Türkiye ve Dünyaya Bakış - 146
Barış savaşçısı Mahmut Dikerdem’in anısına…
Barış savaşçısı ve komünist Mahmut Dikerdem 3 Ekim 1993 günü aramızdan fiziken ayrılmıştı. Ölümünün 28. Yılında kendisini anarken tarihe düştüğü önemli notlardan kimi örnekler vermek istiyoruz. Mahmut Dikerdem’in çok farklı alanlarda ama bir o kadar önem taşıyan ve yaşamı boyunca sürdürdüğü mücadelesi ve anısına saygı diyoruz. Günümüzde yeni Mahmut Dikerdemlere olan gereksinimin öneminin de ayrıca altını çizmek istiyoruz.
Mahmut Dikerdem TC Dışişleri Bakanlığı’nda yıllarca görev yaptı. 1957-1972 yılları arasında, Ürdün, İran, Gana ve Hindistan’da Büyükelçilik görevinde bulundu. Büyükelçi olduğu zamanlarda “1974 Kıbrıs Harekâtı”nı eleştirirken alternatif olarak “Birleşik ve Sosyalist bir Kıbrıs”ı savundu. 1977’de “Nükleer silahların yasaklanmasını, tüm askeri ittifakların kaldırılmasını” isteyen Barış Derneği’nin Kurucu Başkanı oldu. Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist ülkelerin 1970’lerde barış ve silahsızlanma mücadelesinin karşılığı olan Dünya Barış Konseyi, tek tek ülkelerde ulusal barış komiteleri olarak örgütleniyordu. Türkiye’deki Mahmut Dikerdem’in Başkanı olduğu Barış Derneği de 1979’da Dünya Barış Konseyi’ne kabul edildi. Günlük yayınlanan Politika Gazetesi’nde yazıları yayınlandı. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi sonrası arkadaşlarıyla tutuklandı, işkence gördü ve hüküm giydi. Sağlık sorunları olmasına rağmen uzun yıllar cezaevinde kaldı. Barış Derneği Davası iddianamesinin ana içeriği, Sovyetler Birliği’nin barış politikalarını savunmak ve Barış Derneği’nin Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi kararıyla kurulduğu suçlamasıydı.
Mahmut Dikerdem, 1982 yılında, İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargıçlara şöyle sesleniyordu:
“Barış Derneği’nin Genel Başkanı sıfatıyla yüksek mahkemenizden talebim şudur: halkımızın özlemleri ve hayatî çıkarları doğrultusundaki düşüncelerimizden ötürü bizi hayalî suçlarla huzurunuza gönderen bu iddianameye itibar etmeyiniz. Dünyanın döndüğünü kanıtladığı için mahkûm edilmek istenen bir bilim adamının, yargıçlarına “ne yapayım ki dünya dönüyor” dediği gibi, bizi de “ne yapalım ki dünya halkları barış istiyor” demeye zorlamayınız. Dünyanın döndüğü nasıl tartışılmaz bir gerçek ise, tüm dünya halklarının barış içinde yan yana yaşamak istedikleri ve topluca intihar demek olan savaşı reddettikleri de o kadar açık ve kesin bir gerçektir.”
Savunmalarının bir başka yerinde; “İçtenlikle inanıyorum ki, beni yetiştiren ve her şeyimi ona borçlu olduğum halkıma yaşamım boyunca mütevazı bir hizmette bulunabilmişsem; bunu otuz yedi yıllık mesleki görevimden çok, üç buçuk yıllık Barış Derneği Başkanlığı’nda yerine getirebildim.” dedi ve bu şekilde işçi sınıfının davasına olan bağlılığını dile getirdi.
Mahmut Dikerdem, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov yönetiminde “açıklık” (Glasnost) ve “yenilenme” (Perestroika) adı altında sürdürülen ve sonunda bir karşı-devrim ile sonuçlanan süreci yakından takip etti. Sözde “demokratlık” ve “açıklık” adına yayınlanan Ogonyok adlı derginin Genel Yayın Yönetmeni Vitali Korotiç’in Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret ve verdiği konferanslardan sonra Vitali Korotiç ve benzerlerine bir Açık Mektup kaleme aldı. “Tüm Korotiçlere Açık Mektup” başlığını taşıyan yazının tam metni şöyle:
Sayın Baylar,
Sizlere nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Eskiden yoldaş diye anılırdınız ama bu sözcüğü kullanmaya elim varmadı, zaten sizin de öyle çağrılmaktan hoşlanmayacağınızı düşündüm. Her ne ise, bu açık mektubu yazmaya beni iki önemli neden zorladı: Birincisi, sizler yani en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm Korotiç’ler -aranıza sayın Mihail Gorbaçov’u şimdilik kaydıyla katmıyorum- son yıllarda sergilediğiniz tutum, yayınladığınız yazılar, yaptığınız konuşmalarla kamuoyunda büyük şaşkınlık, giderek karmaşa yarattınız. Yalnız kişisel olarak değil, dergiler, dernekler, bilim akademileri içerisinde kadrolaşarak sesinizi dünyaya duyurdunuz. Şimdiye değin sosyalist dünyadan duyulmaya alışılmamış bu sesler kamuoyunda yankılandı, büyük ilgi ve heyecan yarattı, ülkelerinizde olup bitenler soluk kesici serüvenler öyküleri gibi izlenmeye başladı.
Bunu söylerken, sadece Batılı ülkelerdeki tepkileri kastetmiyorum. Batı’nın egemen çevrelerinin sizi bağırlarına basacakları kuşkusuzdu. Oralardan yükselen zafer çığlıkları, “sosyalizmin iflası”, “Marksizm’e elveda”, “komünizm öldü” biçimindeki keskin yargılar beklenmedik şeyler değil. Onlar 70 yıldır düşledikleri bir olayın sonunda gerçekleştiği sanısının sarhoşluğunu yaşıyorlar; sol dünya görüşünün kesin bir darbe yediğine ve bir daha belini doğrultamayacağına inanarak sevinçten uçuyorlar. Bizde bile Marksizm konusunda Karl Marx’ın sakallı olduğundan öte bilgisi bulunmayanlar, “Teknoloji Marksizm’i yenmiştir” diye ahkâm kesiyorlar. Onları ciddiye alırsak bile, çağdaş Sağ’ın fikir babası Raymond Aron’un çömezleri, J.F, Revel gibi sağcı düşünürler sizin başlattığınız harekete kuramsal yorumlar getirerek, günümüzde ideolojilerin sonunun geldiğini ilan etmekten çekinmiyorlar. Kişinin siyasal iktidar karşısında ezilmemesinin en sağlam güvencesinin bireysel mülkiyet özgürlüğü olduğunun artık komünist dünyada da anlaşıldığını söylüyorlar. ABD’de daha ileri gidenler var. Geçenlerde Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama dairesi başkan yardımcısı Francis Fukuyama’nın hazırladığı bir rapor Vaşington resmi çevrelerinde büyük ilgi ile karşılanmış. Raporuna düşüncesi şu; “Soğuk Savaş’ın sona ermesi batının liberal demokrasi sisteminin toplum yönetiminde nihaî form olarak evrenselleşmesi ve belki de tarihsel sürecin sonu demek olacaktır”. Amerikan dışişleri yetkilisi öngörüsünde fazla acele etmiş olsa da, Batı’daki umut ve beklentileri pek güzel yansıtmış. ABD başkanı George Bush da göreve başlarken verdiği söylevde, “yüzyılımızda, belki de bütün tarihte ilk kez hangi yönetim biçiminin en iyi olduğunu araştırmaya artık gerek kalmadı” dememiş miydi?
Kısacası, sayın Korotiç’ler, Büyük Ekim Devrimi’nden 70 yıl sonra liberal demokrasinin savunuculuğuna soyunmakla Batı dünyasında büyük sükse yaptığınız su götürmez. Yalnız batıda değil, az gelişmiş ya da gelişme yoluna girmiş ülkelerin emperyalizme bağımlı çevrelerinde de tam bir şenlik havası yarattınız. Ancak, ürettiğiniz “Yeni Politik Düşünce” ile sosyalist dünyada bir yenilgi rüzgârı estirdiğinizin, ilerici devrimci kesimlerde -özellikle genç kuşaklar katında- ne gibi olumsuz etkiler yarattığınızın, ne yoğun belirsizliklere, kısır tartışmalara yol açtığınızın ve yıkıntılara neden olduğunuzun ayırdında mısınız? Ne demek istediğimi canlı bir örnekle açıklayayım. Geçenlerde içinizden seçkin bir kişi, Vitali Korotiç çağrılı olarak ülkemize geldi ve Ankara ile İstanbul’da konferanslar verdi, basın mensuplarıyla konuşmalar yaptı. Gerçi biz sayın V.Korotiç’in Sovyetler Birliği’ndeki glasnost ve perestroika’nın ateşli savunuculuğunu yapan Ogonyok dergisinin yönetmeni olduğunu biliyorduk. Adı geçen derginin “Argumenty i Fakty” ve “Moskova Haberleri” adlı dergilerle birlikte yeni düşüncenin en radikal kanadının temsilcisi olduğunu, ayrıca Vitali Korotiç’in Pravda gazetesinin 12 yıllık yayın yönetmeni Afanasiyev’in yerine göz diktiğini Batı basınından öğrenmiştik. Yine de Vitali Korotiç’in buradaki açıklamaları yeni politik düşüncenin özünü aydınlatmaktan çok zihinleri büsbütün karıştırmaya yaradı. Örneğin “toprağın mülkiyeti herkese değil, birisine ait olmalı” dedi ama ardından bir soruya “kapitalizm kötü bir şey, çünkü bireysel mülkiyete dayanıyor” karşılığını verdi. Bir yandan “bugün bizim yapmak istediğimiz yeryüzündeki bütün ülkelerle işbirliğini sağlamaktadır. Eğer sosyalizm kapitalizmden daha iyi ise, bu, savaş alanlarında değil süper marketlerde gözükmelidir” derken, öte yandan “sosyalizm tek ülkede kurulabilir, ancak etrafınızda yalnız düşmanlar olduğunu düşünmek gerekmiyor” diyerek Sovyet devletinin tarihine ters düşen saptamalar yaptı. Stalin ve haleflerinden söz ederken: “sürekli olarak demokrasiyi burjuva ve sosyalist diye ikiye ayırdılar, bugün anlıyoruz ki sadece demokrasi ve diktatörlük var, ayrım, diktatörlükle demokrasi arasında” diyerek proletarya diktatörlüğü ile totalitarizmi aynı kefeye koydu. “Marksizm’e yeni şeyler getirmekten korkmamalı, Marksist dogmalara takılıp kalmamalıyız” şeklinde kuramsal (!) bir tespit yaptıktan sonra, 30’lu yıllarda kravat taktıkları için insanları Komsomol’dan atarlardı diyerek Stalin döneminin dar görüşlülüğünü, bağnazlığını kanıtladı. Konuşmalarından birinde Bay Korotiç’in Türkiye’de işsizlik bulunduğu için kendimizi şanslı saymamızı, çünkü tembellik ve alkolizme karşı en etkili ilacın işi kaybetmek rizikosu olduğunu öne sürerek, çalışan nüfusunun %20’si işsiz olan bir ülkede işsizliğin övgüsünü yapmasını ise yersiz ve tatsız bir şaka olarak karşıladık.
Görülüyor ki, ne denli renkli de olsa, bu tür lafazanlıklar, glasnost ve perestroika diye bilinen iki tılsımlı sözcüğün içeriğini ve bu ikilinin birleşiminde ifadesini bulan “Yeni Düşünce Tarzı” nın nitelik ve kapsamını tam olarak anlamaya yetmiyor. Yetmedikten başka, böylesi açıklamalar biraz da körlerin fili tanımlamasına benziyor. Kimileri yeni düşünceden bilimsel sosyalizmin sorgulanmasını anlıyor ve “Marksizm aşılmalıdır” sonucuna varıyor. Diğerleri bütün günahı devrim partisi ve bürokrasinin üstüne atıyor. Kimileri ise her şeyin başına demokrasiyi alarak sosyalist pratikte görülen aksamaların demokrasi eksikliğinden ileri geldiğini vurguluyor ve bundan komünist partilerini sorumlu tutuyor.
Bu toz duman içerisinde ben açıklık ve yeniden yapılanma önermesinin can alıcı noktalan üzerinde bir durum tespiti yapmak gereğini duydum. Elbette ki bu mektubun çerçevesi içinde kapsamlı bir teorik tartışmaya girişecek değilim. Zaten o tür tartışmalar çeşitli yayın organlarında yoğun biçimde sürdürülüyor. Öte yandan Yeni Politik Düşünce’nin uluslararası alandaki yerini ve etkilerini de, bir barış hareketi militanı olarak, irdelemeye çalışacağım. Bunu bir görev sayıyorum çünkü 6-11 Şubat 1990’da Atina’da toplanacak Dünya Barış Konseyi Genel Kurulu’nda dünya barış hareketine uluslararası ilişkilerdeki son gelişmelerin ışığında yeni bir yön verilmesine, barış savaşımı kavramının yeni düşünce tarzıyla uyumunun sağlanmasına çalışılacağını biliyorum.
* * *
Sonda söyleyeceğimi en baştan açıklayayım: Açıklık ve Yeniden Yapılanma (Glasnost ve Perestroika) projesi kuramsal nitelik taşımayan ve salt pratik açıdan değerlendirilmesi gereken politikalardır. Marksist kuramın özü ile doğrudan ilişkileri olmadığı gibi, sosyalist sisteme alternatif oluşturacak öğelerden yoksundur. Olay şudur: Sovyetler Birliği’nde 1985 Mart’ında iş başına geçen yönetim, ülkedeki ekonomik, sosyal tıkanıklığı gidermek, hızla gelişen teknolojiden yararlanarak ülke kaynaklarını toplumsal talepleri karşılayacak düzeye getirmek ve hantallaşmış devlet aygıtına halkın özlemleri doğrultusunda işlerlik kazandırmak amacıyla bir dizi reformu uygulamaya koymuştur. Ancak reformlar yumağı çözüldükçe içinden çıkanlar yeniden yapılanma tasarımının hedeflerini aşan, belki de onlara ters düşen kaotik bir ortamın doğmasına neden olmuştur. Bu durumun başlıca sorumlusu ise, reform girişimlerinin yaşandığı her toplumda ortaya çıkan “kraldan çok kralcıların reformların amacını saptırıcı çabalarıdır.
Başkan Gorbaçov’un öngördüğü reformlar yumağının en çarpıcı, özgün yanı devlet yönetimine saydamlık kazandırmak ve siyasal yaşama katılımcılığı özendirme yoluyla toplumda siyasal kültürü geliştirmektir. Bu hedef, beklenebileceği gibi, özgürlükler ve insan haklan sorununu ön plana çıkarmıştır. Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Çağdaş toplumlarda, ekonomik gelişmeye koşut olarak, yaşamın güzelleşmesi, zenginleşmesi için insanların -başta evrensel barış olmak üzere- sosyal, kültürel gereksinimlerinin yeni sentezlere yönelmesi doğaldır. Bu sentezin özünü ise birey-toplum ilişkilerindeki yeni özerklik arayışları oluşturmaktadır. 2. Dünya Savaşı sonrasında halkların özerkliği, emperyalizme karşı savaşım biçiminde, nasıl politik gündemi belirlediyse, bugünün gündeminde de, yalnız sosyalist ülkelerde değil, batıda da, bireyin özerkliğinin tanımlanması ve bunun çerçevesini oluşturacak katılımcı demokratik mekanizmaların kurulması yer almaktadır.
Buraya kadar aramızda bir anlaşmazlık yok, sayın baylar, ancak görüşlerimiz buradan sonra ayrılıyor. Çünkü siz demokrasi, özgürlük, insanın temel haklan sorunlarını bilimsel sosyalizm perspektifinden algılamak yerine, ona tam karşıt bir konuma giriyor ve demokrasi tartışmasını Marksist-Leninist doktrinin sorgulanmasına, giderek yadsınmasına dönüştürüyorsunuz. Marksizm’in geçen yüzyılın koşullan altında yeşermiş bir ideoloji olarak artık devrini tamamladığını, çağdaş toplumların değişim ve gelişimini açıklamakta yetersiz kaldığını, dolayısıyla da aşılması gerektiğini, tüm tutucu, revizyonist ve karşı-devrimcilerle ağız birliği yaparcasına, öne sürüyorsunuz. Doğrusu Marksizm’i sizlere karşı savunmak durumunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ama madem ki “Yeni Düşünce” etiketi taşıyan politikalar uğruna, 150 yıldır insanlığın yolunu aydınlatan bir bilimsel düşünce sistemini, ve bir eylem kılavuzunu topyekûn mahkûm etmeye kalkıştınız; bilinen gerçekleri yinelemek durumuna da düşsem, demokrasi konusunda bazı noktalan vurgulamam gerekiyor:
Çağdaş demokrasi kavramının doğuşundan bu yana halk kitlelerine ısrarla telkin edile gelen, seçeneksiz, olduğu kabul ettirilmeye çalışılan bir görüşe değinmek istiyorum. Batıdaki kapitalist düzenin tam merkezinde bulunan ve aslında demokrasi kavramının özünü zedeleyen bu düşünceye göre, insanın doğal, vazgeçilmez haklar arasında “mülkiyet hakkı” da vardır. Oysa, son iki yüz yıllık tarih boyunca toplumlar bir yanda büyük çoğunluğu oluşturan insanların bireysel hakları, öte yanda ise son derece eşitsiz dağılmış bir mülkiyet hakkından aldığı güçle toplumda ayrıcalık kazanmış bir azınlık arasındaki sürekli çatışmalara sahne olmuştur. Başka bir deyişle, çoğunluğun hakları mülkiyeti elinde bulunduran azınlık tarafından sürekli baskıya, saldırıya maruz kalmıştır. Burjuva demokrasisi, bu sakat ve istikrarsız temel üzerinde kurulmuş, daha baştan beri Amerikan ve Fransız devrimleri üstyapı hak ve özgürlükleriyle mülkiyet hakkı arasında çelişki ve çatışma yaratmıştır. Fransız Konvansiyon Meclisinde formüle edilen “ülkenin mülkiyet sahiplerince yönetilmesi eşyanın doğasına uygundur” ilkesi hâlâ değişik biçimlerde güncelliğini ve etkisini sürdürmektedir. En ileri kapitalist ülkeden, Amerika’dan vereceğim bir tek örnekle yetineceğim: Amerikan toplumuna bugün egemen olanlar, nüfusun %2’sini oluşturdukları halde toplam nakit servetin %30’unu ellerinde tutanlardır. Zincirin öbür ucunda ise, Amerikan ailelerinin %55’inin ya hiçbir varlıkları yoktur, ya da borç içindedirler. Ama oy verme, seçme ve seçilme hakkına herkes sahiptir.
İşte Lenin: “Bizim demokrasimiz burjuva demokrasilerinden milyon kez daha değerlidir” derken bundan kastediyor, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ekonomik erkin büyük çoğunluğun eline geçmesiyle mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Gerçekten de sosyalist demokraside burjuva demokrasisine kıyasla eksik olan tek özgürlük “üretim araçları üzerinde özel mülkiyet tesisi özgürlüğü”dür. Burjuva demokrasisinde ise sınırsız mülkiyet hakkı demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Yukarıda özetlenen saptamalara itirazınız yoksa, onların sonucu olarak sosyalist demokrasinin kendine özgü bir siyasal rejim, bir yönetim biçimi üreteceği gerçeğini de kabul etmelisiniz. Şöyle ki: sosyalist demokrasinin temel ölçütü çok partili sistem değil, demokratik merkeziyetçiliktir. Burada önemli olan, demokratik merkeziyetçiliğin kendi kurallarına uygun olarak işleyip işlemediği, demokratik kuralların ve denetim mekanizmasının var olup olmadığıdır. Sosyalist demokrasi de çoğulcudur ama kapitalist toplumlardaki çeşitli sınıf çıkarlarını temsil ettiren çok parti çoğulculuğu gibi değil. Demokratik merkeziyetçilik, proletaryanın kendi iç dinamiklerindeki çoğulculuğa, yığınların politik yaşama katılımlarına dayanır ve bu anlamda glasnost ilkesiyle de çakışır. Ancak bu noktada devrim partisinin önemi de bütün heybetiyle ortada çıkar. Partinin öncülüğü olmasa işçi sınıfı “kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf olmaya nasıl dönüşür? Parti bir deniz feneri gibi toplumun yolunu aydınlatmazsa sosyalist rejim kayalıklara çarpmaktan nasıl kurtulur? Demek oluyor ki, Parti aygıtının kitlelerden koparak bir bürokrasi mekanizmasına dönüşmesini eleştirmek başka, partinin yol göstericiliğini, öncülüğünü reddetmek başka şeylerdir. Dünyanın ilk sosyalist devletinin 1920’lerde daha kuruluş aşamasında Batının saldırı ve kuşatmasına uğradığını, II. Dünya Savaşı’ndan birkaç ay önce tüm sanayi tesislerini Ural’ların ötesine taşımak, savaşın bitiminden sonra ise birkaç yılda ülkeyi yıkıntılar üzerinde yeniden inşa etmek başarısını merkeziyetçi yönetime borçlu olduğunu, savaştan sonra ortaya çıkan atom bombası şantajı ve nükleer tehdidin üstesinden o sayede geldiğini kim yadsıyabilir?
Aslında siz bütün bunları çok iyi bilirsiniz. Ayrıca, demokrasinin bir yönetim biçimi olduğunu, sınıflı toplumlarda devlet kavramından soyutlanamayacağını da bilirsiniz. Ama yine de “demokrasi çağımızın nesnelliğidir”, “yeni bir çağ başlıyor” gibi genellemelerle demokrasiyi salt diktatörlüğün, bürokratik baskının karşıtı olarak ele alır, örnek olarak da Stalin döneminin otoriter, kişisel diktatoryasının sağlıksız sonuçlarını öne sürersiniz. Çünkü, açıkça itiraf etmeseniz de, sizin istediğiniz burjuva demokrasisidir. Demokrasiyi bir araç değil amaç olarak algıladığınızı açıklamanız bu yüzdendir.
* * *
Şimdi biraz da teoriden pratiğe, glasnost’tan perestroika’ya geçelim: Yeniden yapılanma kavramının isim babası Mihail Gorbaçov ‘un ve yakın çalışma arkadaşlarının tanımlamalarına bakılarak perestroika’nın bir ekonomik ve sosyal reformlar paketi olduğu söylenebilir. Ne var ki, yukarıda gördüğümüz gibi, açıklık (glasnost) yumağının çözülmesinden nasıl burjuva demokrasisi çıktı ise, yeniden yapılanma paketinin içinden çıkan da liberal ekonomi projesidir. 1987’de uygulanmaya başlanan ekonomik politikanın hedefi olarak gösterilen “sosyalist pazar ekonomisi”, makro-ekonomik bir planlama ile Batı tipi serbest piyasanın bileşiminden oluşmaktadır. Ancak bileşimin ağırlığı plan ya da sosyalizmden çok serbest piyasadan yanadır. Gerçekten de 1987 Haziranı’nda başlatılan radikal reform programı, bir yandan kamu ekonomisini liberalleştirirken öte yandan tarım ve hizmet sektörlerinde kooperatifçiliği ve özelleşmeyi özendiriyordu. Sonuçta kollektif mülkiyetin yerini çoğulcu bir mülkiyet rejimi alacaktı. Bu açıdan bakılınca denilebilir ki perestroika’nın öteki adı liberal ekonomidir. Liberal program daha da ileri giderek, 1928’de Stalin tarafından başlatılan tarımda kollektif işletmeye son verdiği gibi, toprak mülkiyetinin özelleşmesine olanak tanınmasını öngörüyordu. Tıpkı Çarlık Rusya’sında olduğu gibi. Doğal ki sanayi sektörü de reformdan payını alarak devlet müdahaleciliğinden arındırılacaktı.
Sovyetler Birliği’nde ekonominin liberalleşmesinin dünya pazarı ile bütünleşme düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olduğu açıktır. Gorbaçov’un ekonomistleri kapitalizme yakınlaşma konusunda o denli ileri gitmişlerdir ki Batıda Sovyet liderinin gerçek niyetleri üzerinde kuşku ve tereddütler uyanmıştır. Büyük sermaye çevreleri Sovyet yönetimini sınamak için testler yapılması, birtakım koşullar öne sürülmesi gereğinden söz etmeye başlamışlardır. Sonunda ABD başkanı George Bush Batının tutumunu şöyle özetlemiştir: “SSCB’nin uluslar topluluğu ile bütünleşmesini bu ülkenin çoğulculuk ilkesine ve başkalarının egemenlik haklarına tam saygı göstermesi koşuluyla kabul edebiliriz”.
Perestroika’nın genellikle aydınlardan tam destek gördüğü biliniyor. Sovyetler Birliği’nde durum 1987 ve 1988 yıllarındaki Anti-Stalinizm akımının ideolojik sınırlarını çok aşmıştır. Bugün seslerini yükseltebilen liberaller 20. yüzyıl da Rusya’nın ve dünyanın başına gelen felaketlerin kaynağını Büyük Ekim Devrimi’nde gören komünizm karşıtı aydınlardır. İnanılacak gibi değil ama bu aydınlar özenilecek model olarak Japonya, Güney Kore ve hatta Türkiye’yi gösterebilmektedirler! Gerçi Mihail Gorbaçov fazla ileri giden aydınlan ara sıra azarlıyor, perestroika’nın sosyalizmden kapitalizme dönüş olayı olmadığını belirtiyor ve “Batı bize kapitalizm ihracına kalkışırsa buna izin vermeyiz” diyebiliyor. Ama öbür yanda Sovyet Barış Komitesi’nin yayın organı olan “Yirminci Yüzyıl ve Barış” dergisinde Simon Kordonski adında bir Korotiç şunları yazabiliyor: “Batının Sovyetler Birliği’ne ekonomik yardımı kamuyu özelleştirme stratejisine katkıda bulunmalıdır. Eskiden Rusya en gelişmiş ülkelerin proletarya sınıfının yardımıyla gerçekleşecek evrensel devrimi hazırlıyordu. Bu devrim, Allaha şükür, başarıya ulaşmadı. Şimdi SSCB tarihin ve dünya ekonomisinin sinesine dönmek için tüm dünyanın yardımına muhtaçtır”.
Şimdi sorumuzu ortaya koyalım: Sovyetler Birliği bu duruma nasıl ve neden geldi? Her şeyi yeni baştan düşünme gereği niçin duyumsandı? Kanımca bugüne nasıl gelindiğini araştırmak için, ilk sosyalist devletin kuruluş yıllarını anımsamakta yarar var 1917’de hemen hemen sıfırdan başlayıp 20. yüzyılın ilk yansında dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biri, insanlığın geleceğine ışık tutan bir dünya görüşünün tek güçlü temsilcisi ve evrensel bir misyonun sahibi durumuna gelebilmenin gizi nerede idi? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ki bir formülle ifade edilebilecek basitlikte değil, ancak, bütün tarihçiler, araştırmacılar dünyanın ilk sosyalist devletinin kısa sürede ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda elde ettiği başarıların temelinde, Marx’ın sosyalist coşku (emülasyon) dediği kollektif atılım ruhunun büyük payı olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten de, Rusya’da Ekim Devrimi’nin harekete geçirdiği toplumsal güçler tüm maddi, manevi kaynaklan seferber ederek feodal bir toplumun hızla modern çağa geçişini sağladılar. Yaşlı kuşaklar iyi bilirler: 1. Dünya Savaşı sonrasında Rus soyluları, burjuvaları akın akın ülkeyi terk ederlerken, Amerika’dan yüksek ücretli iş önerileri alan bilim, teknik ve sanat adamları anavatanda çalışmayı yeğlediler ve kendilerini devrimin hizmetine adadılar. İşçi sınıfı ise üretimi son sınırına dek artırmayı hedef alan yöntemlerin bütün ağırlığını yüklenerek devrimin yolunu açmasını bildi.
Ne var ki, sosyalist coşkunun uzun süre diri tutulmasına üretim ilişkilerinde yapılan değişiklik yetmiyor, çünkü sosyalizm salt bir ekonomik kalkınma modelinden ibaret değil. Sosyalizmin kapitalist düzeni aşması sömürünün yerini adalet ve eşitliğin almasıyla da sınırlı kalmıyor. Sosyalizm yeni bir dünya vizyonunun taşıyıcısıdır. Marksist hümanizmanın kökeninde yatan, sömürünün ortadan kalkmasıyla birlikte insanı zenginleştiren tüm değerlerin, insan emeğinin yaratıcı gücünün bütün görkemiyle kendini göstereceğine olan inançtır. Kısacası sosyalizm insanlık tarihinde yeni bir “Aydınlıklar Çağı”nın habercisidir ve devrim böyle bir misyonu üstlenmek durumundadır.
Sovyetler Birliği bu misyonu üstlendi mi? Üstlendiyse nereye kadar götürebildi? Soru tartışmaya açıktır. Ancak Ekim Devrimi’nden bu yana dünyadaki dönüşümler, gelişmeler bütün boyutlarıyla dikkate alınmadan sağlıklı bir yargıya varılamayacağı açıktır. Özellikle iki dünya savaşı arasında emperyalizmin Sovyet devletini yıkmak ya da yalnızlığa itmek için giriştiği eylemleri, kurduğu tuzakları göz ardı ederek sosyalizmin kuruluş döneminin muhasebesini yapmak olanaksızdır. İkinci Savaş’tan sonraki dönem ise Soğuk Savaş olgusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Daha 1917 Devrimi’nden önce Amerika’da dinsel bir inanç gibi yaygın bulunan kapitalizm tutkusu ve komünizm düşmanlığı, II. Dünya Savaşı ertesinde ABD’nin dış politikasını “komünizmi bulunduğu yerde kuşatıp boğmak” hedefine yöneltmiştir. Böyle bir ortamda sosyalist ekonomi askersel harcamaların ağır yükünü üstünden atmak, toplumun yaşam düzeyinin yükselmesine öncelik tanımak olanağından yoksun kalmıştır.
1962 Küba krizinden sonra Doğu ile Batı blokları arasında başlatılan yumuşama sürecinin sosyalist dünyaya bir soluklanma fırsatı yarattığı ve fakat Kruşçov yönetiminin 20. Parti Kongresi’nden sonra Stalin’ciliği tasfiye operasyonunu gündeminin başına alarak ve ekonomik politikada abartmalı hedeflere yönelerek fırsatların iyi değerlendiremediği söylenebilir. Kruşçov’un “1972 yılında ABD’yi yakalayacağız, ülkemizde adam başına üretim düzeyini Amerika’nın üstüne çıkaracağız” yollu iddiası ve kapitalist sistemi kastederek: “sizi gömeceğiz” demesi hâlâ belleklerdedir. Oysa hiç kimse SSCB’den Amerika’yı üretim ve tüketim yarışında geçmesini beklemiyordu ama buna karşılık herkes -kimilerinin bugün küçümseme anlamında kullandıkları- “var olan sosyalizm”in kapitalist sistemin yozluğundan, çirkinliklerinden, ahlâk çöküntüsünden arınmış, sömürüyü tümüyle yok etmiş, uygarlık kavramına yeni anlamlar yüklemiş bir toplum modeline yönelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu yapılamadı ise kabahati Marksist öğretide ya da pratiğin sınavından geçip doğruluğunu kanıtlamış Leninizm’de boşuna aramayınız. Hele Marksizm’in aşılmasının gerekçesi olarak teknolojinin son çeyrek yüzyıldaki hızlı gelişmesini göstermeye kalkmayınız. Bilgisayarların, robot makinelerin kullanımı, el emeğinin yerini gittikçe daha çok kafa emeğinin alışı üretici güçlerde nitel bir sıçramanın göstergesi değildir. 19. yüzyılın sanayi devrimi doğa güçlerinin yerine buhar makinesini koyarak üretimde nitel bir sıçramayı sağlamış ve kapitalist ekonomi bu döneme damgasını vurmuştu. Sosyalizmin teoriden pratiğe geçişi ise elektrik enerjisinin sınai üretiminde yerini aldığı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Elektrik enerjisinin üretim sürecinde neden olduğu nitel değişim henüz aşılmış değildir, en ileri sanayi ülkelerinde üretim elektrik enerjisine dayanmaktadır. Dolayısıyla da, işçi sınıfıma üretim sürecindeki rolünde niteliksel değişiklikten söz edilemez. Bilimsel teknik, yani teknolojinin hızlı bir ilerleme kaydetttiği doğru olsa da. elektronik sanayiinin, bilgisayarların sanayi toplumunu, sanayi proletaryasını çağın dışına ittiği görüşü acele varılmış bir yargıdır. Hele Japonya’nın imal ettiği robotlardan gözleri kamaşarak “İşçi sınıfının yapısı değişiyor”, “Marx’ı, Engels’i, Lenin’i aşmak zamanı geldi” demek düpedüz anlamsızdır. Sonuca geliyorum: (1) Açıklık ve yeniden yapılanma, Sovyetler Birliği’nin şu ya da bu nedenlerle -belki de çok haklı olarak- uygulamaya koyduğu politikalardır. Bunlar savunulabilir. Hattâ belki de bu yıl Sovyetler Birliği’nde günde 8 kilise ve 1 caminin yeniden açılması bu politikaların bir parçasıdır ve bir “hikmet”i vardır. Bunlara karışmayız, çünkü Fidel Castro’nun dediği gibi: “Perestroika başkasının karısıdır”. Ancak onu “Marksizm’i aşan yeni kuram” diye satmaya, evrenselleştirmeye kalkışırsanız, karşınıza çıkarız. Sosyalizme inanmış olanlara : “hayatınızı bir saplantıya kurban etmişsiniz” diyerek 70 yılı bir çırpıda harcamanıza razı olmayız. İçinizden biri Türkiye’de verdiği konferanstan sonra kendisine: “Bu tutumunuz revizyonizm olmuyor mu?” sorusunu yönelten dinleyiciye öfkeyle : “Böyle sosyalizmi alın siz kullanın” diyebilmişti. Ben de bu sözleri söyleyen Vitali Korotiç’e ve de tüm Korotiçlere sesleniyorum: “Alın, meczup papaz Soljenitsin, sapık Milan Kundera sizin olsun. Dahası, Kardinal Glemp’in dizinin dibinde oturup talimatını alan, sonra Amerika’ya gidip yardım dilenen Lech Walesa da, partilerinin adını değiştirerek yönetime geçmeye çalışan Macar Nyers’ler, İtalyan Occhetto’lar, Çekoslavak Dubçek’ler de sizin olsun. Tüm dönekleri, kaytancıları, devrimden umut kesen aydınlan da saflarınıza katın. Yeter ki bilimsel sosyalizm insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etsin!” diyorum.
Son sözümü size sakladım, Türkiyeli Korotiç’ler. Tevfik Fikret’in dediği gibi: “hele sizler, hele sizler”. Yayınlarınızı, konuşmalarınızı izlerken şaşkınlığa düşmemek elde değil. Sanki ülkenin içine sürüklendiği çıkmazların, toplumsal yaşamdaki tıkanıklığın, bunalımların sorumlusu Marksizm-Leninizm imiş gibi, bir özeleştiri akımına kapılmış gidiyorsunuz. “Yenilenme”ye ayak uydurma humması sizi demokrasinin, erdemlerini sayıp dökmeye, demokratik rejime bağlılığınızı vurgulamaya, kurulu düzenin bekçileri olan siyasal partilere güvence vermeye ve onlarla “ulusal mutabakat” aramaya iteliyor. “Kapitalizmin gücünü değerlendirmede yanıldık, sorunların çözümüne gidebileceğini göremedik” diye günah çıkardığınızı görünce, “Bunlar başka dünyadan mı geldiler, 65 yıldır Türkiye’de kapitalizm hangi sorunu çözebildi ki onu savunmaya, ya da en azından “mevcut sosyalizm’le aynı kefeye koymaya kalkışıyorlar” diyorum. Çoğulcu demokrasi adına 40 yıldır egemen sınıfların dayattığı diktayı, baskı ve işkence rejimini yaşayanlar bunlar ve önceki kuşaklar değil mi? diye kendime soruyor ve bugün hidayete nasıl erdiğinizi doğrusu merak ediyorum.
“Dünya değişiyor, biz de değiştik, artık aranıza alabilirsiniz” biçimindeki mesaj size yarar sağlayacak mı bilmem ama topluma zarar vereceğinden eminim. Çünkü emekçi yığınların önünde duran son umut bilimsel sosyalizmdir.
(1) Yeni Politik Düşüncenin uluslararası düzene, barış sorunlarına ilişkin yönü başka bir yazıda ele alınacaktır.
4 Ekim 2021