ABD Seçimleri: Trump Ve Emperyalist-Kapitalist Dünya Düzeni

ABD Seçimleri: Trump Ve Emperyalist-Kapitalist Dünya Düzeni

Donald Trump ve Hillary Clinton

Tüm beklentilere rağmen Donald Trump’ın ABD Başkanlık Seçimlerini kazanması dünya çapında şaşkınlık yaratmaya ve kafa karıştırmaya devam ediyor. Yapılan analizlerde öne çıkan »ABD içe yönelecek, Avrupa daha fazla sorumluluk alacak« görüşü, gerek burjuva medyasında, gerekse de sol-muhalif çevrelerde ağırlık kazanıyor.

Trump’ın seçim kampanyasında ve seçildikten sonra söylediklerine, yaptıklarına ve en önemlisi hükümeti için oluşturmakta olduğu ekibine baktığımızda, ABD politikalarında ve uluslararası ilişkilerde bir çok şeyin farklı yürüyeceği sonucuna varabiliriz. Ama farklı olması, »daha iyi« olacağı anlamına gelmiyor elbette.

Görüldüğü kadarıyla Trump’ın uygulayacağı askerî ve dış politikalar, ABD’nden ziyade Avrupa’daki emperyalist ülkelerin egemen blokları içerisinde strateji tartışmalarına yol açıyor. Brexit kararıyla Britanya halklarının AB’nden ayrılma kararını fırsat bilen ve AB’nin F. Alman emperyalizminin patronajı altında »süper güç« olma hevesini güden »Avrupacılar« ile ABD’nin öncülüğünde yola devam etmek isteyen »Transatlantikçiler« arasındaki çelişkiler derinleşecek. Böylelikle, salt NATO içerisinde değil, AB içerisinde de derin bir çatlağın gün yüzüne çıktığını söyleyebiliriz.

Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı »Önce Amerika« (»America First«) söylemi, 2017’den itibaren ABD’nin iç politikaya ve ekonomiye öncelik tanıyacağına işaret ediyor. Bu önceliği ABD egemen bloğunun toplumsal rızayı ve iç politik meşruiyeti yeniden üretebilmesinin bir zorunluluğu olarak görebiliriz. Tekelci burjuvazi, sınıf iktidarının sürekliliğini sağlayabilmek için parlamenter sisteme, meşruiyet görüngüsüne ve toplumsal rızaya gereksinim duyuyor hâlâ. Bu öncelik aynı zamanda 1980’lerden bu yana hakim olan neoliberal dönüşüm politikalarının tılsımını kaybetmesinin ve toplumsal rızanın yeninden üretilmesinde yetersiz kalmasının da bir sonucu aslında. ABD’nin, Trump yönetimi altında TTIP gibi »serbest ticaret antlaşmalarını« reddeden, Rusya ile gerilimleri azaltmak isteyen, ama Çin’e karşı ekonomik savaşı planlayan bir çizgiye gelmesi bu öncelikle birleşince, ihracat modeli ile güçlenen F. Alman emperyalizmini yeni arayışlara zorluyor.

»Süper Güç« Olma Stratejileri Ve Sınırları

AB Komisyonundan ve AB’nin hakim gücü F. Almanya’dan gelen sinyaller, AB’nin Brexit ve ABD Başkanlık Seçimleri sonrasında ABD’nin yanında ve ABD ile rekabet hâlinde bir dünya gücü olma stratejisine ağırlık verdiğini, aynı zamanda da »yanında-karşısında« ikilemi içinde olduğunu gösteriyor. 2000’de karar altına alınan Lizbon Stratejisiyle »süper güç« olma hedefine oturtulan AB politikaları hâlihazırda iki temel unsur üzerine kurulu: Birincisi, AB’nin Hinterlandı olarak görülen ve AB’ne komşu olan ülkelere yayılma ve bu ülkeleri AB ekonomik bölgesi ile bütünleştirme hedefi. İkincisi ise, böyle oluşturulan etkinlik alanını güçlendirilmiş askerî yeteneklerle »koruma« altına alma ve genişletme hedefi.

AB’nin birinci hedefine büyük ölçüde ulaştığını söylemek olanaklı. Ancak ikinci hedefine ulaşması – şu an için – hayli zor görünüyor. AB’nin Doğu Avrupa’ya genişlemesi ve tüm AB üyesi devletlere silahlanma zorunluluğunun getirilmesi, kuşkusuz masif bir militaristleşme sürecine yol açtı. Aynı şekilde Britanya’nın AB üyeliğinden ayrılma kararı da, bugüne kadar bilhassa Britanya tarafından engellenen »AB ordusu« oluşturma planlarına ivme katacaktır. Ve Trump’ın deklare ettiği dış politika planlarının AB’nin militaristleşme sürecinin hızlandırılmasına neden olacağı beklenmelidir.

Zaten F. Almanya’nın burjuva ana akım medyasında yer alan yorumlara ve hükümete yakın enstitülerin »önerilerine« bakıldığında, »süper güç« olma stratejisinin ideolojik temellerinin güçlendirilmeye çalışıldığı görülebilir. Örneğin F. Alman hükümetinin en etkin düşünce kuruluşu olan »Bilim ve Siyaset Vakfı – SWP« kısa bir süre önce yayımladığı analizde, »Trump’ın seçilmesi liberalizmin ve dolayısıyla Batı’nın normatif değerlerinin yenilgisi anlamına gelmektedir ve Putin, Erdoğan ve Orban gibi, liberal olmayan demokrasilerin taraftarı otokratların güçlenmesine yol açacaktır« diyerek, bu gelişmenin AB ülkelerinin dış politikalarını etkileyeceği tespitinde bulunmaktadır. Analizde, Trump’ın »ABD’nin açık, serbest mübadele ve serbest dış politik yönelime dayanan dünya düzeninin liberal hegemonu olma rolünden uzaklaşma yatkınlığında olduğu« öngörüsüyle, AB’nin »kendi güvenlik politikası yetilerini güçlendirmesini« ve »kendi stratejik çıkarlarını tanımlayarak, ortak dış politik önceliklerini belirlemesini« öneriyor. Hemen peşinden de, »hoşumuza gitse de, gitmese de, Almanya çok daha aktif olmak zorundadır« denilerek, F. Alman emperyalizminin belirleyici olma istemi vurgulanıyor. F. Alman devleti de, 2017’de yapılacak olan Federal Parlamento seçimlerinde yasamanın »sorunsuz« olarak göreve devam etmesini sağlamak, »devamlılık ve istikrar« kararlılığının altını çizmek için, şahin dış politikacı Franz-Walter Steinmeier’i (SPD) Federal Cumhurbaşkanı adayı yapıyor.

Her ne kadar burjuva ana akım medyasında »Almanya artık daha bağımsız olacak« methiyeleri dizilse de, »ABD ile eşit göz hizasında« heveslerinin gerçekleşmesi pek kolay olmayacak. Bir kere AB’nin silahlanma yarışında, 600 milyar Dolar ile tüm NATO üyelerinin toplamından daha fazla silahlanma gideri olan ABD’ni »yakalaması« uzak bir olasılık. Gerek askerî yeterliliği, gerekse de işgal ve sıcak savaş deneyimleri konusunda ABD’nin çok gerisinde kalan AB’nin henüz ortak bir ordusu dahi yok. Kaldı ki Britanya ile Doğu Avrupa’daki AB üyesi devletlerin ortak ordu itirazı önemli bir engel teşkil ediyor. Bilhassa, başta Polonya ve Macaristan olmak üzere, Doğu Avrupa ülkelerindeki egemen sınıfların Rusya karşıtlığı ve geleneksel olarak »Alman hegemonyasından« kaygı duymaları, bu ülkeleri askerî koruma kalkanı açısından Berlin’den ziyade daha çok Washington’a bağlıyor.

Emperyalist İlişkiler Gerçeği

F. Alman emperyalizminin düzen kurucu dünya gücü seviyesine yükselmekte kararlı olduğu söylenebilir. Ancak kararlı olmak yeterli değildir, çünkü belirleyici olan maddî koşullardır. Muhakkak ki Trump gibi ırkçı bir politikacının başkan seçilmesi, ABD emperyalizminin iç politik zayıflığının bir göstergesidir, ama bu emperyalist-kapitalist dünya düzenindeki ilişkilerin değişeceği anlamına gelmemektedir.

Emperyalist ilişkiler gerçeğini görebilmek için önce emperyalizmden ne anladığımızı tekrarlamak yararlı olacak: Komünistler, Lenin’e dayanarak, emperyalizmin tekellerin egemenliğindeki kapitalizmin ve üretim ilişkilerinin üst seviyesi olduğunu söylerler. Yani emperyalizm, her ne kadar emperyalist devletlerden bahsetsek de, bir devletin veya bir ulusun »özelliği« değildir. Emperyalist sistemden bahsederken, kapitalizmin bu üst seviyesinden bahsediyoruz, ancak ABD emperyalizminden veya emperyalist devletlerin oluşturduğu bütünün öncü gücünden bahsederken, emperyalist devletler arasındaki farklılıkları vurguluyoruz. Bir sınıflandırma yapacak olursak, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin kabaca küçük ve büyük, saldırgan ve daha az saldırgan, hegemonik ve işbirlikçi emperyalist güçlerden, hatta İsveç gibi, uluslararası ihtilafların ve emperyalist stratejilerin gölgesinde, deyim yerindeyse »suya sabuna dokunmadan« varlığını sürdüren emperyalist refah devletlerinden oluştuğunu söyleyebiliriz.

Aynı zamanda emperyalist-kapitalist dünya düzeninin bağımlılık ve işbirliği ilişkilerindeki farklılıkları da dikkate almak zorundayız. Örneğin Türkiye, tekelci burjuvazinin hakimiyeti altındaki ve emperyalizme bağımlı bir kapitalist ülkedir. Türkiye tekelci burjuvazisinin emperyalizmle olan bağımlılık ve işbirliği ilişkisi, basit bir »sömüren-sömürülen« ilişkisi değildir. Türkiye tekelci burjuvazisi aynı zamanda kendi emperyalist hedeflerini takip etmektedir. Aynı ilişki düzeyi ABD ve F. Almanya arasında da söz konusudur.

O açıdan emperyalist ilişkileri irdelediğimizde, tek tek emperyalist devletlerin emperyalist-kapitalist dünya düzeninde ve bu düzenin öncü gücü karşısında hangi konumda durduklarına bakmamız gerekmektedir. Böylelikle, tüm çelişkilerine rağmen ABD emperyalizmi ile sıkı bağlantıda ve işbirliğinde olan devletler ile Rusya ve İran gibi emperyalist tehdit altında tutulan kapitalist devletler arasındaki farklılıkları görebilir, Rusya ve İran’ın neden emperyalizm karşıtı pozisyona zorlandıklarını daha rahat anlayabiliriz.

ABD 1989-1990 karşı devriminden bu yana emperyalist-kapitalist dünya düzeninin tartışmasız hakimi durumundadır. Ancak bu düzen ve bu hakimiyet kırılganlaşmıştır. ABD’nin ekonomik hakimiyeti zayıflamakta, dünya iktisatının merkezi Doğu Asya’ya kaymaktadır. 1945-1990 arasında Batı Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın ABD’ne yetişmesi olarak kendini ifade eden zayıflama süreci, 1990’lardan sonra ABD’nin ekonomik gücünü daha hızlı kaybettiren bir ivme kazanmıştır.

F. Alman emperyalizminin bu sürecin kazananlarından olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte F. Alman emperyalizmi, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin egemenlik sisteminin en önemli parçalarından birisi hâline gelmiştir, ama aynı zamanda da ABD emperyalizminin egemenliği altındadır. F. Almanya’nın emperyalist-kapitalist dünya düzeni içerisindeki rolü hâlâ ABD emperyalizmince belirlenmektedir.

Bu tespitimizi açıklamak için kısa bir tarihsel bakışta bulunalım: F. Alman tekelci burjuvazisi ve İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası kurulan Batı Almanya (AFC) varlıklarını ABD’ne borçludurlar. Dünya sosyalist sistemine karşı başlatılan Soğuk Savaşın bir gereği olarak Batı Almanya’daki eski mülkiyet ilişkilerinin yeniden kurulmasına izin verilmiştir. F. Almanya eyaletleri, devlet aparatı, gizli servisleri, basını ve merkez bankasıyla ABD ve Britanya’nın eseridir.

Aynı şekilde AB ve öncülleri de Soğuk Savaşın sonucudurlar. ABD 1945 sonrasında Batı Avrupa’daki devletlerin ortak bir çatı altında toplanmaları siyasetini geliştirmiştir. Bu siyasetin üç temel hedefi söz konusuydu: Birincisi, Sovyetler Birliği’nin etki ve hareket alanını daraltmak, ikincisi, Fransa ve diğer kapitalist ülkeleri yanında tutmak ve nihâyetinde de üçüncüsü, Almanya’yı kontrol altına almak. Yani, AT, AET ve AB sonucunda ABD emperyalizminin projeleridirler. Aynı şekilde var oluşuna izin verilen F. Alman tekelci burjuvazisi de çıkarlarını ortak bir Avrupa çatısı altında daha rahat koruyabileceği ve eski gücüne ancak yanına alacağı Avrupalı bir müttefikle tekrar kavuşabileceği kanısına vararak, bu projeyi desteklemiştir. Bugün AB emperyalist devletlerin ekonomik ve siyasî çatısı hâline gelmiştir. Hatta, iktisadî gücüne bakıldığında, dünyanın en önemli ekonomik mevkilerindendir. Ama ABD’nin rakibi olamamaktadır, çünkü devletler üstü bir kurumlar konglomerasından ibarettir. AB bu yapısı ile ABD emperyalizminin öncü rolünü geriye püskürtebilecek derecede güçlü bir emperyalist rakibin ortaya çıkmasını bizzat engellemektedir ve NATO’nun yanı sıra, ABD hegemonyasını güvence altına alan ikinci devletler ittifakıdır. Kaldı ki F. Alman emperyalizmi, egemen blok içerisinde söz konusu olan tüm çelişkilere rağmen, tüm silahlanma ve savaş projelerinde ABD ile eşgüdümlü hareket etmektedir.

F. Almanya’da Trump’a karşı yükseltilen itirazların arka planında, Trump’ın dış politika önceliklerini değiştirmesinden kaynaklanan hayal kırıklığı yatmaktadır. ABD’nin önceliğini değiştirmesi, F. Alman emperyalizminin uzun vadeli hedeflerini zora sokmaktadır. Sonuç itibariyle F. Almanya’nın dayattığı »süper güç« stratejisi, ABD emperyalizminin çizdiği sınırlara toslamıştır. O açıdan F. Almanya’nın uzun bir süre ABD’nden bağımsız bir emperyalist politika izleme olanağına kavuşmaktan uzak olacağı sonucunu çıkartabiliriz. F. Alman tekelci burjuvazisi de bunun farkındadır, ama buna rağmen »bağımsızlaşmanın« koşularını yaratmak için çabalarına devam edecektir. Nihâyetinde Trump’ın seçilmesi, F. Alman emperyalizminin ABD’nin »yanında ve karşısında« konumlanma ikilemini kökleştirmiştir. AB’nin hakim gücünün hoşnutsuzluğunun temel nedeni budur.

Gelişmelerin Türkiye’ye Etkisi

Emperyalist-kapitalist dünya düzenine bu denli entegre edilmiş Türkiye’nin bu gelişmelerden doğrudan ve olumsuz etkilenmesi doğal bir sonuçtur. Türkiye tekelci burjuvazisinin emperyalist hedefleri, Suriye ve Irak’taki savaşın gidişatınca geri püskürtülmüştür. AKP rejimi, DAİŞ’e karşı yürütülen operasyonlara katılmak için ısrar etmektedir, ancak bu ısrarlar, »en iyi savunma saldırıdır« anlayışının bir ifadesidir. Çünkü ABD emperyalizminin bölgesel stratejileriyle, AKP rejiminin hedefleri çelişmektedir. Dahası, AKP rejimi ABD için bir güvensizlik faktörü hâline gelmiştir.

TSK’nin sözde ÖSO güçleriyle Suriye topraklarına girmiş olması, yanıltıcı olmamalıdır. Bu operasyon her ne kadar ABD’nin izni ile gerçekleştirilmiş olsa da, AKP rejimine tanınan bir geçici formül olarak görülmelidir. Nitekim ABD, TSK’nin DAİŞ’e karşı operasyonlara katılımını engellemekte ve Türkiye’nin Suriye topraklarında daha fazla ilerlemesine onay vermemektedir. TSK’nin, ABD’nin »müttefik« olarak gördüğü YPG ve Demokratik Suriye Güçlerini bombalaması ve AKP rejiminin Rusya’ya yakınlaşma çabaları, emperyalist güçlerin çıkarlarını tehdit etmektedir.

Türkiye tekelci burjuvazisinin yayılmacılık planlarının boşa çıkması, AKP rejiminin Türkiye sınırları içerisinde savaş ve sömürge pratiklerini yoğunlaştırmasına neden olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketine ve Kuzey Kürdistan’a yönelik politikalar bunu kanıtlamaktadır. Kirli savaşın şiddeti ve »bölünme« demagojisi, Türkiye’deki milliyetler sorununun sınıfsal karakterinin görünmesini engellemektedir. Buna da bu bağlamda kısaca değinmekte yarar var.

Kuzey Kürdistan, Türkiye tekelci burjuvazisi için ucuz iş gücü, doğal kaynaklar – bilhassa su – ve bölgesel hegemonya stratejileri açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Kuzey Kürdistan, bölgeye açılan kapı ve ticaret yolları ile boru hatları coğrafyası olarak askerî stratejilerin içeriğini belirlemektedir. Kürdistan’ın kontrolünün kaybedilmesi, iş gücü, piyasalar, ticaret yolları, kaynaklar, yani üretici güçler ve birikim araçları üzerindeki kontrolün kaybedilmesi ve sonucunda tekelci burjuvazinin zayıflaması anlamına gelmektedir. (Errol Babacan, 2016) Aynı şekilde Kürt halkının özerklik talepleri, varoluşları ülkenin iktisadî gücüyle doğrudan bağlantılı olan küçük burjuva katmanlar açısından da bir tehdit oluşturması ve diğer taraftan Türkiye işçi sınıfı içerisindeki emek rekabetinin etnik hiyerarşi ile belirlenmesi nedeniyle, rejimin kirli savaş ve sömürge pratikleri toplumsal rıza sağlayabilmektedir. AKP’nin, fiilî koalisyon ortağı MHP ve Kemalist-milliyetçi CHP’li kesimler ile ortaklaşmasının temel nedeni de burada yatmaktadır. Üstüne üstlük milliyetler sorununun sınıfsal karakterinin dikkate alınmaması, ortak çıkarlar temelinde ortak mücadelenin örülmesini engellemekte, oluşturulmakta olan faşizan tandanslı diktatörlüğe karşı geniş toplumsal ittifakları olanaksızlaştırmaktadır.

Ancak emperyalizme içkin olan çelişkiler, ABD’nin önceliklerinin değişmesi, bununla beraber bölgede Kürdistani güçlerin önem kazanması, iç politikada parlamenter alanın daraltılması nedeniyle Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı mücadeleye ağırlık vermesi ve AKP rejiminin dış politik fiyaskosunun yarattığı güvensizlik, oluşmuş olan AKP-MHP-CHP savaş ittifakının sürdürülebilirliğini zora sokmaktadır. CHP içinde başlayan ayrışmalar, CHP’nin bugüne kadar başarıyla oynadığı »toplumsal ittifakları engelleme« rolünü zorlaştırırken, ekonomik gelişmeler tekelci burjuvazinin toplumsal rızayı yeniden üretme olanaklarını zayıflatmaktadır. Rejim her ne kadar karanlık kaynaklardan sağladığı yabancı sermaye girişiyle cari açığın yol açtığı tahribatı hafifletse de, buhran tehlikesi her gün daha da artmaktadır.

Elbette olası bir buhran rejimin yıkılması anlamına gelmeyecektir, ama artan toplumsal hoşnutsuzluk ve sermaye kesimleri arasındaki çelişkilerin derinleşmesi, savaş ittifakını çözülmeye itebilir. Gerçi rejim kendisini bir işgal savaşıyla kurtarmaya kalkışabilir, ancak böylesi bir durum emperyalizmin somut maddî ve stratejik çıkarlarını daha da tehlikeye sokacağından, rejime bu fırsat tanınmayacaktır. Çünkü Türkiye gibi bir NATO üyesinin, ABD’ne ve NATO’ya rağmen Rusya ve İran’a yarayacak derecede ve kendi toprak bütünlüğünü tehlikeye sokacak bir yola girmesi, olanaklı değildir.

Buradan, ABD veya NATO »Türkiye’yi kurtarır« sonucu çıkartılamaz elbette. Türkiye ve Kürdistan’ın kurtuluşu ancak iç dinamiklerin eseri olacaktır. Bunun yolu ise, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt Özgürlük Hareketinin tekelci burjuvaziye karşı ortak mücadelesinden geçmektedir. Bu ortak mücadelenin karakteri ise doğal olarak antiemperyalisttir, çünkü kendi ülkesindeki tekelci burjuvaziye karşı verilen siyasî iktidar mücadelesi, her zaman ve her yerde emperyalist-kapitalist sisteme ve öncü gücü ABD emperyalizme karşı verilen mücadele ile eş anlamlıdır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler