesi aynı zamanda her türlü ulusal ayrıcalığın kaldırılmasını, hem ülkenin her noktasında eşit kolektif haklar biçiminde aynı temel hak ve özgürlükleri anayasal güvence altına alan bir demokratik-merkezî yasamayı, hem de her milliyetin kendi özelliklerini koruması ve geliştirebilmesi için, olanaklı olan en geniş demokratik özyönetimi içerdiği takdirde, alternatif siyasî program olarak sarsılmaz bir inandırıcılık kazanacaktır. Böylesi bir siyasî program, hem farklı milliyetlerden ezilen ve sömürülenlere gerçek demokratikleşmeyi, eşitliği ve sosyal adaleti sağlayacak olan ortak mücadeleye katılma daveti olacaktır, hem de burjuva milliyetçiliğine, refah şovenizmine ve ırkçılığa vurulan esaslı bir darbe olarak, ezilen ve sömürülen sınıfların özgür ve gönüllü bir araya gelişlerinin pusulası rolünü üstlenecektir.
Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt Özgürlük Hareketinin günümüz koşullarındaki ortak tarihsel görevleri, demokrasi mücadelesinde bu özgür ve gönüllü bir araya gelişin öncülüğünü ve kolaylaştırıcılığını yapmaktır. AKP-Saray-Rejiminin güncel politikaları, otoriter uygulamaları ve açık faşist diktatörlüğe geçme opsiyonunu yadsımadığını defalarca göstermiş olması, bu görevin ivediliğini kanıtlamaktadır. Bu bağlamda verili devlet biçimi bir mücadele alanı olarak algılanmalı ve demokrasi mücadelesi aynı anda iktidarı elde etme mücadelesi olarak örgütlenmelidir. AKP-Saray-Rejiminin »Aşil topuklarını« hedef alan ortak demokrasi mücadelesi, sadece kuvvetler ayrılığı ilkesi temelinde parlamenter sistemin ve hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesini değil, milliyetler sorununun adil ve eşit haklı çözümünün, demokratik ve laik hukuk devletinde halk iktidarının sağlanmasının ve sosyalist devrim mücadelesinin yolunu açabilir. İşte o zaman ezilen ve sömürülen sınıflar tarihi yeniden ve kendi kalemleriyle yazmaya başlayacaklardır. Bu olanaklıdır ve önündeki en önemli engel, kendi basiretsizliğimiz olacaktır!