Biden Usulü »America First« Avrupa’nın Sevinci Kursağında Mı Kalacak?
Her yıl savaş tacirlerinin, farklı sermaye grupları ile tekel temsilcilerinin, siyasetçilerin, gazetecilerin ve emperyalist ülkelerin bilimsel (!) kâhinlerinin buluştukları Münih »Güvenlik Konferansı« bu yıl dijital ortamda gerçekleştirildi ve transatlantik emperyalist ortaklığın üç büyük temsilcisini bir araya getirdi. Alman Şansölyesi Merkel ve Fransa Başkanı Macron toplantı öncesinde verdikleri demeçlerde yeni ABD Başkanı Biden’in dış politika açıklamalarını heyecanla beklediklerini söylüyorlardı. Çünkü görüşmelerin merkezinde transatlantik ilişkilerin geleceği duruyordu.
Biden’in böylesi konferansların »kurdu« olduğunu söylemek lazım. 1980’den bu yana böylesi uluslararası konferanslara katılan ve 2009, 2013 ve 2015’te ABD Başkan Yardımcısı sıfatıyla ABD emperyalizminin siyasetini savunan Biden, yaptığı konuşmanın Avrupa kamuoyunda nasıl bir etki bırakacağını daha konuşması kaleme alınmadan biliyordu. Nitekim ABD’nin »aktif ittifak politikasını yeniden uygulayacağı« ve »diplomasinin geri döndüğü« müjdesini verdi. Trump’ın patavatsızlığından sonra Biden’in »müttefiklerimizle omuz omuza duracağız« sözünü vermesi Avrupalıları şüphesiz sevindirdi, ama gene de kafalardaki soru işaretlerini gideremedi. Soru işaretleri özellikle Almanya’daki burjuva basınınca hâlen ifade ediliyorlar.
Almanlar Biden’in söylediklerinden ziyade söylemediklerine dikkat ediyor ve ABD politikalarını diğer Avrupa ülkelerinden çok daha iyi analiz edebiliyorlar. Nihâyetinde Avrupa Birliği gibi bir yapının ABD tarafından »Almanya’yı aşağıda, Fransa’yı içeride ve Sovyetler Birliği’ni dışarıda tutmak için« geliştirilen emperyalist bir proje olduğunu ve AB çatısı altında olmadan uzun vadeli hedeflerine ulaşamayacaklarını unutmadılar henüz. O açıdan ABD emperyalizminin dış politikasındaki değişikliklerin en fazla Alman emperyalizmini etkileyeceğini söyleyebiliriz.
Biden’in söyledikleri
Bol sembolik görüntüler eşliğinde görevine başlayan Biden’in Münih »Güvenlik Konferansında« yaptığı konuşmanın bazı satır başlıkları, söylemediklerini anlayabilmek açısından önemli olduğundan burada alıntılama gereğini görüyoruz.
»Geride bıraktığımız dört yıl çok zordu« diyen Biden, »çok açık olarak dünyaya şu mesajı veriyorum: Amerika geri döndü. Transatlantik ittifak geri döndü« vurgusunu yaparak, önce Avrupalı müttefiklerinin gönlünü aldı, ancak hemen arkasından Rusya Federasyonu Başkanı Putin’e, AB projesi ile transatlantik ittifakı zayıflatmak istediği suçlamasını yöneltti. »Rusya’nın agresif eylemleri karşısında ABD’nin boyun eğdiği günlerin sona erdiğini« söyleyip, ABD ve Avrupa’nın »Rusya’nın provokasyonlarını yanıtsız bırakmamaları gerektiğini« vurguladı.
Biden, »Avrupa, bizimle birlikte Ukrayna’nın hükümranlığını ve toprak bütünlüğünü korumak zorundadır« dedikten sonra da »Çin ile olan ilişkilerde Avrupa ile iş birliğini arzuladığını« ifade etti. »Çin ile olan rekabet yoğunlaşacak. Bunu bekliyor ve selamlıyorum. Geleceğe yönelik yarışı kazanabiliriz, ama bunun için tarihsel ortaklıklara ve dostluklara ihtiyacımız var« diyerek de Alman emperyalizminin yumuşak karnına dokunmadan edemedi.
Göreve geldiği ilk günlerde Theodore Roosevelt uçak gemisini Güney Çin Denizi’ne göndererek ve kısa bir süre önce Suriye’deki İran taraftarı gruplara roket saldırısı düzenleterek Trump döneminden çok daha saldırgan bir dış politika izleyeceği sinyalini veren Biden, »Güvenlik Konferansında« yaptığı konuşma ile bu sinyalin altını bir kez daha çizmiş oldu. Ve nihâyetinde »ABD Avrupa ile ittifakını sürdürmek istiyor, ama Avrupa’nın da çaba göstermesi gerekir« diyerek, uluslararası arenada Avrupalı emperyalist güçlerin daha fazla yük üstlenmelerini bekledikleri mesajını verdi.
Biden’in söyle(ye)medikleri
Biden yönetimi açısından halihazırda asıl önemli olan dış politikada Avrupalı müttefiklerinin beklentilerini tatmin etmek değil, başta iç politikanın »normalleşmesini« sağlamak, seçmenlerinin gönlünü alacak adımlar atmak, ABD tekelci burjuvazisinin toplumsal kutuplaşmanın içerdiği tehditlerin de etkilemesiyle ödünç verdiği güveni sağlama almak ve Trump döneminin bıraktığı iktisadi ve siyasi enkazı bir nebze temizlemektir. Zaten Trump yönetiminin devlet kurumlarında, ama özellikle yargının tepesinde yaptığı değişiklikler ve ayrılmadan önce aldığı bazı kararlar ile Trump’ın kontrolü altındaki geniş muhafazakâr-gerici-faşizan cephenin hâlâ güçlü direnç gösteriyor olması, Biden yönetiminin hareket alanını daraltmakta, asıl dikkatlerinin iç politikaya yönelmesini sağlamaktadır. O açıdan Biden’in »ulusal çıkarlara« öncelik vermesi ve Trump’ın »America First« politikasını – elbette kendi usulüne göre olsa da – devam ettirmesinden başka bir şansı pek yok. Yeni yönetimin siyaset pratiğine bakıldığında, Biden’in de Almanya’nın Rusya Federasyonu ile birlikte inşa ettiği Nord Stream 2 doğalgaz boru hattını aynı Trump gibi kesinlikle reddettiğini, hatta Trump’ın korumacı ticaret politikası çerçevesinde Avrupalı tekellere karşı getirdiği ve gümrük cezası olarak yürürlüğe soktuğu »Buy American Act«i sertleştirdiğini görebiliriz.
Avrupalılar, bilhassa Alman ve Fransız tekelleri Biden’in seçilmesiyle birlikte ABD’nin gümrük politikasının değişeceğini ummaktaydılar. Ancak Biden koltuğuna oturur oturmaz ilk işlerinden birisi olarak ABD hükümet kurumlarının sadece ABD’nde üretilen ürün ve hizmetleri satın alabileceğini belirleyen bir yönerge imzaladı. Dahası bu yönerge ile Trump’ın dahi cesaret edemediği şekilde ABD’nde üretilen ürünlerde kullanılan ithal parçaların payını azalttı ve bu konuyla ilgili olarak istisnai izinlerin çok zor koşullar altında verilmesini belirledi. ABD hükümet kurumlarının bu yılki ürün ve hizmet alımının bütçe hacminin tahminen 600 milyar doları aşacağı düşünülürse, bu pastadan pay kapmaya çalışan Avrupalı tekellerin canının ne kadar yandığı görülebilir. AB Komisyonu bu nedenle aralarında görece esen ilkbahar rüzgârlarına güvenerek Biden yönetimi nezdinde gümrük politikasının değiştirilmesi için sayısız girişimde bulundu, ancak değişen tek şey politikanın sertleştirilmesi oldu.
»America First« politikasını devam ettirmek zorunda kalan yeni yönetimin dış politikada da ABD emperyalizminin sabit hedefleri dolayısıyla Avrupalı müttefiklerini muhtemelen zora sokmaya devam edecek adımlar atmaktan başka çaresi yok. Aslına bakılırsa Demokratlar dış politika konusunda Trump’tan ve Cumhuriyetçilerden daha şahin çizgi izleme taraftarıdırlar. Örneğin ABD emperyalizminin 21. Yüzyıl’daki stratejik ağırlığını Pasifik Bölgesine yönlendirme kararı Demokrat Obama döneminde alınmıştı. O zaman Obama’nın Başkan Yardımcısı olan Biden şimdi bu çizgiyi daha kararlı biçimde takip edecek. Çünkü eski general ve Raython silah tekelinin kadrosunda olan Lloyd Austin’in Pentagon’un başına getirilmesi, ABD’nin çıkarlarını ordusu ile savunması gerektiğini söyleyen Antony Blinken’in Dışişleri Bakanı yapılması ve nihâyetinde ABD başkanlarının savaş politikalarını en yakından belirleyen Ulusal Güvenlik Danışmanı makamına »Pasifik Stratejisi« mimarlarından eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton döneminde Planlama Ekibi Şefi olan Jake Sullivan’ın atanması bu tespitimizi kanıtlamaktadır. Biden yönetiminin dış politikasını Trump döneminde biraz arka plana düşen ABD askeri-sınai kompleksinin büyük ölçüde belirleyeceği ilk günden bu atamalarla belli oldu.
Transatlantik ittifakın çözümsüzlükleri
Fransa Başkanı Macron 2020’deki »Güvenlik Konferansında« emperyalist güçlerin içinde bulundukları durumu şu sözlerle özetlemişti: »18. Yüzyıl’dan bu yana Batı’nın hegemonyası altındaki bir uluslararası düzene alışmıştık. Artık bu değişiyor.« Aradan geçen bir yılın gelişmeleri Macron’u haklı çıkardı. Koronavirüs Pandemisi ve iklim krizinin belirgin etkileriyle katlanan ve dünya çapında farklı şiddetlerde kendini gösteren çoklu kriz ortamı, sadece yoksul coğrafyaların değil, refah coğrafyalarının da önündeki devasa meydan okumalar olarak büyümektedir (Gazetemizin önceki sayılarında bu durumu açıklamaya çalışmıştık).
ABD emperyalizmi Trump döneminde bu meydan okumalara müttefiklerince »bencil« olarak nitelendirilen korumacı politikalarla yanıt vermeye çalışmıştı. Böylelikle emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler daha keskinleşerek farklı rekabet ve çıkar çatışmalarını tetiklemiş, ancak emperyalist cepheyi çözümsüzlükten kurtaramamıştı. Şimdi ise ABD tekelci burjuvazisinin Biden yönetiminin transatlantik ilişkilerin düzeleceğine dair yumuşak söylemiyle bu çözümsüzlükten kurtulma çabası içine girdiğini görmekteyiz.
Bu politika değişikliği görüngüsü kimi sosyalist çevrede yanılgıya yol açıyor, ABD’nin AB ve Japonya ile birlikte bir »kolektif emperyalizme« yöneldiği tespitlerine neden oluyor. Örneğin Alp Altınörs 27 Şubat 2021’de artıgercek.com sitesinde yayınlanan yazısında şunları yazıyor:
»Trump ABD’nin içe dönerek güçleneceğini varsayıyordu. Biden ise Amerikan gücünün temelini globalizmde görüyor. Trump için büyük tehdit Çin’di. Biden içinse bu Rusya’dır Trump (…) bölgesel ‘alt-emperyalist’ devletlerin askeri maceralarına nispeten daha geniş bir alan bırakıyordu. Bu alanın Biden döneminde oldukça daralacağını öngörebiliriz. (…) Biden döneminde ABD-AB-Japonya ‘üçlüsünün’ daha ‘kolektif’ bir emperyalizmini görebiliriz.«
HDP’li dostumuz Altınörs’ün bu tespitine katılmadığımızı belirtmeliyiz. Doğru, emperyalist güçleri birleştiren ortak çıkarlar mevcudiyetlerini koruyorlar. ‘Alt-emperyalist devletler’ olarak nitelendirilen güçlerin hareket alanlarının daralabileceği de olanaklı görülüyor. Ancak bu alan Trump’ın veya Biden’in iradesinden bağımsız emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin yarattığı konjonktüre göre genişler veya daralır. Ve ortak çıkarlara rağmen bu çelişkilerin azalacağını, hatta »kolektif bir emperyalizm« görüntüsünün ortaya çıkacağını öngörmek bizce büyük bir yanılgıdır.
Bizce daha gerçekçi öngörü, bu çelişkilerin keskinleşeceğine dairdir. Çünkü hem transatlantik ittifakın çözümsüzlükleri aşılabilecek durumda değildir, hem de çıkar farklılıkları var olmaya devam etmektedirler. Bunu Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) örneklerinde açıklamaya çalışalım.
Avrupalı emperyalist güçlerin Rusya Federasyonu’na karşı değişken ve kendi aralarında ortaklaştıramadıkları politikaları varken, ABD emperyalizmi »Rusya’yı kuşatma« politikasından vazgeçmiş değil. Özellikle Almanya ve Fransa ikili bir strateji takip etmektedirler. Yani hem Rusya Federasyonu’nu siyasi ve iktisadi açıdan baskı altında tutma, hem de – ABD’nden bağımsız enerji politikaları geliştirebilmek için – Rusya Federasyonu ile iktisadi ilişkilerini derinleştirmek istemektedirler. Örneğin Merkel »Putin’e iş birliği teklifleri yapılmalıdır« derken, Biden Nord Stream 2 boru hattını engellemek için yaptırımları arttıracağını vurgulamaktadır.
Daha da karmaşık olan ise ÇHC’ne yönelik politikalardır. Biden yönetimi ÇHC’ni »Amerika’nın en kötü düşmanı« olarak ilân ederek, Trump döneminden daha saldırgan ve provokatif bir politika izleyeceğini kanıtladı. 2020 sonunda ÇHC ile yeni bir Yatırım Antlaşması imzalayan AB ise, Biden yönetiminin ÇHC’ne karşı askeri stratejiler geliştirmesini ve agresif ekonomik tedbirler hazırlamasını »Çin ile iktisadi ve siyasi ilişkileri ayakta tutma arzumuzu baltalama girişimi« olarak nitelendirdi. Almanya ve Fransa Avrupa’nın Rusya Federasyonu ve ÇHC’ne yönelik yaklaşımlarını ve dış ve güvenlik politikalarındaki önceliklerini bağımsız bir şekilde belirleyebilmek için »stratejik otonomi« elde etmeye çalışıyorlar. Bu ise ABD’nin sabit hedeflerine ters düşüyor.
Sadece bu iki örnekten görülebileceği gibi, transatlantik ittifakın çözümsüzlükleri devam etmektedir. Biden döneminde de bunların aşılması söz konusu olmayacaktır. Hatta Avrupa açısından Biden döneminde ABD ile olan ilişkilerin Trump dönemine nazaran daha zor koşullar altında yürütülebileceğini söyleyebiliriz.
Sonuç yerine
Biden yönetiminin önceliğinin iç politikaya yönelik olacağını ve dış politikada Avrupalı müttefiklerine daha fazla yük bindirmeye çalışacağını belirtmiştik. 2021 Şubat sonunda Demokratların çoğunluğu ellerinde tuttukları Kongre, Biden yönetiminin 1,9 trilyon dolarlık yardım paketini onaylayarak bu önceliğin altını çizdi. Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin yarı yarıya temsil edildikleri ABD Senato’sunun da Senato Başkanı görevini yürüten ABD Başkan yardımcısı Kamala Harris’in belirleyici oyu ile paketi onaylayacağından hareket edebiliriz. Böylelikle ABD halkının önemli bir kesimine her biri 1.400 dolarlık çeklerle toplam 422 milyar dolar dağıtılacak. Geri kalan paraların ise aşı kampanyası, çocuklu ailelere vergi indirimleri gibi yardımlar, okul binalarının tadilattan geçirilmesi ve yerel yönetimler ile Eyalet Hükümetleri için dağıtılması öngörülüyor. Biden yönetimi bu şekilde toplumsal ayrışma ve kutuplaşmaların etkisini hafifletmeyi amaçlıyor.
Dış politikada ise ABD emperyalizminin sabit hedefleri belirleyici olacak. Biden her ne kadar çok taraflı antlaşmaları, uluslararası diplomasiyi ve transatlantik ilişkileri önemsediğini söylüyor olsa da Avrupa’nın sevincini kursağında bırakacak gibi gözüküyor. Kısacası ABD’nde Biden’in ABD Başkanı seçilmesiyle üçüncü Obama döneminin başladığını söyleyebiliriz. Obama yönetiminin gerek iç politikadaki sosyal yönelimli, ama yüzeysel tedbirleri, gerekse de dünya çapındaki çatışmaları, ihtilafları ve savaşları nasıl körüklediği yeterince biliniyor. O açıdan ABD emperyalizminin politikasının önümüzdeki yıllarda Biden ile Obama döneminden pek farklı olmayacağını şimdiden öngörebiliriz.