Emek ve ekolojik mücadelenin ortaklığı
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekoloji ve emek mücadelesi ayrı kulvarlardan gitmektedir. Bunun hem ideolojik hem de pratik bazı nedenleri var. 1970’lerde ortaya çıkarken ekoloji hareketi, emek-sermaye çelişkisine dayalı sınıf siyasetini yadsıyarak kendini vazetmişti.
Yeşillerden Bookchin’in temsil ettiği “toplumsal ekoloji” akımına kadar hepsi, bu fikri benimser. Ekolojik sorun, onlara göre, herkesi ve tüm canlılığı etkileyen bir sorun olarak formüle ederler. Yani kendini sınıflar/siyasetler-üstü olarak sunmuştur. Hala daha büyük oranda böyledirler. İkinci olarak, ekolojik örselenmede en az payı olmalarına rağmen en fazla etkilenen toplumsal kesimlerin yaşadığı ekonomik, sosyal, cinsel veya kültürel ve etnik eşitsizlikler, adaletsizliklerle bağlantısını kuran bir politik anlayış, hareket ortaya çıkmamıştır. “Ekoloji” yabanıl doğanın korunması mücadelesi olarak pratikleşmiştir. Buna ilaveten belki şuna da dikkat çekmek gerekir. Ekolojik örselenmeden kurtuluşun öznesi sorusunun genel geçer bir “herkes” ile geçiştirilmiş olması.
Kuşkusuz bu madalyonun bir tarafı. Diğer tarafında ise geleneksel işçi sınıfı partilerinin ve sendikaların, yukarıda söylediğimiz gibi, ekolojik örselenmede en az payı olmasına rağmen en fazla etkilenen kesim işçi sınıfı ve emekçi köylülük olmasına rağmen bu sorunla ilgilenmemeleridir. Hakim ekoloji anlayışına karşı, iklim değişikliğinden tarımın endüstrileştirilmesine kadar birçok ekolojik örselenmenin yaşadığı “insanlık dışı koşulları” daha da derinleştirdiği işçi sınıfıyla bağını kurmaları pekala mümkünken bunu yapmamış olmamaları, hala da yapmıyor olmalarını onların büyük suçu olarak görmek lazım. Kuşkusuz bu ilgisizliğin ideolojik bir nedeni olduğunu unutmayalım: Sosyalizm deneyimlerinin yaşandığı ülkelerin ekoloji karnesi. “Kızıl’dan Yeşil’e” geçenlerin, başta Sovyetler Birliği’nde tarımın endüstrileştirilmesi, dev baraj inşaatları, çalışmanın demokratikleştirilememesi gibi eleştirileri onlarda bir savunma ya da yok sayma tavrına neden olmuştur.
Oysa ekolojik örselenme ile emek(çin)in sömürülmesi arasında birçok ortaklık sözkonusudur. Bunu görmenin en kolay yolu, iki sorunun aynı özneden (burjuvaziden) ve aynı ilişkiden (sermaye ilişkisinden) kaynaklandığının altını çizmektir. Emeğin daha fazla sömürülmesi ile doğanın daha fazla örselenmesi sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi ve artı-değeri ve kâr oranını arttırma döngüsünün farklı görüngüleridir. Kapitalistin daha fazla kâr elde etmek için elinde iki araç vardır: İşçinin emek-gücünün değerini düşürüp verimliliğini arttırmak ve birer “yer altı ve üstü hammadde kaynağı” olarak gördüğü doğayı ucuzlatmak. Bu ikisinin de sonucu olarak 1970’lerden itibaren emperyalist ülkeler belli fabrikalarını emeğin ve doğanın ucuz olduğu Çin, Latin Amerika, Türkiye, Güneydoğu Asya ülkelerine kaydırarak bugün sonuçlarını çokça gördüğümüz yıkım tablosunu yarattılar.
İkinci olarak, ekolojik örselenmeden en fazla etkilenen kesim olması itibariyle işçi sınıfı ekolojik örselenmeye karşı duyarsız kalamaz. İklim krizi, hava kirliliği, zehirli gıda ve gıda egemenliği gibi sorunlar, dolaysız olarak işçilerin ve ailelerinin sağlıklı yaşamaları bakımından kritik konulardır. Zaten “asgari ücret”le geçinmek zorunda kalan işçi sınıfı, bu ücretle temin ettiği marketlerdeki gıdalarla zehirlenmekte, hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmaktadır. Çünkü endüstrileştirilmiş tarım ürünleri tarladan tabağımıza gelene kadarki bütün aşamalarda hem insan sağlığına hem de doğaya zarar veren kimyasal ilaçlarla müdahalelere maruz kalır. Endüstrileşmiş tarım iklim krizinin de en büyük nedenlerinden biridir. Aynı zamanda orman katliamının birinci nedenlerindendir.
Ekolojik örselenmenin temel nedenlerinden biri sanayinin neden olduğu kirlenmedir. Hatırlanacağı üzere, Sağlık Bakanlığı’na bağlı birimlerin İzmit-Dilovası bölgesinde yaptığı bir araştırmada yeni doğan bebeklerin kakasında bile zehirli kimyasallar bulunmuştu. Bu bilgileri kamuoyuyla paylaştığı için de Bülent Şık yargılanmıştı. Sanayi bölgelerinde işletmelerin hem işçilerin sağlıklarını koruyacak teknik donanımı sağlamamaları hem de çevresel zararları aşikâr olan atıkların arıtımdan geçirilmeden bertaraf edilmesi hem işçilerin hem de ailelerinin sağlığını bozmaktadır. İşçiler bu çalışma koşullarından dolayı çoğu “meslek hastalığı” bile sayılmayan birçok sağlık sorunu yaşamakta ve hayatlarını kaybetmektedirler. Ayrıca zaten “meslek hastalığı” demek, o hastalığın görüldüğü meslek grubunda işçilerin sağlıklı yaşam hakkının hiçe sayıldığının bir başka ifadesidir.
Elbette ekolojik örselenme ile işçi sınıfının yaşadıkları arasındaki bağlar daha birçok bakımdan ortaya konulabilir. Fakat burada işçi sınıfının ekolojik örselenmeye karşı mücadele etmesinden ne anladığımızı da ortaya koymak gerekir. İşçi sınıfının ekonomik-demokratik örgütleri olan sendikalar; ekoloji mücadelesine sadece destekçi bir pozisyon almakla yetinemezler, yetinmemeliler de... Yani Kazdağlarındaki ya da Rize İkizdere’deki orman katliamına karşı mücadele edenleri ziyaret etmek gibi pratiklerle kendilerini sınırlayamazlar, sınırlamamalıdırlar... Bizzat kendi yaşamının dönüşümünün, dolayısıyla işyerinden mahallesine, hava kirliliğinden beslenme sorununa kadar birçok konuda politikalar geliştirmek gerekliliğine işaret etmek zorundayız. Sadece emekçilerin ekonomik hakları için mücadele etmekle kendini sınırlayan bir sendikacılığın, ekolojik örselenmeyle ilgilenmediği zaman, elde ettiği maaş artışı ile en fazla daha çok zehirli gıda tedarik etme imkanı sağlamak dışında bir şey elde etmeyeceğini görmek gerekir. Çalıştığı fabrikanın bacasından havaya ya da atık su borusundan dereye salınan zehirlerin önünde sonunda kendisine kirli hava, zehirli gıda olarak döneceğinin bilinciyle işçi sınıfı mücadelesini yeniden düşünmeliyiz.