İslam Ve Sosyalizm…

İslam Ve Sosyalizm…

“Şeytan bazen Hızır kıyafetindedir…”Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yayın organı “Yeni Hayat -1922-” dergisinden…

Din, sınıf mücadelesi ve sosyalizm. İlk bakışta kolay kolay yan yana gelemeyeceği düşünülen bu kavramlar, her dönem toplumsal mücadele içinde bulunanların gelip takıldığı ve üzerinde düşünmek zorunda kaldığı sosyolojik bir sorun olagelmiştir.

Kendilerini sosyalist veya komünist olarak niteleyen tek tek insanlardan, bir toplumu sosyal değişime, dönüşüme veya devrime taşıma misyonu üstlenen partilere kadar her kurumun din gibi -toplumun bütün sınıflarını etkileyen ve egemen sınıfların daima en etkili silahlarından biri olmuş- bir soruna kayıtsız kalması beklenemez.

Ancak on yıllardır “Türkiye sol”unun üzerinde en az durduğu, yeteri kadar önemsemediği, bazen da sessiz geçtiği konulardan biri maalesef din ya da Müslümanlık karşısındaki tutum meselesidir. Bu durumun tarihsel nedenleri tabii ki vardır ve belki de ayrıca incelenmelidir. Ama sosyalizmin Türkiye’nin gündemine girdiği 1910-1920’li yıllarda, bugünden çok farklı bir tablonun olduğunu söylemeliyim. O dönem sosyalist ve komünist önder ve partilerin büyük bölümü, Müslüman kimliğin çok yoğun yaşadığı bu topraklarda din sorunu üzerine oldukça kafa yormuşlardır.

Bunu üç başlık altında özetlemek istiyorum.

1. İlk Osmanlı Sosyalistleri ve Müslümanlık…

Çok milletli Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni, Rum ve Yahudi gibi Hristiyan milletler kendi tarihsel şartları gereğince sol mücadele ve sosyalizmle daha erken tanışmış, önemli örgütlenmeler ortaya koymuşlardır. Türkler ve Kürtler gibi Müslüman milletlerin sosyalizmle tanışmaları 1910 yılında İstanbul’da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkasıyla olmuştur.  

Osmanlı Sosyalist Fırkası, dönemin Osmanlı hükümetleri tarafından sürekli baskı altında tutulmuş ve kapatılmıştır. Parti, 1919’da Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla yeniden kurulmuştur. Partinin yayın organı meşhur İştirak gazetesidir. İştirak gazetesi incelendiğinde; Liberalizm, Anarşizm, Müslümanlık, Sosyalizmfelsefelerinin her birinin gazete sütunlarında kendine yer bulduğu görülür. İlerleyen sayılarında sosyalizm vurgusu artmıştır. İştirak, daima hükümetin hışmına uğramış, sorumluları para, hapis ve sürgün cezasına çarptırılmıştır. Parti yöneticileri İştirak’in yasaklı olduğu dönemlerde İnsaniyet, Sosyalist, Medeniyet, Beşeriyet ve İdrak adındaki gazeteleri çıkararak her seferinde mücadelenin yolunu bulmuşlardır.

Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist Fırkası’nın ömürleri, aradaki Birinci Dünya Savaşı yıllarını, gazetelerin kapatılma ve yöneticilerinin sürgün yıllarını çıkarırsak, aralıklarla hemen hepsi üç yıldan biraz fazla yaşama şansı bulmuş partilerdir.  

Ama İstanbul’da ilk kez bir deri fabrikasında işçileri örgütleyen, onları greve çıkaran, Veli Efendi Çayırı’nda grev çadırı kuran ve onlar adına işverenle toplu sözleşme imzalayan Osmanlı Sosyalist Fırkası, 1919-20-21 yıllarında binlerce işçiye ulaşan kitlesiyle onlarca grev, direniş örgütlemiş, Türkiye’de ilk defa binlerce kişiyle 1 Mayıs’ı kutlamış ve pek çok başarıya imza atmıştır.

Türkiye Sosyalist Fırkası; İstanbul’da Kadıköy, Aksaray, Beşiktaş, Ayvansaray, Şişli, Silahtarağa’da; Anadolu’da Edirne ve Eskişehir, Avrupa’da Paris’te şubeler açarak sosyalist mücadeleyi teoriden eyleme geçiren ve Müslümanları sosyalizmle tanıştıran bir parti olmuştur.

Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın farklı yayınlarında hemen hemen aynı paralelde olmak üzere Müslümanlık sorunu dikkatle ele alınmıştır. En etkili yayın organı İştirak gazetesinin başlığının hemen altında bir Müslüman özdeyişi “Biri Yer Biri Bakar Kıyamet Ondan Kopar” ibaresi bulunmaktadır. İlerleyen sayılarında bir slogana daha yer verilmiştir. “Milletim Nev-i Beşerdir, Vatanım Rûy-i Zemin”. Yani; “milletim (yeni insanlık ya da) tüm insanlıktır, vatanım ise bütün yeryüzü.”

İştirak Gazetesi 7 Haziran 1912İştirak gazetesinin başlığının altında yer alan sloganlar, Müslümanlığın sosyal adalet ve paylaşımcı felsefesiyle sosyalist ideolojinin eşitlikçi ve dayanışmacı özelliğinin yakınlığını belirtmek için konulmuştur.

Ancak olay yalnız slogan olarak kalmamıştır. Müslümanlık ve sosyalizmin birbirine yakınlığı düşüncesi üzerine İştirak gazetesinde pek çok bilgi ve yazı bulunmaktadır.

Örneğin İştirak gazetesinin 4. sayısında bizzat Osmanlı Sosyalist Fırkası başkanı ve İştirak’in başyazarı Hüseyin Hilmi imzalı bir yazıda; İslamiyet ve sosyalizmin yakınlığı üzerinde durulmaktadır. Hüseyin Hilmi, -gerici bir yayın organı olan- Şurayı Ümmet gazetesinde Alâeddin Cemil imzasıyla sosyalizme saldıran bir yazıyı ‘Şurayı Ümmet’e Cevap’ başlığıyla yanıtlamış ve şu görüşleri savunmuştur:

“Sosyalizmin kökleri Hazreti İsa’ya dayanmaktadır. İslamiyet’te ise birçok ayet-i kerime ve hadis sosyalizmin ruhuna uygundur, örneğin zekât böyle bir kurumdur, Şurayı Ümmet’in iddia ettiği gibi sosyalistler yağmacı değildir, kimsenin malının yarısını istemezler. Ancak bu ‘gafil muharririn’ büyük servetlerin kaynağı nedir? sorusuna vereceği cevabında büyük bir gerçek gizlidir. Bu servetleri işçilerin emeği olmadan kimse tek başına kazanamaz. Biz İslam’ın hepimizi kardeş sayan emrine uyarak birleşeceğiz, gerekirse grev yapacağız ve gayri meşru kazanılan servetlerin hiç değilse bir bölümünü kendi emeğimizin karşılığı olarak geri alacağız.”    

Yine İştirak gazetesinin 4. ve 5. sayılarında ‘Düşün’ başlığıyla yer alan, ‘Ulemadan Bir Zat’ imzalı bir yazıyı, Karesi (Balıkesir) mebusu Mecdi Efendi yazmıştır. Mecdi Efendi de ‘Batı’nın ekonomik, ahlaki ve sosyal çöküntüsü karşısında İslamiyet ve Sosyalizmin, işçilerin sosyal sorunlarının çözümünde uzlaşabileceğini yazmıştır.

İştirak gazetesi rastgelen sayılarında, okurlarının ramazan ve dini bayramlarını kutlamakta, örneğin; ‘teşrif eyleyen ramazan-ı şerifi bilcümle İslam kardeşlerimize tebrik etmeyi İştirak gazetesi bir vazife-i mukaddese addeder’ demektedir.

İştirak gazetesinin 20. sayısında (Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın programının açıklandığı sayı) yayımlanan ‘Osmanlı Sosyalist Fırkası Beyannamesi’ de “Ağniyanın (zenginin) servetinin kırkta biri fukaranın hakkıdır” diyen ferman-ı ilahi ile başlamaktadır.

Beyanname’nin bir başka yerinde ise, “(İslam’ın) ayet ve hadisle açık olan yoksulların yanında olan tavrı, Türkiye’de kimse tarafından dile getirilmemektedir, ancak sosyalistler İslam’ın bu sosyal yanının unutturulmasına izin vermeyeceklerdir” denilmektedir.

Türkiye Sosyalist Fırkası gazetesi İdrak’in birinci sayısında yer alan ‘Fırkamızın Beyannamesi’ ve ‘Hak’ başlıklı yazılarda da; ‘Memleketimiz ezeli bir sosyalist memlekettir. Hak ve hakikati açıklayan İslam dini esasen ahkâm-ı münifesiyle (seçkin hükümleriyle) bir sosyalist düsturdur. İslam, sosyalizm esasatını sarahaten tesbit etmiş, Türk ân’anâtı (gelenekleri) da birçok sosyalist fikirleri muhtevi bulunmuştur’ diye yazmaktadır. 

Türkiye Sosyalist Fırkası’nın 1919 yılında çıkardığı ve ‘Sosyalistlik Nedir?’ başlıklı broşürde de benzer bir yaklaşım vardır. Burada toprak üzerindeki feodal toprak mülkiyeti tartışılırken, sosyalizmin nihai hedefinde ‘toprağın umumun malı olduğu’ ve köylüye ihtiyacı ölçüsünde dağıtılacağı, İslamiyet’in de bu kuralı kabul ettiği yazılmaktadır. 

Osmanlı Sosyalist Fırkası belgelerine bir bütün olarak bakılırsa, İslam dininin kimi esaslarının sosyalizm idealiyle örtüştüğüne dair bir kanaat olduğu anlaşılmaktadır. Ancak diğer yandan da sosyalizmin kitlelere ulaştırılmasında İslam dininin sosyal ve dayanışmacı yanının öne çıkarıldığı da görülmektedir.

2. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Müslüman-Komünist Yoldaşlığı…

1920 yılının Ankara’sında; paşalardan milletvekillerine, üst bürokratlardan burjuva sınıfının önemli temsilcilerine, gazetecilerden siyasetçilere kadar hemen herkes, “Bolşevizmin ve Komünizmin” kurtuluş için iyi reçete olduğunu düşünmekte, her kesim farklı bir komünizm tanımı yapmakta, sosyal değişimin şart olduğunu hararetle savunmaktadır. Yıl sonuna doğru ise yine herkes sınıfsal çıkarlarının farkına varıp, siyaseti bu çıkarlar etrafında “burjuva cumhuriyet” ekseninde yeniden oluşturacaktır.

1920 yılında Ankara’da, Nisan -Ekim ayları arasındaki dönemde faaliyet gösteren Yeşil Ordu Cemiyeti; Sol-İttihatçıların, Müslüman-Komünistlerin, Komünist Enternasyonal taraftarlarının ve Türkiye’nin bir sosyal devrime ihtiyacı olduğunu savunan farklı kesimlerin desteklediği anti-emperyalist ve anti-kapitalist programa sahip bir “çatı” örgütü olarak kurulmuştur.

Kemalist hükümet, Yeşil Ordu Cemiyeti’ni iki kez kapatmayı denemiş, başarılı olamayınca Ekim (1920) ayında, yönetiminde paşaların, milletvekillerinin ve (eski ittihatçı) yeni Kemalist politikacıların olduğu bir –Resmi– Komünist Fırkası kurdurarak Yeşil Ordu Cemiyeti’ni bölmüş, etkisiz hale getirmiş, komünist çalışmayı bu partiden –Resmi– TKF’dan alınacak izne bağlamış, kendi dışındaki sol faaliyeti yasa dışı ilan etmiştir.  

Hükümetin kurduğu bu tuzak partiye katılmayanlar ise yeni bir parti kurmuştur. Adı, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası olan bu örgüt; Türkiye’de sol ve komünist hareketi, Anadolu’nun sosyal ve politik koşullarına, yerel imkanlarına ve kendine has özgün kültürüne dayandırdığı için diğerlerinden daha fazla öne çıkmıştır.   

Bu siyasi faaliyette en büyük pay hem Yeşil Ordu Cemiyeti’nin hem de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın Katib-i Umumisi, yani Genel Sekreteri olan Tokat Milletvekili Nazım Bey’indir.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Katib-i Umumisi Nazım Resmor (Kayseri Cezaevinde) ve THİF yayın organı Yeni Hayat Dergisi...Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası 1920 yılı aralık ayında faaliyete geçmiş, hükümetin yoğun baskısıyla karşılaşmış, partinin Genel Sekreteri Tokat Milletvekili Nazım Resmor’un milletvekilliği İstiklal Mahkemesi tarafından düşürülmüş, Nazım Resmor 15 yıl, diğer parti yöneticileri de benzeri ağır hapis cezalarına çarptırılmış, bir yıl sonra Kemalist Hükümet dönemin siyaseti öyle icap ettirdiği için cezaları kaldırmış, aynı ekip 1922’de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı yeniden kurmuştur. Nazım Bey bu dönemde Büyük Millet Meclisi tarafından İçişleri Bakanlığına seçilmiş, Mustafa Kemal’in tehditliyle istifa etmek zorunda kalmıştır.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası; Emek, İkaz, Yeni Hayat ve Doğru Öz adlarıyla yayın organları çıkarmıştır. Programında Türkiye’nin bir köylü toplumu olduğundan yola çıkarak, köy ve köylüye dayalı bir örgütlenme modeli önermiş, işçi sınıfı öncülüğü yerine bütün emekçi sınıfları içine alacak bir “devrimci kitle partisi” üzerinde durmuştur. Partinin yayın organlarından Emek gazetesi ikinci sayısında Komünist Manifesto’nun tam metnini basmış, Yeni Hayat ise Komünist Enternasyonal’den haber, yorum ve belgelerin yanında, özellikle Nazım Resmor’un yazılarında somutlaşan ve “halkçı-iştirakiyun” olarak adlandıracağımız bir politikayı savunan yazılarla öne çıkmıştır.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, diğer yandan İslamiyet ve komünizmin yoldaşlığını savunmuş, bu iki düşüncenin birbirinin devamı olduğunu ön plana çıkarmış; komünizmin bir yönetim biçimi olarak ortaya koyduğu “Şuralar Cumhuriyeti” ile İslam’ın ilk dönemlerindeki “Doğrudan Demokrasi” uygulamasının özünde aynı şey olduğunu ileri sürmüştür. THİF belgelerinde, bir yoksul dini olan İslam’ın sonraki yıllarda kanlı iktidar ve servet mücadelelerine yenik düşerek özünden uzaklaştığı yazılmıştır. Rusya’daki Bolşevik Devrim’in yeniden gün ışığına çıkardığı geleneksel değer İslam ile yükselen değer komünizm birbirini tamamlayacaktır. Partinin ismindeki “İştirakiyun” o yıllarda komünizm anlamında kullanılmaktadır. (Bakü’de Mustafa Suphi’nin başında bulunduğu teşkilatın adı da Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’dır.) İştirakiyun hem komünizmi hem İslam enternasyonalizmini simgelemektedir. O dönemi anlatan hatıralara göre, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın bu söylemi geniş topluluklar üzerinde ilgi görmüş ve büyük taraftar bulmuştur.

Dönemin koşulları dikkate alındığında, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yöneticilerinin bir bölümünün, İslam ve komünizm yoldaşlığına samimiyetle inandığını, komünizmin maddeci dünyasını maneviyatla dengeleme arzusu içinde olduklarını, ancak diğer yandan da komünizmin toplumsal ve ekonomik düzen tasarımını kabul eden ancak manevi yönden ürken kitlelere ulaşmak hedefi ile hareket ettikleri görülmektedir.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın bu çalışmalarını anlamayan Kemalizm’in parlak kalemi Falih Rıfkı Atay, anılarında bir ayrıntı aktarmaktadır: Buna göre THİF, Ankara’da Hacıbayram Camisi yakınlarında açtıkları bir kulübe pek çok kişiyi çağırmış, burada Milletvekilleri Nazım Resmor, Mehmet Şükrü ve Şeyh Servet toplananlara hitap etmişler ve ‘Mecliste bir grup yapalım, memleketin buna ihtiyacı var, komünistlik İslam esaslarına uygundur, Ebubekir komünisttir, Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı’ içerikli konuşmalar yapmışlardır.

THİF’nın bu anlayışını; dünyaya ‘aşağıdakilerin penceresinden’ bakmak; peygamberlerin ve din ulularının, yoksul, ezilmiş ve yalnız insanların yanında olduğu, inancın ancak ezilenlerin ve yoksulların insanca yaşaması için gösterilecek çabada yattığı, şeklinde okumak mümkündür.

Bu düşüncelerin yazılması, konuşulması, anlatılması Meclis’in zengin ve kudretli eşraf-ağa-hoca takımını derhal harekete geçirmiş; tartışmalar birden “mülkiyetin ve mirasın kutsallığı” eksenine kaymış, komünizm ve İslam’ın asla bir araya gelemeyeceği üzerine hararetli tartışmalar yapılmıştır.

Kemalist hükümet, Umur-ı Şeriye Vekaleti’ne bir fetva verdirerek “İslam’la bağdaşmayan bu hareketin tanınmamasını” istemiş ve Büyük Millet Meclisi’ndeki eşraf-ağa-hoca takımının öfkeli desteğini arkasına alarak Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kapatmıştır.

Parti kapatılmasaydı ve yaşayabilseydi bu programın nasıl gelişeceğine ilişkin tartışmalar boşuna olabilir. Ancak Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın, yoksulları dinsel baskının binlerce yıllık karanlığını aralamaya ve ‘din’i daha dünyevi yaşamaya çağıran çabası, bir anda mevcut düzenin egemen sınıflarını harekete geçirmiştir.

Dinin toplum üzerinde baskı aracı olarak kullanılması politikası, ucundan köşesinden tartışmaya açılması bile Meclisteki eşraf-ağa-hoca ağırlığına bu tehlikeyi göstermiş, komünizm ile İslam’ın asla bir araya gelemeyeceğini ispata girişmişlerdir.

Gerek feodallerin –bu kudretleri tartışma götürmeyen sınıf temsilcileri– gerekse de onlarla pragmatik olarak ittifak kuran Kemalistler, belki de İslam’ın bu şekilde çağın gereklerini yakalayacak reformcu bir açılım ihtimalini elbirliği ile doğmadan öldürmüşlerdir.

3. Mustafa Suphi ve Rusya’da Müslüman Komünistler Arasında Çalışma…

Mustafa Suphi, 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa suikastı sonrası İttihat Terakki Partisi’nin yarattığı terör ortamında Sinop’a sürülmüş, burada yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra Kırım’a kaçmıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarını –yaklaşık üç buçuk yıl– Rusya’da sürgünde geçiren Mustafa Suphi, bu dönem Rusya’da kendini derinden derine hissettiren sol muhalefeti yakından tanımış, Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimcilerin ve Müslüman-Komünistlerin tezlerini yakından izlemiş, Marksizm’i öğrenme imkânı bulmuştur.

Rusya’daki devrim, sürgünde bulunan muhalifleri de özgür kılınca (1918 Şubat) Mustafa Suphi Moskova’ya gelmiştir. Moskova’da, bir gazete çıkarmak isteğindedir. Bu amaçla Moskova’da başında Stalin’in bulunduğu Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı Merkez Müslüman Komiserliği’ne başvurmuştur. Mustafa Suphi’nin yardım istediği Merkez Müslüman Komiserliği’nin yöneticilerinden Mollanur Vahidov Şerif Manatov ve Galimcan İbrahimov Müslüman-Komünistler arasında çok iyi bilinen önderlerdendir. Müslüman-Komünistlerin yöneticileri arasında adı geçen Mirseyit Sultangaliyev ise o sırada Milliyetler Halk Komiserliği’nde Stalin’in yardımcısıdır.

1918’de kurulan Merkez Müslüman Komiserliği resmi bir kurumdur ve amacı Bolşevik Partisi’nin o tarihte zayıf durumda olduğu özellikle Rusya’nın iç ve Müslüman bölgelerinde Müslüman halkı sosyalist devrime kazandırmaktır.

Mustafa Suphi Moskova ve Kazan’da Müslüman Komünist Hareketi’nin bütün Müslüman coğrafyasını altüst ettiği bu dönemde kendini bu çalışmaların içinde bulmuş, onlardan büyük destek görmüş, onların tezlerinden önemli ölçüde etkilenmiş, kaderini bir noktada onların kaderiyle bağlamıştır.

Merkez Müslüman Komiserliği başkanı Mollanur Vahidov, Mustafa Suphi’yi Merkez Müslüman Komiserliği propaganda bölümü başına getirmiş, bu kurul Türkçe, Arapça, Farsça broşür ve gazeteler yayımlamış, yine o günlerde Merkez Müslüman Komiserliği’n yayın organı Kızıl Bayrak gazetesinde Mustafa Suphi’nin söyleşisi yayımlanmıştır.

Merkez Müslüman Komiserliği’nde Mollanur Vahidov ve Stalin’le Türkçe gazete yayımlanması sorununu görüşen Mustafa Suphi, “Yeni Dünya” gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Mustafa Suphi’nin bir örgütlenme aracı olarak düşündüğü Yeni Dünya bu şekilde doğmuştur ve kendisini “Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesinin Türkçe Naşir-i Efkârı (sözcüsü)” olarak tanımlamıştır. İlk sayısının 27 Nisan 1918’de basıldığı Yeni Dünya gazetesini, Mustafa Suphi gittiği her yerde çıkarmayı kararlı bir şekilde sürdürmüş, Mustafa Suphi yönetiminde toplam 67 sayı yayımlanmıştır. Dönemin olağanüstü koşullarında Yeni Dünya gazetesi sırasıyla Moskova, Kırım, Taşkent ve Bakü’ye taşınarak hayatını sürdürebilmiştir.

22 Temmuz 1918’de Moskova’da yapılan Türk Sosyalistleri Konferansı, 4 Kasım 1918’de yapılan Müslüman Komünistler Kurultayı Mustafa Suphi’nin de içinde olduğu faaliyetlerdendir. Türk Sosyalistleri Kongresi Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiyeli komünistlerin ilk örgütlenme faaliyetinin başlangıcıdır. Mustafa Suphi bu kurultayı açarken: “Bizim bugün tuttuğumuz yoldan dün Rusya’da yaşayan Tatarlar yürümeye başlamışlardı… Bu teşkilat Türkiye’de sosyalistliğin ütopizm devrini atlatıp devr-i hakikat istidadında olduğunu gösterir” demiştir.

Mustafa Suphi ve çıkardığı Yeni Dünya gazetesinin 17 Şubat 1921 tarihli sayısı...Müslüman-Komünistler; İslam’ın dünyevi ve ‘ezilmiş’ bir din olduğunu savunmuş, Marksizm ile İslam’ın bazı temel ilkelerinin uyuşabileceğini, Müslüman toplumlarda devrimci mücadelenin ‘İslam’ unsuru hesaba katılmadan yapılamayacağını, batılı komünistlerin ‘dine karşı mücadele ile din karşıtı propagandayı’ birbirine karıştırdıklarını ileri sürmüşlerdir. Müslümanların İslam’a karşı duydukları bağlılığın temelinde, ‘yoksulu koruma, dayanışma, eşitlikçilik, zorunlu zekât, kamu mülkiyetine sıcak bakan vb. gibi sosyal nedenler yatmaktadır. Sultangaliyev, Müslüman-Komünist hareketin Doğu’ya sosyalizmi yayma konusunda avantajlarının, Rus Bolşeviklerine göre daha fazla olduğunu yazmıştır.

Yine Müslüman-Komünistlere göre; Doğu halklarını uyandırmanın, Batı’daki görece burjuvalaşmış proletaryadan daha kolay olduğunu, Doğu’lu mazlum ulusların ‘ekmek, toprak ve özgürlük’ mücadelesinde birleşecekleri en genel cephe anti-emperyalist bir ‘Sömürgeler Enternasyonali’ydi.

Dünyada devrimci durumun, sömürge ülkelerde iktidara gelecek devrimci yönetimlerle, metropollere gidecek kaynakların kesilmesiyle sağlanabileceğini savunmuşlardır. Bu yaklaşım Batı merkezli Marksist düşüncenin, sanayisi olmayan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki, ‘üçüncü dünyacı’, ‘köylüye ve kıra’ dayanan komünizmin kuramsal öncülü olmuştur.

Mustafa Suphi gerek Müslüman-Komünistler Kurultayı’nda gerekse Moskova’da, 2-6 Mart (1919) tarihlerinde, elliden fazla temsilci, on dokuz farklı ülkedeki komünist parti veya grubun katılımıyla toplanan Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi’ne yaptığı konuşmalarda; (Müslüman-Komünist önderlerin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki mücadeleyi belirleyici ilan etmelerini doğru bulmamış) Batı metropol ülkeleri ve Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerindeki devrimci hareketlerin birbirinden ayrılamayacağını ve bunların biri adına diğerinin feda edilemeyeceğinin altını çizmiştir. Ancak İslam coğrafyasındaki sosyal uyanışa, Komünist Enternasyonal ve Bolşevik partisince yeterli önemin verilmemesini eleştirmiş ve eğer Doğu’nun örgütlenmesi için harekete geçilmezse, Batı emperyalizminin Rus devrimini boğmak için bu Müslüman halkları -sosyalist devrimin- üzerine süreceği tezinin altını çizmiştir.

 

Mustafa Suphi’nin bu süreçte katıldığı çalışmalardan biri de Bakü’de 1-8 Eylül 1920’de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı’dır. Kurultay’ın hedefi; Doğu’da yalnızca komünist ve sol siyaset içinde bulunan grup ve partileri değil, tarafsız veya İslamcı, emperyalizme veya kendi egemenlerine karşı mücadele eden bütün halkların katılımını sağlamaktır.

Kurultay’ın 4 Eylül tarihli oturumunda Enver Paşa’nın bildirisi okunmuştur. Enver Paşa, Kurultay’a Bolşevikler tarafından davet edilmiş, ancak Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Teşkilatı ile bazı Doğu’lu delegeler tarafından -Osmanlı’nın bu eski paşasının konferansa katılması- şiddetle protesto edilmiş, bu nedenle Mustafa Suphi ve Komintern yönetimiyle ters düşmüştür.

8 Eylül’de biten Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın ardından, 10 Eylül 1920’de Bakü’de ‘Türkiye Komünist Teşkilatları Birinci Kongresi’ adıyla bir kongre toplanmıştır. Bu kongre, farklı komünist teşkilatları birleştirirken aynı zamanda “Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi” olarak da anılacaktır. Kongre’de kabul edilen Program’da ‘din” sorunu “Din ve Milliyet” başlığı altında düzenlenmiştir. Buna göre:

Türkiye’deki inanç ve ibadet meseleleri her milletin kendi iç inisiyatifine bırakılarak tam bir inanç ve vicdan özgürlüğü sağlanacağı, inancından dolayı kimsenin zorlanamayacağı kayıt altına alınmıştır. Diğer yandan sermayedarlara ya da diğer hâkim sınıflara nüfuz ve kuvvet veren muhtelif milletleri temsil davasında bulunan “ruhani kurumların” tamamen hükümet ve devletten ayrılarak cemaat teşkilatı haline getirilmeleriyle gerçek bir laisizmin sağlanacağının altı çizilmiştir. Din ve milliyetler kanalıyla insanlar arasında düşmanlık doğuran hurafelere karşı mücadele edileceği belirtilmiş, dil ve kültür bakımından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer millete mahsus her türlü imtiyazı ortadan kaldırır ilkesiyle “Hür Milletlerin Hür Birliği” düsturu programa almıştır.

Bizim kuşağımız devrimci mücadele içinde, tarihte “milliyet ve din” kuşatmasını yaran halkların bir büyük toplumsal başkaldırısı olan Şeyh Bedrettin ayaklanmasını, Nazım Hikmet’in 1936’da yazdığı “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” ile öğrenmiştir.

Şeyh Bedreddin hareketi ilk kez 1918 yılında Mustafa Suphi’nin çıkardığı Yeni Dünya gazetesinin yedinci sayısında yer almıştır.

“Şark ve Sosyalizm” başlıklı uzun makalede Hüseyin Hüsnü adlı yazar, Şeyh Bedreddin ve Bedreddin hareketini okurlarına tanıtmaktadır. Makaleden bir bölüm şöyledir:

Bedreddin: “Allah dünyayı yaratmış insanlara bahşetmiştir. Servet, mahsulât ve arazi cümlenin müşterek malıdır. İnsanlar müsavidir (eşit). Birinin büyük servetlere sahip olması, diğerinin ekmeğe bile muhtaç kalmaları maksud-u ilahiye münafidir (aykırı)” demiştir.

“İşte altı yüzyıl önce Küçük Asya’da özünü İslam’dan alıp, ancak ondan uzaklaşarak; servetin, mahsulâtın ve arazinin cümlenin müşterek malı olduğunu ilan eden, İslam’ı, Hıristiyan’ı, Musevi’yi, Mecusi’yi bir ve kardaş sayan; sarayı, saltanatı, muharebeyi, tekkeleri, dervişleri ve ulemayı zulüm ve baskının aletleri kabul eden, nikâhlı kadınlardan başka dünyada her şey müşterek olmalı diyen ve Karl Marx’dan altı yüz sene evvel aynı maksat, aynı niyet, aynı isteklerle insanlığa seslenen ve sırf bu uğurda feda-yı can eden bir büyük sosyalisti okurlarımıza tanıtmak isteriz” diye yazmaktadır.

Mustafa Suphi, Doğu’nun büyük düşünürlerinden Ömer Hayyam’ı, Sadi Şirazi’yi ve Şeyh Bedreddin’i, Batı’dan ise önce ütopik sosyalistleri sonra Marx’ı okumuştur.

Rusya’daki mücadele dönemi Mustafa Suphi’ye farklı bir deneyim kazandırmış, orada Müslüman-Komünist hareketle omuz omuza yaşadığı bu özgün deneyim, Mustafa Suphi’yi, İslam’la barışık ateist bir lider olarak karşımıza çıkarmıştır. Müslüman kimliğini hiç sorun etmeyen komünist Mustafa Suphi’nin kaybıyla Türkiye komünist hareketi büyük bir kırılma yaşamış, bu dönemden sonra genel olarak sol hareketler İslam’la barışamamıştır. (*)

Tarihsel bir hatırlatma:

1917 Şubat ve Ekim devrimi bütün Müslüman coğrafyasını alt üst eden bir zihniyet değişikliğine de sebep olmuştu. Müslüman halkların Rusya’nın pek çok şehrinde topladığı kongrelerin en önemlisi, 1-11 Mayıs 1917 tarihleri arasında Moskova’da toplanan “Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi’ydi. 900 delegenin katıldığı ve Rusya’nın çeşitli bölgelerinden gelen din adamı, düşünür, aktivist, devrimci Müslüman kadın ve erkek katılımcılar, o günlerin temel sorunları yanında, İslam’ın çağın gereklerine uyum sağlayacak reformcu düşünceleri dile getirmişlerdi. Kongre; Rusya’nın İdare Şekli, Savaşa Karşı Tutum, Kurucu Meclis, Kadınlar Meselesi, İşçiler Meselesi, Toprak Meselesi, Geçmişteki Kolonizasyon Meselesi, Askeri ve Siyasi Teşkilat Meselesi, Bütün Rusya Müslüman Şurası Seçimleri gündemiyle toplandı. Burada konumuzu ilgilendiren birkaç nokta üzerinde kısa bilgi aktarmak yerinde olacaktır. Kongre sert tartışmalar sonunda önemli kararlar almıştı. Bunların bazıları şunlardır: “Bütün topraklar halka devredilmeli, toprak üzerindeki mülkiyet kaldırılmalıdır. Şeriata göre kadın ve erkek eşittir, kadınlar her türlü siyasi ve sosyal haklara sahiptir, kadınlar Kurucu Meclis’e katılma ve seçilme hakkına sahiptir. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi din açısından yanlış olduğu için yasaklanmalıdır. Kadınlar ve erkekler miras açısından eşit haklara sahiptir. Kadınlar sağlıkları için zararlı işlerde çalıştırılamaz, bebekli çalışan kadınlara üç saatte bir süt izni verilir, Müslüman işçiler kendi teşkilatlarını kurabilirler vb.” (**)      

Mustafa Suphi, 1920 yılında Taşkent’te, Beynelmilel Şark Tebligat Şurası çalışmaları sırasında birlikte çalıştığı Kazan Müslüman Sosyalist Komitesi Başkan Yardımcısı Emine Muhiddinova ile birlikte.Yukarıda alınan kararlar Müslümanlığın ve şeriatın çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına göre yorumlanarak alınmış kararlardır. Kongrede konuşan Tatar Müslüman Sosyalist Komitesi Başkan Yardımcısı Emine Muhittinova: “…Hürmetli Efendiler… siz miras ve kadın hakları konusunda güçlük çıkarıyorsunuz. Kur’an’da bunun bilinen kuralları var diyorsunuz. Ama efendiler unutmayınız ki Kur’an’ın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak gerek. Mesela, Kur’an’da hırsızlık yapanın kolunu kesiniz emri var. Bu şimdi tatbik ediliyor mu? Bu ve buna benzer emirlerin zamanı geçmiştir… Artık böyle cinayetleri işlemiyoruz…” diye konuşmuş, Kongre; kadın hakları konusunda Kur’an ve Peygamber referanslarıyla pozitif kararları kayda geçirmiştir. (***)

Ne yazık ki Rusya’da Müslüman sosyalist aydınların bu çabaları sonraki yıllarda Bolşevik partinin katılaşan ve içine kapanan politikası ile etkinliğini kaybetmiş, dünyadaki Müslüman hareketleri olumlu yönde etkileme şansını kaybetmiştir.

*****

Bizde 1920’li yıllarda Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadrolar, özellikle Fransız pozitivizmi ve laisizminin etkileri altındaki bir ideolojik donanımla yürüttükleri mücadeleyi başarıya ulaştırdılar ve kurulan burjuva cumhuriyetin yeni yüzü büyük ölçüde bu etkilerle şekillendirildi.

Siyasal bağımsızlık kazanıldıktan sonra, köylü ve emekçi kitlelere sınıf farklarının varlığını duyurmamak kaygısıyla “egemenliğin kayıtsız şartsız millete” ait olduğu ilan edilmişti. Burjuva cumhuriyette egemen sınıflar; “ticaret burjuvazisi-toprak ağaları-eşraf” bloku ile yeni ve yükselen bir sınıf olarak ortaya çıkan sanayi burjuvazisiydi. Kemalist devrim, iktisadi olarak güçsüz burjuva sınıfın ve bu sınıflar ittifakının vurucu gücü olarak işlev görmüştü. Kemalist devrimin anti-emperyalist niteliği son derece zayıftı ve siyasal bağımsızlıktan sonra emperyalist batı ile -yeni şekillenen burjuva hukuk çerçevesinde- hızla işbirliğine yöneldi. Burjuva devrim; işçi ve köylü sınıflarına iktisadi ve sosyal hakları konusunda baskı, yasaklama ve aldatma siyasetini hep en ön planda tuttu. Cumhuriyeti ilan eden burjuva devrimin demokratik niteliği son derece güdüktü ve bunlar üst yapıda yapılan reformlarla sınırlı kaldı.     

*

Türkiye’de burjuva devrim, Osmanlı meşruti monarşisini ortadan kaldırdıktan sonra kendi üst yapı kurumlarını hızla örgütlemeye başladı. 1921 Anayasasının kabulü (Ocak 1921), Saltanatın kaldırılması (Kasım 1922), Cumhuriyetin ilanı (Ekim 1923), Medreselerin kapatılması ve eğitim birliğinin sağlanması (Mart 1924), Halifeliğin lağvı (Mart 1924), Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kaldırılmasıyla din ve devlet işlerinin ayrılması (Mart 1924), 1924 Anayasasının kabulü (Nisan 1924), tekke ve zaviyelerin kapatılması (Eylül 1925), fes yerine şapka giyme zorunluluğunun getirilmesi (Kasım 1925), Latin harflerinin kabulü (Ağustos 1928) vb. biçiminde devam etti. Şekilsel modernleşme zorlamaları bir yana bırakılırsa, burjuva cumhuriyetin attığı adımlar olması gerektiği şekildeydi ve yanlış değildi. Burada sorun; bu reform hareketlerinin kitlelerin üretimle ve toprakla olan ilişkilerine dayanmaması, -işçi ve köylülerin- sınıfsal konumları konusunda süregelen sömürü düzeninde kayda değer bir iyileştirme sağlamaması, demokrasi ve özgürlükler açısından yeni bir yasaklar düzeni oluşturması, ülkede ilan edilen cumhuriyet coşkusunun geniş kitleleri içine alıp kapsayamamasıydı.

*

Yeni kurulan burjuva cumhuriyette en önemli sosyolojik sorunlardan birisi de laiklik sorunuydu. Laiklik, bilindiği üzere burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı günden bu yana, yaşı onun yaşıyla birlikte anılan bir kavramdır. Tüm Batı dünyasında yüzyıllar boyunca kendini din ve mezhep savaşları olarak gösteren mücadeleler, gerçekte sınıf savaşlarının bir başka görünümü olmuştu. Avrupa’da 16. yüzyıldaki reform hareketleriyle doruğa çıkan mücadeleler, en başında sınıf çıkarlarını dini öğretiler şeklinde formüle eden burjuvazi ile feodal sınıflar ve mevcut düzene başkaldıran köylü isyanlarına kadar uzanır. Burjuvazinin yükseliş dönemlerinde “dine ve kiliseye” sorgusuz kulluğu dayatan feodalizme karşı; devrimci burjuvazi -din de dahil- bütün bağımlılık ilişkilerinin ortadan kaldırılması taraftarı oldu. Burjuva devrimler, Hristiyanlığı revize ederek egemen üretim biçimi olan kapitalizmle uyum içinde yaşamasını sağladı. Din ve devletin ayrışması ya da devletin din karşısında tarafsızlığı kavramı bu dönemde ortaya çıktı ve laikliğin omurgasını oluşturdu. Bu süreç Batı’da burjuva devletin din karşısında üstünlüğünün pekişmesiyle farklı coğrafyalarda değişik nüanslarla kendini gösterdi.

Bizde ise laiklik, -görünürde- dinin devlet tarafından kontrol altına alınması biçiminde ortaya çıktı. Ancak Kemalistler, toplumda devrimci bir dönüşüm yerine dinsel bağları çok güçlü olan feodal sınıflarla -toprak ağaları ve eşrafla- ittifak ortağı olduğundan din üzerinden iktidarlarının örgütlenmesine giriştiler. Sünni Müslümanlık, 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı ile devletin resmi bir kurumu olarak “kuruluşta” yerini aldı. Farklı inanç kesimleri; değişik Hristiyanlar mezhepleri ve Aleviler bu örgütlenmede yok sayıldılar.    

*

Sosyalistler/komünistler açısından -burjuva demokrasilerinde- din sorunu; bütün insanlar için tamamen kişisel ve özel bir sorundur. Kimsenin inancı, inançsızlığı ve ibadeti sorgulanamaz, neye ve kime inanması veya inanmaması gerektiği dayatılamaz. Devlet; inançlar ve din karşısında tarafsız kalmalıdır, herhangi bir inanç kesiminin bir başkası üzerinde açık ve örtülü olarak baskı kurmamasının garantörü laik devlet olmalıdır. Din ve devlet işleri ile din ve eğitim işleri tamamen birbirinden ayrılmalıdır. Devlet; dini siyasal bir baskı, örgütlenme ve istismar aracı olarak kullanamaz ve bu konudaki hiçbir girişime izin vermez. Devlet, bu kimliği ile laik olur. Laisizm diğer yandan, başlangıcından bugüne kadar aynı zamanda -onun bir bileşeni olarak- bir demokrasi mücadelesidir. Sosyalistler/komünistler; emperyalizmin ve burjuva sınıflarının, din ve dinselliği günümüz dünyasında kapitalist sömürü ve zulmün bir parçası olarak kullandığını ve kitleleri bu sömürü düzeninin ezeli ve ebedi olduğu yalanına inandırmak için dine sarıldıklarını göz ardı edemez.         

*

Bu gerçekler karşısında sorun günümüzde nasıl ele alınabilir ve neler yapılmalıdır? Gerek yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de öne çıkan toplumsal ve sosyolojik sorunlar, gerekse de yirmi iki senedir Türkiye’yi yöneten İslamcı burjuvazinin ülkeyi boğduğu karanlık sorunu daha karmaşık ve önemli hale getirmiştir. 

Ancak kitleleri aydınlatma, örgütleme ve devrimci dönüşümlere hazırlama misyonu üstlenen kişiler, örgütler ve partiler inançlı yığınları etkilemek ve onları kazanmak mücadelesini yalnızca sınıf temelli bir programla başarabilirler mi?

Din; burjuvazinin elinde, boyun eğmeyi salık vererek mevcut düzeni ustaca sürdürmenin bir aletidir. Diğer yandan dinin; toplumda ekonomik yardımlaşmayı ve dayanışmayı, ahlaklı ve vicdanlı olmayı, haksızlıklara ve zulme uğrayanlara yardım etmeyi, dürüst olmayı, yalandan uzak durmayı vb. öğütleyen bir yapısı da vardır.

Burjuvazi, düzenin sağladığı devasa imkanlarla, dinin bu ikinci işlevini yozlaştırıp, çarpıtıp, içini boşaltarak, dini; kitlelerin “düzene teslim olmasında” bir manivelaya indirgemektedir.

Burjuvazinin bu oyununu deşifre etmek ve bunu tersine çevirmek; dinin bu ikinci işlevini hatırlatmak; İslam’ın reformcu, barışçı kesimleri ile devletle bütünleşmiş gerici burjuvazinin hükmedici ideolojik hegemonyasını sorgulayan kesimlerini desteklemek; bunu, bütüncül demokrasi mücadelesine bağlamak önemlidir. Bu konuda ilk yapılacak şeylerden biri sosyalist ve komünistlerin toplumun bütün kesimleri nezdinde sağlayacakları güven sorunudur.

Toplumda mağdur kesimlerin seslerinin duyurulması ve haklarının savunulması konusunda son yıllardaki en önemli pratik HDP’nin bu konudaki politikasıdır. Kendi alanında birikimli ve inançlı Müslüman insanların, Hristiyan ve azınlık halklardan saygın isimlerin, sivil toplum sözcülerinin, muhalif seslerin milletvekili yapılarak tüm toplumda uyandırdıkları güven cesaret vericidir.

Burjuvaziye rağmen, burjuva demokrasisinin bütün kurumlarıyla işlemesi sorunu kadar, İslam’ı beton katılığıyla savunanlara karşı İslam’ın reformu sorunu da günümüzde “demokrasi” kavramının içindedir ve bu mücadeleyi sırtlayanların omuzlarındadır.

 

Kaynaklar:  

(*) Hamit Erdem, Emek Tarihi Yazıları, Sel Yayıncılık, İstanbul 2020. Aşağıdaki makaleler: Osmanlı / Türkiye Sosyalist Fırkası ve (İştirakçi) Hüseyin Hilmi, Sf. 67-83; Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Katib-i Umumisi Nazım Resmor, Sf. 133-148; Türkiye Komünist Fırkası ve Mustafa Suphi, Sf. 85-110.

(**) İhsan Ilgar, Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi Tutanakları, Kültür Bakanlığı Yayınları /904, Kültür Eserleri Dizisi, Ankara 1990, Sf. XIII ve 394.

(***) Emine Muhittinova, (Kazan, 6 Eylül 1893 – Sibirya-Yeniseisky, 26 Aralık 1944)

Hukuk uzmanı, politikacı, devrimci. Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan ilk kadın. İlk Tatar kadın Bolşeviklerden. Emine Muhittinova, Kazan Müslüman Sosyalist Komitesi Başkan Yardımcılığı ve Kazan Hükümeti Sekreterliği, Adalet ve Halk Eğitimi Komiser Yardımcısı, Kırım Yüksek Mahkemesi Savcısı, Yüksek Mahkeme Yönetim Kurulu Üyesi görevlerinde bulundu. 1936 yılında kavuşturmaya uğradı. Eşi, benzeri bir suçtan kurşuna dizildi. Soruşturma, 1921 yılında (Bolşeviklerin hükümet ortağı) Sol SR ile iş birliği yapmasını dayanak alıyordu. 1939 yılında hüküm giydi. 26 Aralık 1944'te Sibirya sürgününde menenjit ve tifüsten öldü. 1956’da hakkındaki suçlamalar düşürüldü. İade-i itibarı, ölümünden sonra geldi.


Konuyla ilişkili diğer makaleler