Demokrasi Ve Karanlıkta Işıyan Ateş Böcekleri
Doksanlı yılların sonlarında Güney Marmara’nın İç Anadolu’ya bitişik yoksul bir beldesine matematik öğretmeni atanmıştı. Ormanları içinde kaybolmuş birçok köyün merkezi durumunda olan bu beldede ki ilköğretim okulunda, taşımalı sistemle öğrenim yapılıyordu. Doğu kökenliydi öğretmen, inançları farklıydı. Zorlu bir yaşam ve öğrenim sürecinden sonra ailesi ve kendinin ilk hayali gerçekleşmişti. Gün geçtikçe köylülerin kuşkulu bakışlarına rağmen öğrenciler sevmişti onu. Geçmişinin kırık dökük yaşamını bir araya toplayacak, başarı adını koyduğu hedefine doğru yeni tohumlar saçarak filizlenecekti. Çam yapraklarının sivri uçlarını üfleyen rüzgarın okul penceresinden giren rahatlatıcı sesi doğduğu yerleri hatırlatıyordu ona. Burada da yoksuldu çocuklar. Giysileri eski, bir ışık gibi parlayan gözlerine rağmen yüzleri bulanıktı.
Vasattı okul. Ön açıcı önemli okullara öğrenci vermemişti. Bunu dert de etmiyordu diğer öğretmenler. Bu yıl havası değişmişti biraz okulun. Öğrenciler boş zamanlarında öğretmenini arıyor, sorular soruyor, matematiğe ilgi artıyordu. Bu durum diğer derslere de yansımıştı. Kısa zamanda kendinden bellediler öğretmeni öğrenciler. Ailelerin kuşkulu bakışları sıcak bir gülümsemeye dönüşüyordu. Baharın yaza dönüştüğü günlerde doğa baş döndüren kokusuyla içine çeker insanı. Okulun yanı başında ormana uzanan bir yamaç vardır. Tek tük ulu asırlık çam ağaçlarının gölgesi dinlenme yeridir. Öbek öbek öğrenciler, ilgi alanına göre ayrışan öğretmenler öğlen ve uzun ders aralarında serpişirler çam ağaçlarının altına. Bu kısa dinlencelerde de rahat bırakılmaz matematik öğretmeni. Ufacık bir fırsatta eline defteri kalemi alıp soru yağmuruna tutarlar… Şikayetçi değildi bundan. Baharda rengarenk kelebeklerin uçuşuna benzetiyordu onları. Bir gökkuşağı gibi etrafını saran bu küçücük, ürkek ellerin uzanışını geçmişinin zorlu çabalarına benzetiyordu. Bu uzanan minik elleri tutup, çiçeklerle süslü sandallarla rüzgarlı şarkılar söyleyerek ilerleyecekti…
Bir öğrencisi diğerlerinden farklıydı. Ders aralarında, okul dışında fırsat buldukça öğretmeninin yanında bitiyordu. Eksiksiz not almaya odaklamıştı kendini. Okul yönetimi ve diğer öğretmenlerin de ilgisini çekmişti bu durum. İdareden bazı öğrencilere ayrıcalıklı davrandığı yönünde uyarı bile almıştı öğretmen. Fırsat eşitliğini zedeliyormuş bu durum. “Başarısızlıkta eşitliğe alışmışlar” deyip geçiştiriyordu… Bir öğrenim yılı tamamlanmıştı. Karnelerini alan öğrenciler gürültüyle okulu terk ediyordu. Her fırsatta öğretmene sorular soran öğrenci küskün, önüne bakarak ağır adımlarla çıkıyordu okuldan. Öğretmen bu durumun nedenini sonradan öğrenecekti…
Avlusu dikenli ağaç dallarıyla örülmüş, damı topraktan iki odalı bir evde oturuyordu öğrenci. Mutfak olarak da kullanılıyordu odası. Yedi haneli köyün okula giden tek çocuğuydu. Penceresinin önünde uçuşan güvercinler ve kitaplarındaki karakterlerden başka oyun arkadaşı yoktu. Yoksul ailesinin umuduydu. Taşıma aracından inip avlularındaki tek geçim kaynakları birkaç hayvanın kirlettiği çamura bata çıka ulaşıyordu evine. Banyo yoktu evlerinde. Suyu avludaki bir musluktan kullanıyorlardı. Okula her gidişinde bu balçığı da taşıyordu giysileri üzerinde. Belki haftada bir kez teneke bir leğen içerisinde banyosunu yapabiliyordu… Bu durumları ilgi alanı değildi sınıf öğretmeninin. Bir de matematik öğretmeninin ayrıcalıklı öğrencisi gözüyle bakıyordu. O zamanlar karne değerlendirmesi iki bölümdü. Davranış notları ve dersler. Dersleri tam puandı. Temizlik ve davranış notları karneye tam puan olarak geçmemişti. Öğrencinin karnesini alıp küskün bir şekilde okuldan ayrılmasının nedeni buydu… “Çalıştığın yerin sosyo-ekonomik, kültürel durumunu kavrayamazsan, buna ilgisizsen öğretmen olamazsın.” diye geçirdi içinden. Bunu her fırsata dile getirdi diğer çalışma arkadaşlarına… Aradan yıllar geçti. Büyük okullar okudu çocuk. Yurtdışına gitti sonra. Öğretmense işini geri isteyen eylemcilerin arasına karıştı…
***
Meşelerin, bodur pırnal çalıların ve çam ağaçlarının rüzgarda titreyen dalları gözlerden yitince, yer yer ufak tepelerle kesilen tarlalar içinde sürer yolculuğunuz. Cılız gövdeli erkekler ve zarif edalı kadınların tarlalardaki çalışması uzaktan bir tiyatro sunumunun aşk sahnesine benzer. Yakından bakınca insanların soluk, küçücük yüzleri ve gelişmemiştir tarlada buğday. Yoksulluk daha hasatta bir çığlıktır. Kurumaya yüz tutan bir nehrin çan çekişen balıklarına benzer burada yaşam… Seçimden seçime hatırlanır bu beldenin insanları. Uzun korna sesleriyle ilerleyen süslü araç konvoylarının getirdikleri, akşam güneşinin pencere çamlarını tutuşturduğu yanıp sönen bir hayal gibidir. Burjuva seçim geçidinin yalancı umutları heyecanlandır insanları, büyülü yalanlarla yıldızlar serilir insanların ayaklarına. Yeni iş alanlarından söz edilir. Ünlü-büyük firmaların bazı fabrikalarını bu bölgede açtırılacağı vaatleri sıralanır. Seçim biter, sonra el ayak kesilir birden. İnsanlar evlerine çekilip, derin yoksulluklarının farkına vardıklarında şaşkına dönerler…
Güneş kavurucu ışıklarını saçıyor. Ekşi bir ter kokusu yoksulluk. Kaderimiz diyor, Allahın işi diyor. Sonra orman ve yeşilin fışkırdığı bu güzellikte hayalimiz yok mu bizim diyor… Böyle başlıyor umuda ilk yolculuk… Beldeyi çevreleyen köylerin de katılacağı bir toplantı tasarlanıyor. On bir köyün muhtarı ve köylüler katılıyor toplantıya. Bölgenin gelişebilir ekonomik öncelikleri tartışılıyor. Hayvancılık ve hayvancılığı destekleyen bir tarım seçeneği çıkıyor öne. Süt ve et ürünlerini işleyecek işletmelerin oluşturulabileceği üzerinde duruluyor. Beldenin gelişebilir ekonomik seçeneği tarım ve hayvancılığın entegre anlayışla, kooperatifleşme ile mümkün olacağı karara bağlanıyor… Umutlarına doğru atılan bu ilk adım, kendi emekleri üzerinde yükselecek tutkun bir güzele ulaşma coşkusunu, karanlıkta ışıyan ateş böcekleri gibi her köşeye yayıyordu.
İl yöneticilerinin de haberi oldu bundan. Bürokrasinin köyü ziyaret edeceği duyuruldu. Varsıllar, eşraf hazırlıklar yaptı. Meydana masalar dizildi, donatıldı. Halkın katılması istendi. Yıllardır yapılan vaatlerin güvensizliğiyle ürkek bir mesafeyle davranıyordu köylü. Sonra kendilerini temsil edecek bir konuşmacı olması şartıyla meydana birikti. Bürokrasi masalara kurulmuş, halk ayakta; sessiz bir bekleyiş… Konuştu sonra gelenlerden en büyüğü. Banka kredilerinden söz etti, tarımla ilgili devlet kurumlarının uzun vadeli damızlık hayvan verdiğini söyledi. Bu faaliyetlerimiz zaten var dedi. Herkesin, bireysel olarak bunlardan faydalanacağını, Kooperatifçilik ile işi uzatmanın gereksizliğini anlattı. Tepkisiz, sessizce seyretti halk… Köylüler adına bir temsilci çıktı sonra gençten biri. Devletin verdiği damızlık hayvanların kooperatif imkanlarına kıyasla maliyet farklarından, önerdikleri kanaldan ithal edilen hayvanın yörenin mevsim koşullarına uyumsuzluğundan söz etti. Sonra sosyal devlet anlayışının gereği karşılıksız destekten, birlik olmadan, emeğin yüceliğinden, beldelerinin ekonomik dinamiklerinin kendi emekleri üzerinden harekete geçirilmesi gerektiğinden söz etti… Konuşma bitince çılgın bir alkış koptu. Sonra meydandan ayrıldılar. Bu durumu kendilerine yönelik bir tavır alış biçimde yorumladı bürokrasi. Öyleydi de… Köylünün biriktiği yere komutan geldi sonra, gülümseyen yüzüyle ince tehditler savurarak kayboldu aracının içinde…
Günler geçtikçe kooperatifleşmeyi önleyecek sinsi girişimler devam etti. Tarım kredilerinin daha kolay alınması sağlandı. Maliyet hesabi yapmadan uzun vadeli bu kredileri bireysel olarak kullandı birçok kişi. Kooperatif hedefi heyecanını yitirdi… Yıllar sonra ödeme günü geldiğinde önce hayvanlar azaldı, her taksit geldiğinde kurdukları düş acı bir gerçekliğe dönüştü. Şimdi bu yolla yapılan işletmelerin damında güvercinler uçuşuyor. Beyaz renkli kesmeli taşlardan yapılmış, yıkılmaya yüz tutan küçük çiftlik duvarları bir savaş enkazı görünümüyle varlığını hala sürdürüyor…
***
Sömürülenlerin, ezilenlerin, ayrımcılık ve baskıya uğrayanların ekonomik-demokratik alandan mücadelesi sınıfın ileri kesimlerinin her dönem gündemi ve tartışma konusu oldu. Geçmiş ve günümüzde bu noktadan yaşanmışlıklar gündelik kazanımların dışında bir anlamı olmalı… Ülkemizde, sosyalist-devrimci yapıların, demokrasi mücadelesini sınıf mücadelesinin vazgeçilmez bir yanı olarak göremediği noktada onması güç teorik ve pratik sorunları da biriktiriyor. Bir bakıma sosyalist devrimden uzaklaşma gibi yapılan değerlendirmeler, liberal kuyrukçuluk suçlamalarına kadar varabiliyor. Sosyalist Devrim mücadelesinin hazırlanmasında ekonomik demokratik mücadelenin rolü daha kapsamlı bir çalışmanın konusu olması gerektiğini belirterek, temel Leninist tavrın konumuza ilişkin bir yönüne burada değinmek gerekiyor. Ülkemizin, içeriği sosyalist olmayan ama özgürlük alanlarını zorlayan yığınla sorunları var. Ulusal, kültürel, çevre, yoksulluk ve inanç vb. alanlarını içine alan konular, burjuva devlet mekanizmasının sınırlarını zorluyor, öte yandan kapitalizmi aşacak ve sınıf mücadelesinin bağlaşıklarının örülmesi konusunda politik alanı besliyor, önünü açıyor. Lenin “toplumsal yapı demokratikleşmeden, sosyalist devrim mücadelenin olanaksızlığından” söz eder. Elbet demokrasinin kazanılması nihai bir amaç değildir ama, “işçi sınıfı ve emekçilerin birliğinin sağlanması ve devrim yeteneği kazanması” konusunda özgürlük ve demokrasi mücadelesinin önemini ısrarla vurgulanır. “İşçi ve emekçilerin birliğinin önemi, kapitalist işletmelerde hak arama mücadelesinin burjuva düzene karşı olma bilincine erişmek” ekonomik-demokrasi mücadelesi içinde kazanıldığını Lenin önemle belirtmiştir…
Kapitalist devlette burjuvazi her alanı kendi çıkarlarına göre düzenliyor. Buna rağmen ezilenler, horlananlar güzele, iyiye açılacak kapıları zorluyor. Bazen çiçek bahçesi gibi bir bayram yerinde, bazen kapkara duvarların içinde esir… Ama hep yürüyor, hayal kuruyor, öğreniyor. Bu işin basit, süslü bir kır havası olmadığı çoktan öğrenildi… Yol uzun, bazen can sıkıcı, ama orada, tam orada bir ışık… Işığını yitirmeyenlere selam olsun…