Halkın Birleşik Gücünü Oluşturmak Mümkündür
Ülkemiz gerçekliği; yaşamını, işgücünü satarak sürdüren çoğunluğun hiç de kendi yaşam koşullarından hoşnut olmadığı, her geçen gün yaşama şartlarının zorlaştığı, buna karşın yönetenlerin bir avuç azınlık lehine bu durumu görmezden gelme üzerine çeşitli cambazlıklarla politikalarını kurguladığı traji-komik durumda… Basın ve televizyonlarından, var olana sessizce katlanmak gerektiği vaaz edilen bu durum kaçınılmaz bir kader mi? Milyonlarca emekçinin ya da toplumsal kurtuluşu hedefleyen yapıların bambaşka olması gereken görüşlerini pratikle uyumlaştırabileceği koşular nerede aranmalı?..
Halkın yaşam şartları günlük pratiğin her alanında tartışılmaya gerek bırakmayacak şekilde kötüleştiği aşikar. Ancak hiç bir şey temelini oluşturan olaylardan kopararak açıklanamaz. Emekçilerin yaşama gereksinmelerini acımasız bir sömürü ile kısıtlayan kapitalist sistem, bu duruma hizmet eden yönetim aparatlarını toplumun bütün kesimlerine baskı, terör ve eşitsizlik biçiminde yansıttığı gerçekliğini tespit edebilmek, geliştirilecek tutumun da nesnel zemini.
Tarihi ve kültürel farklı süreçler izlemiş bütün öteki uluslar, ulusal azınlıklar bırakın kendi dil ve geleneklerini yaşamayı, özgün talepleri üzerinde ifade özgürlükleri bile “terör” yaftasıyla boğulmaktadır. Hukuk çerçevesi içinde seçilmişler kovuşturuluyor, hapsediliyor, Kürt işçiler ülkenin batı illerinde saldırıya uğruyor, yasal kurumları işlemez hale getiriliyor… Tarihsel konuların yüz yılı aşkın geçmişinden kurgulanan Türkleştirme ve İslamlaştırma stratejileri katliamlar, göçlerle acı hatıraları yeniden-kesintisiz yaşatırken, Türk ve Sünni İslam dışındaki kesimleri yok sayan egemen anlayışın karşısına, statü ve inanç özgürlüğü mücadelesini demokratik ve barışçı bir noktadan yakıcı ve güncel hale getiriyor.
Kapitalizmin vahşi yağması yolsuzluk, rüşvet ve sömürü yanında çevre talanıyla da acımasız yüzünü gösteriyor. Kıyılar, orman alanları, zeytinlikler, birinci derecede tarım alanları siyasi iktidara kapılanmış sermayeye çevrelerine rant alanları olarak açılırken, bin yıllar öncesinden gelen tarihi alanlar yapılaşmayla yok sayılıp, eskil değerler beton altına gömülüyor. Bu konuda açılan karşı davalar kapalı kapılar ardında sermaye lehine sonuçlandırılıyor. Birinci derecede sit alanı olan bölgeler, üçüncü derece kapsamına alınarak AVM yapılmasına izin veriliyor veya “imar barışı” adı altında, kültürün ve tarihin gerçek sahibi halk hiçe sayılarak yeni süreçlerle yağmanın önü açılıyor.
Kadim tarihten bu yana üretilen emek ürünleri bütün toplum üyelerinin olduğu bilinciyle, bugün Karadeniz’de, Ege’de, Bursa’da, Çukurova’da SİT alanları, orman ve tarım alanlarının sermaye birikimi konusu olarak peşkeş çekilmesine karşı çevre duyarlılığı gelişiyor. Bu durumdan zarar gören, duyarlı kesimler örgütlenip demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak gündem tutuyor.
Baskı, terör ve ideolojik koşullamalarla çeşitli toplumsal kesimleri en basit bir hak taleplerinde bile edilgen duruma getirilme yöntemleri, egemen anlayışın iktidarını sürdürmede sistemli kurguladığı bir yönetme şekline dönüştü. Buna karşın devletin toplumdan tümüyle ayrıştığı bir sürecin oluşmasına zemin hazırladığı bu durumun sürdürülme şartları her geçen gün ortadan kalktıkça, en temel bir anayasal hak bile yok sayılarak tehditler savruluyor, gözdağı veriliyor. Yerel seçimler yaklaştıkça kaybetme korkusuyla evrensel asgari bir insan hakkı konusunda bile ‘düzülen güzellemelerle’ saçmalamanın sınırları aşılıyor. Şiddet ve korku üzerinden biçimlenen siyasal iktidarlar demokrasinin en temel unsuru yasalar çerçevesinde yapılabilecek seçimleri bile bir ‘terör’ gerekçesine dayandırarak çıkacak sonuçları yok sayabileceğini dillendirebiliyorsa, halkın birleşik demokrasi mücadelesini örmenin dışında bir seçeneğin kalmadığını bilince çıkarmak gerek.
Yolsuzluk, yoksulluk, çevre katliamının doruğa çıktığı; ulusların eşitliği, farkı yaşam ve inanış şekillerinin taleplerinin baskılandığı siyasal koşullarda, bu durumun müsebbibi iktidarın arkasında hala önemli bir kitle desteğinin olduğu bir ortamda halkın birleşik demokrasi mücadelesi nasıl örülür?
*Birçok yönüyle hala ortaçağ zihniyetini andıran uygulamalarıyla kapitalist devlet emeğe her alanda saldırmaktadır. Havaalanı yapımında çalışan işçilerin barınma-beslenme-ulaşım ve iş cinayetleri vb. gibi temel insani talepleri terör ve tutuklamalarla karşılık buluyor. Direnme ve örgütlenme hakları bir köleci zihniyetiyle yok sayılıyor.
Aylardır süren Flormar işçilerinin direnişi işten atmalar ve örgütlenme talepleriyle “kollarımızı bağlayıp mücadeleden kaçmayacağız” haykırışıyla diğer sınıf kardeşlerine örnek oluyor.
Kriz gerekçesiyle işçi yatağı Bursa’da yüzlerce işçi işten atıldı. Otomotiv devi Renault ve Tofaş fabrikaları vardiya tatil ediyor, tadilat gerekçesiyle çalışmayı durduruyor.
Çeşitli belediye ve işyerlerinde Sosyal- İş’in işten atmalara ve çalışma koşullarına karşı direnişi sınıfın eylem birliği çağrısıyla devam ediyor.
Ülkenin daha birçok yerinde işçi sınıfı, benzer sorunlarla yüklü ekonomik-demokratik mücadele örgütleri sendikaların sınıfın çıkarlarını önceleyen noktadan desteğini bekliyor. Kapitalizme ve siyasal iktidara karşı mücadelede birleşmenin önemli bir aracı sendikalarda örgütlenmenin gerekliğiyle eylem ve güç birliğinin bilincine açık hale geliyor.
İşçi sınıfının sefalet içindeki koşulları sınıfın bütününü kapsayacak biçimde bilincin uyanması işçi sınıfın birliğini hedefleyen noktadan sendikal örgütlenme hedeflerinin konulabilmesi, hak savunusu ve demokrasi savaşımının genişlemesinin temel unsuru olacaktır.
*Ülkemiz Kürt illeri sürekli bir savaş ortamında. İş imkanlarının yok denecek kadar az olduğu bölgede, yoksulluk ve sefalet göçün de nedeni. Batıda en ağır ve haklarından yoksun koşullarda çalıştırılan Kürt işçiler milliyetçilik ve şovenizm sopasıyla saldırıya uğruyor, katlediliyor ikinci kere yaşam alanlarından sürülüyor. Akıl dışı gerekçelerle örgütlenme ve siyasal tercihlerini kullanamaz hale getiriliyor.
*Marmara Denizi’nin güney yakası, sofraların lezzeti, yöreye özgü cinsiyle önemli bir zeytin bölgesidir. Denizi gören tepelerden zeytin bahçeleri, denizin rengine karışıp engebeli arazilerin ovaya dönüştüğü bir görünüm verir. Zeytin ovasının lekesiz yeşil rengi yaşamın deniz, zeytin ve turizm üzerinden şekillendiği bir huzurun nedenidir sanki.
Son yıllarda yoğun göç alan bu kıyılar inşaat firmalarının üssü haline dönüştü. Hiçbir ölçü alınmadan zeytin tarlaları yok edildi, lekesiz yeşil ovanın bağrına hançer gibi beton bloklar saplandı. Ama inşaat firmalarının hiç ummadığı bir şey gelişti. Yaptıkları inşaat kazılarında ortaya çıkan üç bin yıl öncesinin tarihi kalıntılarını gizleyemediler. Mudanya ilçesinde iki bin yedi yüz yıllık Myrleia Antik Kenti böyle ortaya çıktı. Dönemin sorumsuz yöneticileri o bölgeyi hiçbir inceleme yapmadan imara açmıştı. Denizin hemen kıyısında uzanan Siemens Fabrikası, ve sonrasında şimdi Özdilek eline geçen AVM ve bazı siteler bu sorumsuzluk sonucu antik kent üzerine yapılanmıştı.
Bölge halkı bu duruma kayıtsız kalmadı. Demokratik kurumlarla birlikte halk, bu çevre ve tarih talanına karşı örgütlü tepki verdiler. Uzun yılların kararlı mücadelesiyle yapılaşmalar durduruldu. Mahkeme süreçleri ikircimli tavrıyla uzayıp giderken Sermaye’nin imdadına “İmar Barışı” yetişti. Süreçteki kazanımları yok sayan noktadan antik-kent üzerine yapılan AVM ve binalar yasal statü kazandı. Bu durum karşısında yerel inisiyatifler, bütün Bursa demokratik kurumlarıyla bir araya gelerek Myrleia Antik Kent Platformunu oluşturdu. Yaygın bilgilendirme ve çeşitli etkinliklerle en geniş halk kesimi bu sürece katılmaya çalışıldı.
Bursa Ovası şeftali, üzüm ve bilumum sebze ve meyvenin yetiştirildiği geniş bir düzlük. Bu tarım bölgesi on binlerce insanın geçim alanı. Bereketli ovanın tam ortasına nükleer santral yapımına başlanmıştı. Santral çevresindeki köyler yaşam alanlarını sahiplenmek adına ayaklandılar. Çevre örgütleri ve demokratik kurumlarla birleştiler. Bugün taleplerini periyodik eylemlerle dile getiriyorlar… Ülkenin birçok yerinde çevrenin yağması, tarım ve yaşam alanlarının kapitalist tekellerin sömürü alanlarına dönüştürülmesi kaçınılmaz olarak yaygın bir anti-kapitalist bilinci de oluşturuyor. Bu bilinç üzerinden özgürlük alanlarının kapısını açacak ekonomik- demokratik hareket ile siyasal etkinliklerin ayrılmaz biçimde bağı yeniden hatırlanmalıdır.Devrimci-demokratik güçler, gerici kalıpları ve yanıltmaları yıkarak birleşik bir halk hareketini örebilirse kendini savunabilecektir ancak. Siyasal gericiliğin demokratik özgürlükleri ve örgütlenme olanaklarını tümüyle yok sayma ısrarı, tekelci diktatörlüğün sınırsız egemenliğine yönelik bu durum; işçi sınıfı ve diğer demokrasi güçlerinin birleşik bir güç haline gelmesini önleme çabasıdır.
Bu noktadan sosyalist ve demokrasi güçlerinin doğru tutum belirlemesi, geniş emekçi yığınlarının kazanılması ve sorunları zemininden uyarılması devrimci mücadelenin olanaklarını geliştirecektir. Sınıf mücadelesinin zorlu koşulları hak ve demokrasi mücadelesinde tutulacak en ufak bir dalın, örgütlenme ve yığınsal bir tepki haline dönüştürülmesiyle asıl savaşın kapılarını aralanacaktır…