10 Ekim Ankara Katliamı ve Yaşadıklarım
(23 Ekim 2015)
9 Ekim Cuma günü iş nedeni ile Edirne’deydim. Bir gün sonra Ankarada yapılacak olan Barış mitingine katılmak üzere dostlarımla vedalaşarak saat 16.00 gibi İstanbul’a doğru yola koyuldum.
Evde biraz dinlendikten sonra saat 23.00’de Büyükçekmece’den kalkan otobüse binerek Ankara’ya doğru yolculuğa başladık. Daha önceleri, araçlara bindiğimiz noktadan başlayan ve Ankara’da araçların park edildiği noktaya kadar birçok noktada durdurulduğumuz, kimlik kontrolünden geçirildiğimiz ve polis tarafından tacize uğradığımız, engellenmeye çalışıldığımız anların hiçbirini yaşamadık nedense. Bu işte bir gariplik vardı aslında. Nasıl olur da devletin, şiddeti bu kadar tırmandırdığı, en ufak demokratik eyleme izin vermediği, vermemekle kalmayıp basın açıklamalarına bile tahammül edemeyen, gaza boğan devletin güvenlik güçleri sanki yer yarılmış ve yok olmuşlardı. Ankara’ya kadar bir tek polisle bile karşılaşmadan araçları park ettiğimiz alana kadar geldik.
Ankara Garının önündeki alana geldiğimizde gruplar daha yeni yeni toplanıyorlardı. Genciyle, yaşlısıyla çocuğuyla gelenler; yüzlerde gülücükler, uzun süre görüşemeyenlerin birbirini kucaklamaları. Biraz sonra da halayların çekileceği, barışın haykırılacağı alanda nedense ne resmi ne de sivil bir tek polis yoktu. Bu alışık olmadığım bir durumdu. Sevgili dostum Fahri Karasu ile buluştuk. Hoşbeş sohbetten sonra Tüm Haber Sen’in toplanma noktası olan garın ön tarafındaki yere birlikte yürüdük. Ve uzun süredir görmediğim İsmail Çınar ve diğer başka arkadaşlarla sohbetledik. Bir ara tuvalet ihtiyacımı karşılamak için gara doğru yürüdüm. Tuvaletlerin önünden dışarıya kadar taşan kalabalığı görünce vazgeçtim. Birinci bombanın patladığı yerdeki köftecinin yan tarafındaki saksılardan birinin üzerine oturarak çevreyi gözlemledim. Kalabalık artmış barış türküleri söyleniyor; kızlı erkekli genciyle yaşlısıyla her yaştan, Ermeni’siyle, Kürd’üyle, Çerkez’iyle, Laz’ıyla ülkemin güzel insanları HDP kortejinin biraz daha meydana yakın olan bölgesinde patlayacak bombalardan habersiz halaylar çekiyorlar; savaşa karşı kardeşlik, barış türküleri, şarkıları söylüyorlar. Yüzlerde gülücükler; devletin o her eylemde gaz, tazyikli su sıktığı, aslında kendisi de halkın çocuğu olan çevik kuvvetin olmadığı, artık çok iyi tanıdığımız sivil polislerin bile meydanda görünmedikleri biraz sonra kana bulanacak alanda halaylar oynanıyordu. Bir yandan da yavaş yavaş yürüyüş kortejleri oluşmaya başlıyordu. Oturduğum yerden kalkıp Tüm Haber-Sen’in toplandığı yere doğru yürürken bir anda kulaklarımı sağır eden müthiş bir patlama oldu. Patlama benim çok yakınımda olmuştu ya da ben öyle zannettim. Patlama ile herkesle birlikte bende patlama yerinden uzaklaşmaya çalışırken bir anda ayağım takıldı, yere kapaklandım. Yere düştüğüm anda, ikinci korkunç patlama oldu. Yerin göğün bembeyaz bir bulut ile kaplandığını ve ardından üzerime insan parçacıklarının yağdığını hatırlıyorum. Hareket edemedim. Ancak kalkmam ve o bölgeden uzaklaşmam gerekiyordu. Başımı kaldırdığımda çevremde sadece yerde yatan cansız, parçalanmış bedenleri gördüm. Ayağa kalktım15- 20 adım attım ancak bu sefer yerde yatanların iniltileri ve çevreye savrulan insan parçacıkları ile karşılaştım. Şoktaydım; ne yapacağımı bilemiyordum. Herkes patlamanın olduğu yerden benim gibi uzaklaşmaya çalışıyordu. Birkaç adım daha atmıştım ki patlama yerinden uzakta olanlar da tam ters istikamete patlama yerine doğru koşuyorlardı. Koşanlardan birisi bana “Yaralı mısın? Neyin var?” deyince “yok, benim herhangi bir şeyim yok ama çok ölü ve yaralı var.” “Ellerin vücudun kan içinde emin misin bir şeyin olmadığına?” deyince ellerime baktım. Ellerim kan içerisindeydi. Hemen vücudumu kontrol ettim, bende bir şey yoktu. Yağmurluğumu çıkardığımda renginin değiştiğini, insan uzuvlarının yapıştığını fark ettim. Geçirdiğim şok ile ortada aptal aptal dolaşırken o ana kadar göremediğim polisin, tomadan su sıkmasıyla kendime geldim. Toma bombanın patladığı alana, yakınlarını kaybeden bizlere ve yaralılara tazyikli su sıkıyordu. Toma ile aynı paralelde, yolun karşı tarafından da yaklaşık 40- 50 kadar çevik kuvvet polisi alana doğru geliyordu. Toma’nın tazyikli su ve gaz bombası atmasına tepki gösterenlere çevik kuvvet şiddet uygulamaya başlamıştı. Ancak polisler oldukça az, bizler çok kalabalıktık bizlerden tepki görünce korktular, vurmayı bırakıp alana doğru yürümeye devam ettiler.
Kendime geldiğimde, insan parçaları, ölüler, yaralıların yardım çığlıkları, toz duman, korku, endişe, panik, şaşkınlık, ağlaşmalar, öfke, nefret ve yaralıları taşımaya ve kurtarmaya çalışanların üzerine polisin attığı gaz bombaları her şey birbirine karışmıştı. Hemen eşimi aramaya çalıştım. Ancak telefonlar çalışmıyordu. Birkaç kez denedikten sonra sevgili eşim, Leyla’mın sesi kulağımdaydı. “Leylam, burada patlamalar oldu ancak bende bir şey yok beni merak etme.” dedim ve telefonu kapadım.
Tekrar geriye dönüp kaçmaya çalıştığım yere, gar istikametine doğru koşmaya başladım. Yerde ölüler, yaralılar, doku parçaları... İnsan parçalarına basmamaya çalışarak, yerde yatan bir yaralıya ulaştım... Hiç ambulans yoktu. “Ambulans, ambulans... ambulans yok mu?” diye bağırmaya başladım. Mitinge katılan doktor arkadaşlardan iki kişi yaralı bayana ilk müdahaleyi yaptılar. Ancak o kadar çok yaralı vardı ki ne yapacağını bilemez, çaresiz bir vaziyette “Ambulans yok mu? Doktor yok mu?” çığlıkları benim sesime katılıyordu. Nihayet -ne kadar zaman geçti bilemiyorum- ambulanslar gelmeye başladı. Ambulanslar gelmeden yaralıları pankartlar ile taksilere taşıdık. Miting anons otobüsüne de yaralılar taşındı. Taksiler, ambulanslar, özel araçlar ile durmadan yaralılar taşınıyordu. Yakınlarını kaybedenler, sinir krizi geçirenler, ağlayanlar.. Herkes şoktaydı. Genç olanlar saldırıya anlam veremiyordu. Bu kadarı da olmazdı, bunu nasıl yaparlar, katiller, caniler... Her taraftan feryatlar yükseliyordu. “Açın, açın yolu yaralı geliyor. Ambulans geçecek kenara çekilin. Yola çıkmayın arkadaşlar” vs. sesler birbirine karışıyordu. Bir can daha kurtarma çabası içerisindeydik.
Kaç saat geçti bilemiyorum ama bombanın patladığı yere yakın olan arkadaşlarımdan hatırlayabildiklerimi aramaya başladım. İlkin Fahri Karasu’yu aradım cevap yoktu. Defalarca aradım ama bir türlü telefonu cevap vermiyordu. Yanılmıyorsam saat 14.00 civarlarında Fahri telefonunu açtı. Ancak konuşmakta zorlanıyordu. Yaralanmış olduğunu anlayınca hemen sendikadan arkadaşlara bildirdim. Doğruca bu sefer hastanelerin olduğu bölgeye geldim. Numune hastanesine geldiğimde genç hemşireler hızla binadan çıkıyor ve aranan kan grubunu bağırarak kan verecek kişilerin gelmelerini istiyorlardı. Benim gibi mitinge gelen arkadaşlar kanları ile arkadaşlara can vermek için çırpınıyorlardı. Ancak genellikle sıfır grubu RH negatif ve pozitif kan isteniyordu. Benim kanım A grubu Rh + olduğundan aranan kan değildi. Ama yine de belki ihtiyaç olur diye bekledim. Genç arkadaşlar hastane önünde zincir oluşturarak ambulansların ve evden hastaneye gelen doktorların rahatça hastaneye ulaşmalarına yardımcı oluyor; megafonla hangi hastanede hangi kana ihtiyaç olduğunun anonsları yapıyorlardı. Hastane girişindeki küçük kulübenin camında hastanede yatan yaralıların listesi asılmıştı. Rakam çok ürkütücüydü. 97 yaralı sadece Numune Hastanesindeydi ve daha da gelenler vardı. Diğer hastaneler de aynı yoğunluktaydı. Hastanelerin önündeki kalabalığın, ambulans ve diğer yardıma gelenlere engel oluşturduğunu ve benim de bir faydamın dokunamayacağını fark edince o bölgeden uzaklaşarak arabaların olduğu yere doğru yürümeye başladım. Arabalara gidebilmek için garın oradan geçmek zorundaydım. Gara yaklaştığımda olay yeri araştırma, cenaze ve olay yeri araçları, polisler ve bir takım siviller, yakınlarını kaybedenlerin çığlıkları, feryatlar polisin olay yerine girilmemesi için çektiği bantlar, yerde üst üste düşmüş, parçalanmış bedenler, çevreye saçılmış insan parçaları aynı ürkütücülüğü ile duruyordu. Olay yeri araştırma polisleri fotoğraf çekiyor, belli yerlere tespit numaralaması yapılmış delilleri delil poşetlerine alıyorlardı. Yakınlarını kaybedenlerden kayıplarının tespitini isteniyor; tespit sonrası bedenler tabutlara konularak cenaze araçlarına alınıyorlardı. Bombaların patladığı yerde kendi bulunduğum yere baktığımda yara almadan kurtulmamın mucize olduğunu daha iyi anladım. Bir an hareketlenme oldu. Olay yeri inceleme alanı içerisinde bulunan, kardeşini kaybeden genç kızımızın “Katiller! Utanmazlar! Defolun!” çığlıkları ile sağlık bakanı, adalet bakanı ve içişleri bakanının yanlarında korumaları ile utanmadan patlama yerine geldiklerini gördüm. Ve orada bulunan bizler de “Katiller defolun! Utanmazlar! Hangi yüzle geliyorsunuz” diye bağırınca tepkinin büyüklüğünü gören bakanlar korumaları ile birlikte defolup gittiler. Ben hızımı alamamıştım “Katiller, Cellatlar, Utanmazlar” diye epeyce bağırdığımı hatırlıyorum; kendimden geçmişim. Arkadaş koluma girerek beni kenardaki bir banka oturttu. Nefesim daralmış soluk soluğa kalmıştım. Bir süre sonra kalkarak otobüslere doğru yürüdüm. Otobüse geldim. Yüreğimde derin bir sızı vardı. Tekrar Fahri’yi aradım telefonu cevap vermiyordu. İsmail Çınar arkadaşı aradığımda yoğun bakımda olduğunu öğrendim. (Fahri dizinden ayağından ve karnından yaralanmıştı. Günlerce yoğun bakımda kalan benim inatçı, yürekli arkadaşım düşmana inat yaşamaya devam ediyor.) Yarım saat sonra, daha sonra öğreneceğim,100’ün üzerinde ölü ve 400’ün üzerinde yaralı olan, barış isteyen dostlarımı Ankara’da bırakarak İstanbul’a doğru yola çıktık.
Otobüste Ankara’ya gelirken söylenen türkülerin, şarkıların, neşenin yerini sessizlik, hüzün , saşkınlık almıştı. Patlama yerindeki insan çığlıkları, insan parçaları, ölüler, yaralıların yardım çığlıkları, toz duman, korku, endişe, panik, şaşkınlık, ağlaşmalar, öfke, nefret içerisindeki 15.000’in üzerindeki insanın, bir tek TOMA’nın ve en fazla 50 kadar polisin gönderilmesini düşünüyordum. TOMA’dan öfke ve nefret içerisindeki bizlerin üzerine tazyikli su ve gaz sıkılması, ayrıca yine pek alışık olmadığım 40-50 kadar Çevik Kuvvet polisinin de alana arkadan hiçbir destek verilmeden gönderilmesinin devletin ikinci bir katliam hesabı olduğunu mitinge katılanların içerisine kurbanlık koyun gibi devlet polisini ölüme göndermiş, bizler kin ve nefretimizi kontrol edebildiğimizden yapmak istedikleri ikinci bir provokasyona gelmemiş, onların planıde bildiği gibi ölü ve yaralıların içerisinde bir tek resmi ve sivil polisin olmaması bu katliamın sanıklarının kimler olduğunun çok açık kanıtıdır. Eve geldiğimde çok yorgun olduğum halde gece uyuyamadım. Nasıl uyuyabilirim ki yaşadıklarım bir film şeridi gibi hep gözlerimin önündeydi. Kâbuslarla bölünen kısacık uykularım dışında başımı yastığa koyamadım..
Pazartesi günü Ankara’dan İstanbul’a gelen barış savaşçılarına son görevimizi yapmakla geçti. Salı günü Sultanahmet meydanında yapılması planlanan protesto eylemine katılmak için Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde toplanma yerine geldiğimde savaş karşıtlarının coşkun sloganları ile karşılaştım. Ben de sesimi barış savaşçılarının sesine kattım. Ankara’da kaybettiğimiz güzel insanlar kavganızı kavgamızla devam ettiriyoruz. Gelecek güzel günler yakındır. Umutsuzluğa kapılmak yok...
Yazımı öncelikle sevgili kızım ile paylaştım onun bana yazdığı yazıyı olduğu gibi paylaşıyorum...
“Burada konuştuğum gördüğüm herkes çok umutsuz. Hiçbişeyin değişebileceğine inançları yok. Geziden önce de herkes umutsuzdu. Bi anda patladık şoka uğradı herkes. Ananem gezinin ikinci gününde beni arayıp “Beliz orda ölebilirsin ama biz dayanırız bu ülkeyi siz kurtarıcaksınız. Evine dönme “ demişti. 10 ekimde patlamanın olduğunu duyduğumda senin orda olduğuna emindim.
Saatlerce sana ulaşamadım ve burda kafayı yedim inan. Kıyameti koparttım. Annem baban iyi dedi ama inanmadım ben. Sana ulaştıktan sonra biraz da olsa rahatladım. Sonra İlker abi bana “babana söyle bak ortalık çok tehlikeli gitmesin artık eylemlere” dedi. Sonra şunu farkettim; ben seni gezide de engellemeye çalıştım her türlü tehlikeli ortamlardan uzaklaştırmaya çalıştım hep kendi korkumdan. Babasız kalıcam diye uyuyamıyodum bile. Çocukluğumdan beri en büyük korkum ya sana ya anneme zarar gelirse diye. İlker abi bana bunu söylediğinde bişeyi farkettim. Bi insan nasıl bu kadar bencil olabilir ki? Benim korkularım Ankara’da barış istediği için katledilen bir tek candan daha değerli değil. 25 yıldır beni tutsak eden en büyük korkumu farketmeden sana ulaşamadığım o saatlerde eritmişim bilincimde. Elinden mücadeleni almaya kalkarsam hayatını elinden almış olurum. Sana yapabileceğim en büyük destek özgürlüğünü engellememeye çalışmaktır. Diyeceğim o ki babacım; seni kaybedebilirim ama altından kalkamayacağım hiçbişey yok benim. Çünkü benim, kardeşimin, İlker abinin çocuğunun geleceğini yüzlerce kez sindirilmeye çalışılmasına rağmen hala dimdik duran korkmayan mücadele eden sen ve senin gibi güzel insanlar kurtaracak. Alanları terketme. Ben sana bu yüzden bu kadar aşığım çünkü”
Ne mutlu ki bana, bizlere böyle bilge çocuklarımız var. Teşekkür ederim canım kızım.