Bir Kır Gezisinden Hasat Söyleşileri

Bir Kır Gezisinden Hasat Söyleşileri

Kıvrımlı, yokuşu bol orman içinden yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra, sarı buğday başaklarının hasadı beklediği uzunca bir düzlüğe ulaştılar. Biçerdöverlerin homurtulu sesleri geniş gövdesiyle tarlalara ulaşmaya çalışıyordu. Düşük rakımlı ovalarda işlerini bitirip, biraz daha geç olgunlaşan yayla buğdayının hasat vakti birkaç gün geç bile kalmıştı. Ağustos ayının ortalarında bir yağmur çisentisi çiftçinin karabasanıdır buralarda. Başağa yağmur değmeden kalkmalıdır buğday tarladan…

Daracık asfalt yolda peş peşe ilerleyen iki biçer bütün yolu kaplamıştı. Zorunlu olarak hızlarına uyacaklardı. Selektör ve korna seslerine aldırdıkları yoktu. Makinelerin genişliği bütün yolu kapladığından,  arkalarından yetişen araçların geçişine imkan vermiyordu.  Bir süre peşlerinden aynı hızla ilerlediler. Yolun çatallaştığı yerde kurnası gürültüyle akan bir çeşme, önünde genişçe bir alan vardı. Biçerler burada durduğunda yol açılabildi…

Çatallaşan tali yola paralel iri söğüt ağaçları arasından uzanan, karşıdaki uzak tepelerden beslendiği belli bir dere akıyordu. Sapsarı buğday tarlaları içinde ovanın yeşil gerdanlığıydı sanki. Bu görsel şölenin etkisiyle çeşmeye yakın biçerlerin ardına çektiler araçlarını. İlkin tedirgin oldu biçer çalışanları. Samimi bir selamlaşmayla rahatladılar sonra. Mağara insanı gibiydiler. Uzamış, saçlarına karışmış kirli sakalları, buğday ve saman tozu içinde giysileriyle korkunç bir görünümleri vardı. Kap kara gözleri ve burunları da görünmese insana benzetemezsin… Otomobilden inenler farkında olmadan gözlerini biçer şoförlerine dikmiş, anlık bir şaşkınlıkla, kirli sakalları içinde eriyen yüzlerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu durumun farkına varan adam, dudağındaki sakin gülümsemeyle; “ Çiftçinin bir sözü vardır, ‘anıza bastık, kar’a bastık’ diye.  Kış bir adımdır bundan sonra. Hızlı olacaksın. Tüccara buğdayını verip, kalırsa ambara koyup kalanını, yüzünü kışa dönecek sonra. Böyle bir iş bizimkisi. Çalışma temposu berber ve sıcacık banyoya ulaşmaya izin vermez. Bir dere, çeşme bulursak suya değer elimiz ancak.”

Bir biçeri iki kişi sıra ile kullanıyormuş. Toplam dört kişiydiler. En yaşlısı baba, iki kardeş ve birde çalışan. Evden ayrılalı nerdeyse iki ay olmuş. Havalar izin verdiği müddetçe günde on altı saate yakın çalışıyorlarmış. Yağmur ve yoğun nemli ortamda makineler çalışmazmış. Yakınlarının iki biçeri daha varmış. İşleri az kalmış ovada.  Bugün yarın gelirlermiş. “Her şey iyi giderse on günde bitiririz buraları.”

Boşlukta uçuşan düşünceler, günün dirilişi ve tesadüfi karşılaşmalar. Yeni kişiler, deredeki kurbağaların sesleri, uzun buğday tarlaları bir romanın bölümünden fırlamıştı sanki. Otomobilden inen yabancılar gün boyu biriktirdikleri düşüncelerine yenilerini katma çabasıyla biraz daha oyalanmanın yollarını ararken,  biçercilerden genç olanı; “Çay şimdi olur, aceleniz yoksa çay ikram edelim size”

Koyu söğüt gölgesinin altında çimene oturmuşlardı. Yaşlı olan ateşle ilgileniyordu. “Bu akşam başlarız nasipse biçmeye” dedi genç olana dönerek. Sonra “en küçükleri bu” dedi. “Okuttuk bunu. Çay şimdi olur, oturun şöyle rahatça, anlatsın size…”

İdari Bilimlerde İstatistik okumuş. İş aramış gördüğü eğitimle ilgili; bulamamış. Sonra yüksek lisans denemiş, ince dolaplar dönüyor orada diyordu, gelecek göremediğinden yarıda bırakmış…  Oturdukları yer serin tertemiz bir konuk odası gibiydi. Söğüt dalları arasından sarı bir ışık sızıyordu. Çeşme suyunun dereyle birleştiği yerde oluşmuş yarpuzlar ılık rüzgarın etkisiyle rahatlatıcı keskin bir koku yayıyordu. Biçere gitti genç olan. Elinde çelik bir güğümle buz gibi su getirdi ve ortaya koydu.

“Babam çiftçilik yapıyordu zaten. Baktım olacak gibi değil, geliştirelim bu işi dedik. Gittik bir biçer makinesi aldık, bir yıl sonra da diğerini. İlk zamanlar borçlarımızı ödemede zorlanmadık. Sonra her yıl biçtiğimiz alan azalmaya başladı. Buraların buğdayını biz biçeriz yıllardır. Yirmi bin dönüm üzerinde tarla biçtiğimiz olmuştur bu iki köyde. Şimdi toplasan altı yedi bin dönümü geçmez. Buğday ekili alanlar her geçen yıl azalıyor. Birde iş bitiminde para toplamada zorlanırsın. Buğday fiyatlarının yükseleceği beklentisi vardır köylünün. Bekletir buğdayını bir süre. Tüccardan para alamadığı veya satamadığı gerekçesiyle bizi de bekletir.  Zor iş bizimkisi. Ödüyoruz borçlarımızı şimdilik, ödüyoruz da…  Makineler de eskidi. Bundan sonra ne olur bilmem… “   Bir iç çekişle sustu. Öyküsünü ayrıntılarıyla anlatmak istemiyordu besbelli. Sonra yüzüne acıma ifadesi vererek usulca: “Çiftçi ne yapsın para kazanamayınca… Onların ki de zor…”

Hayvancılık yapmaya elverişli bir bölge burası. Hayvan yiyeceği üretmeye elverişli arazi ve geniş bir meraya sahip. Gelişkin bir hayvancılık yok bölgede. Her hanede bir iki sığır veya küçükbaş hayvan hep olmuş. Kar zararı düşünmeden kötü günlerin kurtarıcısı olarak değerlendirilmiş hayvancılık. Nüfus çoğalmış, tarım ve hayvancılık biçim değiştirmemiş. Her yıl tarıma verilen destek kısılmış, hayvancılık görmezden gelinmiş. Sonra tarım kredi kooperatifi aracılığıyla yem ve hayvan kredileri devreye girmiş. Kredi kanalları hep açık tutulmuş toprağı olanlara. Buna karşın yem, gübre, hububat destekleri azaltılmış. Kar edemeyen birçok köylü kredi borcunu ödeyemez duruma düşmüş. Sonra toprağın yok pahasına el değiştirmesi ve yoğun bir göç kentlere doğru…  “Gördüğünüz şu köylerde yaşayanların dörtte üçü işçilik yapıyor kentte bugün.”

Yol boyunca gök baş ve pıtrakların gururlu dik duruşları ağustos sıcağına direnememişti. Pıtrakların sıcaktan sertleşmiş can yakan arsız uçları, kurbanını bekleyen bir tuzak gibi sinmişti kuru otların arasına. Gök başların kurumuş gövdesini dikkatli bakmazsan göremezsin bile. “Ekim alanları her geçen yıl daraldı. Hayvancılık kredi tuzaklarıyla ve ithalatçı yandaşları kollamak adına yok edildi. Ülkenin et ve buğday ithalatçısı durumuna dönüşmesinin nedenlerini merak edenler, böylesi zengin potansiyeli olan bu bölgelerin neden yoksullaştırıldığını araştırmalıdır. Göç katmerli bir yoksulluk getirdi aslında. Çoğu taşeron işçisi olarak çalışan bu insanlar, iliklerine kadar çifte sömürüldüklerinin farkında olmadan, yoksulluklarının talihsiz kaderlerinin sonucu algısıyla gerici siyasal sistemin toplumsal tabanı haline dönüştürüldüler.”

Derin bir nefes alarak sustu. Çayın demini aldığını işaret etti babası. Metal çelik bardaklarla yapıldı servis. Çayın kokusu sanki geçmişten bir şeyler hatırlatmışçasına konuşmaya başladı yeniden. “Okulda toplanırdık bazen, platform adıyla birlikte davranır, basın açıklamaları yapar, etkinlikler düzenlerdik. Tartışırdık çokça farklı düşündüğümüz yerleri. Birlik olmanın önemini kendi doğrularımızın üzerinden zorlardık hep. Ama ne azalır ne de çoğalırdı platformlar. Bu konuyu bir türlü çözemezdik. Bu gün gerçek yaşamın içinde, yaşamı var eden emekçinin içinde ve onların yaşamları ve gerçek deneyimleri üzerinden birçok şeyi yeniden kavrıyor-öğreniyor, değerlendirme fırsatı bulabiliyorum… Evet, geri bıraktırılmış, bir lokma ekmek derdinden başka uğraşı olmayan bu insanlar, sadaka kültürü, din, düşmanlaştırma vb. yöntemleriyle gericiliğin toplumsal tabanı haline dönüştürüldü bugün.  Sömürü çarkının en ağır basamağında çırpınanlar neden kendi cellatlarına tapınırlar… Tarih şu soruyu sormadı mı hep. Gelişmenin, ilerlemenin önünü açacak, gericiliği durduracak, yıkacak toplumsal güç ne? Eğer buna doğru cevap vereceksek, kendi içinde eriyen, birbirini yok eden kısır yapılanmalar içinde değil, yaşamı üreten maddi gücün içinde aramak gerek bunu. Tarih böyle yazdı. İşçi sınıfının bilimi dedi adına. Bu bilimi günümüz koşullarında geliştirmek, çare olarak görmek yerine, gericilikle kol kola reddiye naralarıyla yapılamaz bu… Bu düzeni yıkacak olan onun toplumsal tabanıdır. Sınıf örgütlenmelerin görevi bu gerçek platformu, birliği sağlamaktır… İşçiler, emekçiler çeşitli cambazlıklarla gericiliğin toplumsal tabanı haline dönüştürülse de bilim yolunu bulur.”

Yoksul ovanın ortasında yakılan bir gemici feneriydi sanki söylenenler. Ufacık bir aralıktan sızan ince bir ışık huzmesi tarlalardaki cılız sarı başaklara ulaşamıyordu henüz... Tarihten günümüze, üretim biçimi nasıl olursa olsun, üretilen fazla ürüne el koyma üzerinden şekillenen sömürü olgusu; üreten, el koyan biçiminde sınıflı toplumların var oluşunun ana nedeniydi. Bu temel karşıtlık üzerinden ilerleyen tarihsel süreç, -sözde bilim adına kaba çarpıtmalara rağmen,- bu çatışkı üzerinden kendi yatağında ilerliyor… Alev gibi kavuran ovanın ortasında, aylarca evinden uzak, emeğiyle ve söyledikleriyle büyüyen bu insanlar sırtlarında taşıdığı umudu dağıtacak yollar bularak çoğalacak…

Güneş gölgede bile kavurmaya başlamış, deminki ılık güney rüzgarı hızını azaltmıştı. ‘Kalkmalıyız’ dedi baba. Sakallı genç doğruldu, topuklarını birbirine vurur gibi bir hareket yaparak cebinden saatini çıkardı. ‘Günün bitmesine bir yıl var, başlarız bugün’ dedi muzipçe göz kırparak. Sonra biçere yaklaştı, dizlerinin üzerine çökerek makineyi dört bir yandan kontrol etti. Güçlü parmaklarıyla kayışları yokladı. Her şeyin normal olduğuna ikna olunca hızlıca biçerin merdivenlerinden tırmanıp sürücü koltuğuna oturdu. Homurtuyla çalışan makine kaldırdığı toz bulutu arasından hareketlendi…


Konuyla ilişkili diğer makaleler