2015 yılında Dünya ve Türkiye Ekonomisi
Türkiye ekonomisini ele almadan önce küresel gelişmeleri kısaca ele almakta fayda var. Küresel ekonomi 2007 yılından bu yana içinde bulunduğu krizi aşamamıştır. Kapitalizmin tarihi boyunca gördüğü en kapsamlı ve karmaşık krizi “düzen kurucu kriz” olarak adlandırmak mümkündür. Krizi anlayabilmek ve kurulmakta olan yeni düzeni bir ölçüde kavrayabilmek için krizin tipik özelliklerini çok kısaca hatırlayalım:
a. Kriz 2007 Ağustos ayı başlarında büyük bankalardan biri olan BNP’nin “fiyat buharlaşması” dolayısıyla iki yüksek güvenilirlikli fonunda alışverişi durdurmasıyla başlamıştır. Bu haliyle bir “tutsat (mortgage)” piyasası yani finansal piyasa kökenli bir kriz gibi gözükmekle birlikte ilerleyen aşamalarda çok daha derin yapısal sorunlardan kaynaklandığı açıkça ortaya çıkmıştır.
b. Aşırı finansallaşma, yani finansal alanın “normal kapitalist ilişkilerin” hüküm sürdüğü alanı onlarca kat aşarak dizginsiz bir şekilde büyümesi krizi tetiklemiştir. Burada gördüğümüz temel mekanizma önceki yıllardan alışık olduğumuz finansal alanın büyümesi ile bu büyüklüğe koşut miktarda yeni finansal araç (bono, tahvil, karmaşık finansal ürünler, vb) yaratılamamasından kaynaklanmıştır. Bu sorunun doğrudan sonucu işlem gören finansal araçların fiyatlarının aşırı yükselmesidir; finansal piyasalarda balon oluşması olarak adlandırılan bu olgu oluşan akıl dışı fiyatları bazı oyuncuların fark etmesi sonucu birden aşırı düşmesi, aşırı düşen fiyatlara rağmen alıcı bulunamamasına yol açar. BNP tarafından “fiyat buharlaşması” olarak adlandırılan bu durum krizin başlamasına ve bu yazı sınırları içinde ele alamayacağımız bazı teknik özellikler nedeni ile hızla tüm finansal kurum ve piyasalara yayılmasına yol açmıştır.
c. Bundan önceki krizlerden edindiğimiz bilgi ve tecrübeye göre fiyatların bu şekilde çökmesi sermayenin değersizleşmesine ve kriz yaratan aşırı birikimin bir miktar azalmasıyla bir süre sonra yeni bir büyüme sürecine girilmesine neden olurdu. Bu krizde söz konusu mekanizma çalışmamıştır. Çok büyük finansal kurumların önemli bir bölümünün teknik olarak iflas durumuna gelmelerine, bir bölümünün batışına rağmen piyasalarda işlem hacimlerinde kayda değer bir azalış olmamıştır. Bunun en önemli nedeni finansal kontratların bir ürün üzerinden değil çoğunlukla fiyat hareketleri üzerinden gerçekleştirilmesidir. En önemli sonucu ise, artık kapitalizmin uzun erimli çıkarlarını savunan Dünya Bankası, IMF, vb. Gibi temel kurumların bile yakındığı katlanılmaz boyutlara ulaşmış gelir ve servet eşitsizliğidir. Tek bir sayı bu konuda fikir vermek için yeterlidir: dünyadaki en zengin 85 (yazı ile seksen beş) kişinin toplam serveti, en yoksul 3,500,000,000 (yazı ile üç buçuk milyar) kişinin, dünya nüfusunun yarısının toplam servetine eşittir.
Kriz finansal piyasalarda oluşmakla birlikte, üretim alanında yaşanan büyük sıkışıklığın ve artık kapitalizm içinde çözümü mümkün olmayan yapısal sorunların da krizin oluşmasında ve büyük ihtimalle hiç bitmeyecek olmasında etkisi vardır. Kısaca bunları da ele alacak olursak:
1. Üretim sürecinin kendisinde meydana gelen teknolojik gelişmeler emek üretkenliğini güçlü bir şekilde artırmakta ve hızla iş kaybı yaşanmasına neden olmaktadır (tanım itibariyle canlı emek barındırmayan ilk üretim finans piyasasında gerçekleşmiştir). İş yıkımının işsizliği artırmamasının tek yolu başta hizmet sektörü olmak üzere çeşitli sektörlerde çoğunlukla üretken olmayan emek temelinde yeni işler yaratılmasıdır. Ancak bunun bir sınırı vardır ve bugün teknolojik gelişmelere bağlı iş yıkımının işsizliği artırmaması olanaksızdır. Kapitalist döngü üzerinde büyük bir tehdit olarak algılanmalıdır.
2. Şirketlerin kâr ve büyüme temposunu sürekli artırmak durumunda olmaları nedeniyle ekonomik büyümenin sürgit sonsuza kadar devam etmesi gerekmektedir. Ancak, gezegenimizin kaynakları artık büyümenin sürdürülebilmesi için yeterli olmaktan çok uzaktır. Öte yandan, büyüme temposunu davam ettirebilecek kaynaklara sahip olsak bile bu kadar mal ve hizmet üretimine ihtiyacımız yoktur. Ana akım iktisadın refahı sadece büyümeye bağlayan ve büyümeyi fetiş haline getiren görüşleri de abartılı bir ideolojik değerlendirmedir. Refahı artırmak için servet ve gelir dağılımını düzeltmenin daha büyük bir etkisi vardır.
3. İklim yıkımı, artık “ya gezegen ya da kârlar” ikilemini dayatmıştır. Son üçyüz yılda gezegenin başına gelmiş en büyük felaket olan “şirketler”, kârlarından vazgeçemediklerinden tüm gezegeni yok oluşa (6. Büyük Yok oluş) sürüklendiği bir süreci yaşamaktayız. Sınıf çelişkisinin en somut haliyle içinde yoğunlaştığı iklim yıkımı ile mücadele tüm gezegen açısından bir varoluş mücadelesi haline dönüşmüştür. Kapitalizm içinde kalarak çözüm bulunması mümkün gözükmeyen iklim yıkımı ile mücadele bir yandan da kapitalizmin en ciddi yapısal sorunu haline de gelmiştir.
Bu yapısal sorunları aşamayan kapitalizmin tasfiyesi de siyaseten yakın gözükmemektedir. Bu açıdan yaklaşıldığında son derece derinleşen ve keskinleşen sınıf çelişkileri koşullarında kapitalizmin devamı ancak “rıza mekanizmalarının” yerini “şiddet mekanizmalarına” bıraktığı ve “spiritüalizmin (din, astroloji vb. gibi metafizik kavrayışın fiziki dünyayı her bakımdan yönlendirdiği irrasyonel bir dünya)” yaygınlaşması ile mümkün olacaktır. Nitekim son yıllarda devletlerin giderek salt birer güvenlik aygıtına dönüşmeleri süreci hızlanmıştır. Başta ABD olmak üzere bütün devletlerde polisin askerleşmesi, ABD’de NSA’de cisimleşen ancak Türkiye dahil tüm ülkelerde yaygınlaştığını gözlemlediğimiz “akışkan gözetim mekanizmalarının” oluşturulması bu sürecin tipik özelliklerinden sayılmalıdır. Sonuç olarak, siyasi istikrarsızlığın ve devlet şiddetinin arttığı mikro savaşların yaygınlaştığı, ekonomik kriz halinin sürgit devam edeceği bir dünya ile karşı karşıya kalacağız. Bunu değiştirecek tek olgu, tüm çalışanların, işçi sınıfının bilimi ve politik öncü örgütünün önderliğinde sınıf mücadelesini yükseltmesidir.
2015 yılında Türkiye Ekonomisi
Kısaca yukarıdaki gibi tasvir ettiğimiz bir dünyanın içinde Türkiye’ye gelecek olursak, son on yılda esas olarak kamusal rantların parasallaştırıldığı (monetize edildiği) ve bu yolla eski hakim kesimin yanına yeni bir grup süper zenginin katıldığı bir süreç yaşandı. Forbes’a göre 2003’te sadece 3 olan dolar milyarderi sayısının 2009’da 46’ya çıktığı (Türkiye’nin üç katı büyüklüğünde bir ekonomiye sahip Fransa’da 43 adet) dolayısıyla servet eşitsizliğinin çok yükseldiği bir dönemden geçiyoruz.
İktisat tekniği açısından iyi kurgulanmış, Derviş programını sıkı bir şekilde uygulayan AKP hükümetleri dünya ekonomisindeki uygun iklimin de yardımıyla doksanlı yıllarda doruğa ulaşan sorunları hafifletmiştir. Özellikle kamu borçlarının azaltılması ve düşen faizler ile birlikte kendisinden önceki 30 yıl içinde hükümetlerin sahip olamadıkları bütçe imkanlarına sahip olduğundan “yoksullukla mücadele” ve görünürlük yaratan bazı hizmet alanlarında da ilerlemeler sağlamıştır. Bu iyileşmeler karşısında geleneksel muhalefetin izlediği yanlış politikaların da yardımıyla AKP ile yoksul kesimler arasında bir bağ oluşmuştur.
Yabancı sermaye yatırımlarının artışı (TÜİK’e göre, Türkiye ekonomisinde yabancı kontrollü şirketlerin oranı %14 civarındadır) ve kayıt dışı (uyuşturucu, silah vb. ticaretine daya lı suç ekonomisinin ürettikleri dahil) para akımının yükselişi de ekonomik canlılığın yakıtı olmuştur. Çeşitli soruşturmalar ile gazetelerde yayınlanınca farkına vardığımız ve kamu bankaları dahil çok sayıda kurulu onlarca şirket ve bankayı da içeren İran eksenli yasadışı ticaret kanalı salt İran’ın ihtiyaçlarını karşılamak için fazlasıyla karmaşıktır. Büyük ihtimalle daha geniş kapsamlı bir yasadışı ticaret amacıyla kurulmuş bu ağ sisteme giren yurt dışı kaynaklı yıllık kayıtdışı paranın büyüklüğü hakkında bir fikir verebilir. Bu paranın sisteme kazandırılabilmesi için olağan şüpheli TİT sektörleri (Turizm, İnşaat, Ticaret) en uygun sektörlerdir. Nitekim Türkiye’deki büyümenin dış ticarete konu olmayan sektörlerden kaynaklanan iç talep çekişli bir büyüme olması da tesadüf değildir.
Bu tür bir büyümenin önündeki en önemli tehdit yukarıda sözünü ettiğimiz kurumsal ve kayıtdışı sermaye akışının kesilmesidir. Bu akışın 2015 yılında nasıl bir seyir izleyebileceğini ele alacak olursak:
1. Yabancı sermaye girişi, kurumsal akış: bu alanda ABD ve AB ekonomilerindeki gelişmeler belirleyici rol oynamaktadır. ABD’de FED’in (ABD Merkez bankası) büyük olasılıkla parasal sıkılaştırmaya giderek faiz yükselteceği beklenmektedir. ABD’de faizlerin yükselmesi Türkiye gibi ülkelere sermaye akışının yavaşlamasına neden olacaktır. AB ise kriz ile birlikte iyice görünür hale gelen temel yapısal sorunlarını halledebilmekten uzaktır. AB ekonomisinde 2015 yılında durgunluk yaşanması da düşük bir ihtimal değildir. Dış ticaretin ağırlıklı olarak AB ile gerçekleştiği düşünülecek olursa AB’de yaşanacak durgunluk Türkiye’nin ihracat gelirlerinde azalış anlamına gelir. Petrol fiyatlarında meydana gelen büyük düşüş bir yandan petrol ithalatına ilişkin faturayı azaltacağından yaklaşık 5-6 milyar dolarlık bir tasarrufa yol açarken, Rusya ekonomisinde ortaya çıkaracağı büyük kriz dolayısıyla da Rusya kaynaklı turizm ve ihracat gelirlerinde de azalmaya yol açacaktır. Uzmanlar Rusya ekonomisinin yaklaşık %5 küçüleceğini varsayarak bu azalışın 4–4.5 milyar dolayında olacağını ve petrol fiyatlarının düşmesinden kaynaklanan tasarrufun önemli bir bölümünü götüreceğini ifade etmektedirler.
2. Yurt dışından kayıt dışı sermaye akışı konusunda bir tahminde bulunmak kolay değildir. Ancak bu akışı yaratan temel kaynakları irdeleyecek olursak, Ortadoğu’da çok taraflı savaşların devam etmesi, Türkiye’nin dış politika hamleleri dolayısıyla yalnızlaşması ve İran’daki iktidar değişikliğine bağlı olarak o kapının kapanması geçmiş yıllardaki akış seviyesinin sürmesini zorlaştıracaktır. Rusya’nın ekonomik olarak zora girmesi Putin iktidarı açısından bir belirsizlik doğurursa ve Rus oligarkların siyasi belirsizlikten korkarak servet transferine gitmeleri söz konusu olursa yeni bir kaynak ortaya çıkabilir (Türkiye’yi bir seçenek olarak görmeleri halinde); ancak çok sayıda zincirleme koşula bağlı olan bu seçeneğin gerçekleşme ihtimali oldukça düşüktür. Üçüncü olarak suç ekonomisinden kaynaklanan akışın her koşulda normal temposunu sürdürdüğünü varsayacak olursak buradan gelen paranın normal seyrinde devam edeceğini söyleyebiliriz. Sonuç olarak, kayıtdışı para girişinin en iyi ihtimalle geçmiş senelerdeki seviyesinde kalabileceğini öngörmek mümkündür. Bu koşullar altında, yani zayıflayan yabancı sermaye girişi altında Türkiye’de büyümenin %3’ün biraz altında kalacağını söyleyebiliriz. Ekonomide büyüme %3 ve civarında olduğunda işsizliğin artması kaçınılmazdır. Bu koşulları değiştirmenin tek yolu iç talep yetersizliğini kamu harcama disiplinini terk ederek aşmak yani sermaye girişini kamu kaynakları ile ikame etmektir. Seçim olduğunu da düşünecek olursak, en azından Haziran ayına kadar kamu harcamalarının artırılacağını ve dolayısıyla kamu borcunun yükseleceğini öngörebiliriz. Kamunun borç almak üzere piyasalara girmesi hem reel faizi hem de enflasyonu yükseltecektir.
Kamu harcamasının artırılması büyük ölçüde şimdiye kadar yapılandan çok daha yoğun bir biçimde kamusal zenginliğin özelleştirileceği anlamına gelmektedir. Yılın son aylarında hazırlanan “zeytinlik yasası”, “mahkemelerin yürütmeyi durdurma yetkilerini tırpanlayan yasa”, “ÇED konusundaki yetki devri”, vb. gibi yasalar büyük bir doğal ve kentsel çevre katliamının planlandığını göstermektedir. “Zeytinlik yasası” diye bilinen ve esas itibariyle madencilik ve enerji sektörünün hükümranlığını mutlaklaştırmayı hedefleyen yasa madenlerde ve enerjide üretimi artırmayı planlamaktadır. Enerji madende en önemli seçenek kömür ve nükleer enerji olarak görülmektedir. İklim yıkımının ölümcül seviyeye ulaştığı bir dönemde dünyanın en kirletici enerji seçeneği kömüre hızlı, kapsamlı ve acil bir yatırım planı yapmak ve bunu gerçekleştirirken birinci sınıf tarım arazilerini, doğal ve tarihsel sit alanlarını, o çevrede yaşayan insanların yaşam kalitesini hiçe saymak ancak Belçika’nın kolonyal yönetim zihniyeti ile kıyaslanabilecek bir davranıştır.
Yasa ve yönetmeliklerde gerçekleştirilen değişiklikler ve iktisadi alanda yaşanan sıkışıklık çalışanların bir bütün olarak hak kaybına uğratılacağını da göstermektedir. Ağır çalışma koşullarının değişebileceğine dair bir umut ışığı görünmemektedir. Çeşitli talan girişimleri karşısında hukuk yoluyla hak arama yollarını daraltan hükümet hak arayışı ile ilgili mücadeleleri bastırmak için polisin askeri gücünü ve genel olarak gözetim yoğunluğunu artırarak hazırlık yapmaktadır. Pek çok açıdan, 2015 yerel ve küresel açıdan belirleyici önemde bir mücadele yılı olmaya adaydır.