Orta Vadeli Program’ın Orta Yeri; Harç, Vergi Ve Zam Yağmuru...
Kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda, hükümetin ilgili birimleri tarafından hazırlanan ve makro politikaları, ilkeleri, hedef ve gösterge niteliğindeki temel ekonomik büyüklükleri kapsayan, 2018-2019-2020 yıllarına ilişkin Orta Vadeli Program (OVP) 27 Eylül’de açıklandı.
Ancak, açıklamadan geriye kalan, “kalkınma ve stratejik planlar”dan çok, yüzde 40’ları bulan vergi artışları ve zamlar oldu.
OVP kapsamında, hükümetin "vergi tedbirleri" olarak tanımladığı ve 2018'de bütçeye 27-28 milyar lira katkı sağlayacağı belirtilen "tedbirler" açıklandığı şekliyle;
- kurumlar vergisi yüzde 20'den 22'ye çıkacak,
- motorlu taşıtlar vergisi (MTV) yüzde 40 artacak*,
- tütün sarmak için kullanılan kağıttan vergi alınacak,
- şans oyunlarında kazanılan ikramiyeden alınan vergi artırılacak,
- enerji içeceklerinden alınan vergi artırılacak,
- kira gelirlerinden alınacak vergiler artırılacak,
- ücretlilerin gelir vergisi üçüncü dilim için yüzde 27'den yüzde 30'a çıkarılacak*.
Enflasyondaki tırmanış nedeniyle yeniden değerleme zamları gelecek yıl can yakacak.
- bir yıllık pasaport harcı 170 liradan 195 liraya,
- ehliyet harcı 418 liradan 481 liraya,
- kırmızı ışık cezası 206 liradan 237 liraya,
- çevre temizlik vergisi en düşük 26 liradan 30 liraya,
- çevre temizlik vergisi en yüksek 3,250 liradan 3,737 liraya,
- mahkeme başvuru harcı ilk mahkeme için 14.50 liradan 16.50 liraya,
- mahkeme başvuru harcı yüksek mahkeme için 257.50 liradan 296 liraya,
- telefondan alınan özel iletişim vergisi 47 liradan 54 liraya çıkarılıyor.
Ayrıca, geçen yıl yüzde 1.9 artırılan emlak vergisi gelecek yıl en az yüzde 7.5 artacak.
Hükümetin bol vergi artışı ve dolayısıyla da zamları içeren OVP’yi açıklamasından yaklaşık bir hafta sonra, 6 ve 7 Ekim’de art arda yapılan düzenlemeler bu zamların bir özeti gibiydi:
Hazine Müsteşarlığı'nın 6 Ekim günü açıkladığı “Hazine Nakit Gerçekleşmeleri” verilerine göre, Hazine nakit açığı bu yılın ilk dokuz ayında, geçen yılın aynı dönemine göre, tam yüzde 100’e yakın artışla, geçen yılın aynı dönemindeki 20.94 milyar liradan, 40.4 milyar liraya tırmandı.
Bu açıklamanın ertesi gün Resmi Gazete’de bir Bakanlar Kurulu kararı yayımlandı. Söz konusu Bakanlar Kurulu kararına göre, Hazine Müsteşarlığı’nın, “borç yönetiminin ihtiyaçları ve gelişimi dikkate alınarak, ” 2017 için “yüzde 5 artırılan net borçlanma limiti aynı oranda yeniden” artırıldı.
Özetle, Hazine'nin, her an elinde bulundurması gereken "nakit varlıkları"nda meydana gelen açığın yüzde 320 gibi büyük bir oranda "patlaması" üzerine, geçen yıl bu zamanlarda yapılan 2017 yılının bütçesinde yüzde "5" ile sınırlandırılan "borçlanma artış limiti" aynı oranla yeniden artırıldı; bir başka deyişle, Hazine'ye Bütçe Yasası ile sınırlanan "borçlanma artışı" biraz genişletilmiş oldu.
Hazine'nin, bu veriden bir ay önce 7 Eylül'de açıkladığı verilere bakılırsa, "borçlanma artış limiti"nin artırılması zorunluydu. Çünkü, Hazine bir gün önce, 6 Eylül'de Citigroup, Goldman Sachs ve Nomura’ya verdiği yetkiler ile uluslararası piyasalara tahvil ihracı ile yaptığı 1.75 milyar dolarlık borçlanma da eklenince, bu yılki borçlanması, sekiz ayın sonunda, ya da yılın üçte ikilik bölümünde 9.1 milyar dolara çıkmıştı.
Söz konusu ihraç aynı gün sonuçlanmış ve ihraç miktarı 1.75 milyar dolar olarak gerçekleşti; ihraç tutarı 13 Eylül tarihinde hesaplarımıza girecek" denildi. Hazine’nin “Bakın gördünüz mü, biz istediğimiz zaman herkes bize istediğimiz kadar borç veriyor” dercesine yaptığı açıklamaya göre bu borçlanmanın,
- Kupon oranı yüzde 5.75 olan söz konusu tahvilin yatırımcıya getirisi yüzde 5.70 oldu.
- Tahvile toplamda 270’ten fazla yatırımcı, ihraç tutarının üç katından fazla talep gösterdi.
- Tahvilin yüzde 46’sı ABD’deki, yüzde 29’u Birleşik Krallık’taki, yüzde 13’ü diğer Avrupa ülkelerindeki, yüzde 6’sı Türkiye’deki ve kalan yüzde 6’sı diğer ülkelerdeki yatırımcılara satıldı.
- Bu tahville birlikte 2017 yılında uluslararası sermaye piyasalarından toplam 9.1 milyar dolar finansman sağlandı.
Dünyanın en yüksek “reel faizleri”ni verince, Hazine Müsteşarlığı'mız elbette, istediği zaman, istediği kadar borçlanabiliyordu. Öyle ki, borç dizi çoktan aştı; durum ortada: Yine aynı Hazine verilerine göre, Türkiye, milli gelirinin yarısını aşan dış borçları için toplam 84.59 milyar dolar faiz ödeyecek.
Türkiye, bundan sonra alınacak borçların dışında, Eylül sonu itibarıyla mevcut dış borç profiline göre;
- 2017 yılı sonuna kadar, 4 milyar 354 milyon doları “faiz olmak üzere” toplam 46 milyar 67 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2018 yılında 9 milyar 438 milyon doları “faiz olmak üzere” toplam 64 milyar 787 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2019 yılında 9 milyar 395 milyon doları “faiz olmak üzere” toplam 51 milyar 36 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2020 yılında 8 milyar 241 milyon doları “faiz olmak üzere” toplam 39 milyar 622 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2021 yılında 7 milyar 18 milyon doları “faiz olmak üzere” toplam 37 milyar 778 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2022 yılı ve sonrasında 46 milyar 144 milyon doları “faiz olmak üzere” toplam 187 milyar 222 milyon dolar dış borç ödeyecek.
Böylece, mevcut borç profiline göre, yeni alacağı borçların dışında, Türkiye önümüzdeki dönemde, 84 milyar 591 milyon doları “faiz olmak üzere” ödeyeceği dış borçların toplamı 426 milyar 512 milyon doları buluyor.
Bütün bunlar, yapılan dış borçlanmaların genel görünümünü yansıtıyor; bir başka deyişle, kamu ve özel sektörüyle Türkiye’de üretilen katma değerin bir bölümünü “ucuz emek” olarak, bir bölümünü de “ağır faiz” olarak küresel sermayenin kasalarına doğrudan akıtan dış borçlar kompozisyonunu ortaya koyuyor.
Türkiye'nin, dış borçlarının yanında, yatırımlar ve yükümlülükler açısından “açıkları” da büyük önem taşıyor. Yurtdışı varlıklar ile yükümlülükler arasındaki farkı gösteren "dış açıkları" da, bir yandan içeride yaratılan katma değerin sermaye eliyle sınırların dışına taşınması, bir yandan da, daha çok içeriye yüksek faiz, aslan kârı payı, torpilli komisyon için gelen sıcak para arasındaki fark oluşturuyor; bu verileri de Merkez Bankası biriktirip, hesaplayıp açıklıyor.
Merkez Bankası'nın Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) verilerine göre, bu verilere dayanarak yapılan hesaplamalar, Türkiye’nin dış açıklarının, yılın ilk yedi ayında yaklaşık “90 milyar dolar artışla 450 milyar dolara” çıktığını gösteriyor. Bu dönemde Türkiye’nin yurtdışı varlıkları, geçen yılın sonuna göre yalnızca yüzde 2.6 artışla 221 milyar dolara çıkarken, yurtdışı yükümlülükleri yüzde 16.1 artışla 670.9 milyar dolara yükseldi.
Böylece, Türkiye’nin yurtdışı varlıkları ile yurtdışına olan yükümlülüklerinin farkı olarak tanımlanan net dış açıkları geçen yılın sonundaki 362.3 milyar dolardan, Temmuz sonunda 449.9 milyar dolara fırladı. İşin ayrıntılarına bakacak olursak, bu dönemde;
- rezerv varlıklar yüzde 1.3 artışla 107.6 milyar dolara, diğer yatırımlar kalemi yüzde 3.8 artışla 71.1 milyar dolara,
- bankaların döviz ve lira cinsinden efektif ve mevduatları da yüzde 3.0 artışla 30.9 milyar dolara yükseldi.
Buna karşılık, aynı dönemde yükümlülükler alt kalemlerinden,
- doğrudan yatırımlar piyasa değeri ile döviz kurlarındaki değişimlerin de etkisiyle yüzde 30.8 artışla 185.3 milyar dolara,
- portföy yatırımları yüzde 22.5 artarak 175.1 milyar dolara çıktı.
Burada bir önemli kalemi de, yaygın olarak da “sıcak para” olarak bilinen “portföy yatırımları” oluşturuyor. Bu portföy yatırımlarını oluşturan,
- yurtdışı yerleşiklerin hisse senedi stoku tam tamına yüzde 47.8 artışla 52.5 milyar dolara,
- yurtdışı yerleşiklerin mülkiyetindeki devlet iç borçlanma senedi stoku da yüzde 24.4 artışla 33.3 milyar dolara yükseldi.
- Hazine’nin, yurtiçi yerleşiklerce alınan tahvil stoku düşüldükten sonraki tahvil stoku da yüzde 8.2 artışla 41.8 milyar dolara yükseldi.
- Aynı dönemde, diğer yatırımlar yüzde 5.9 artarak 310.5 milyar dolara çıktı.
- Bana karşılık, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının Merkez Bankası’ndaki kredi mektuplu döviz tevdiat hesapları 2016 yıl sonuna göre yüzde 3.8 azalışla 0.8 milyar dolara düştü.
TC vatandaşı olmayan ve “yurtdışı yerleşikler” diye tanımlanan yabancı yatırımcıların Türkiye’deki bankalardaki;
- döviz mevduatı yüzde 6.6 artışla 32.5 milyar dolara,
- TL mevduatı yüzde 6.1 artarak 12.9 milyar dolara çıktı.
Aynı dönemler itibarıyla bankaların toplam kredi stoku ise yüzde 0.1 artışla 87.6 milyar dolara, diğer sektörlerin toplam kredi stoku yüzde 6.7 artışla 106.6 milyar dolara yükseldi.
Hazine ve özel sektör bu kadar çok borçlanınca da olanlar oldu ve “14 yıllık rekor” kırıldı…!
Bir başka deyişle, Türkiye'nin brüt dış borç stoku, bu yılın ikinci çeyreğinde 20 milyar dolardan da fazla artarak, 2003 yılından bu yana ilk kez milli gelirin yarısını aştı.
Elbette yine Hazine Müsteşarlığı'nın verilerine göre, Türkiye'nin brüt dış borç stoku, 30 Haziran itibarıyla, Mart sonundaki 412 milyar dolardan 432.4 milyar dolara çıktı.
Böylece, Mart sonunda yüzde 48.6 olan dış borçların stokun milli gelire oranı, milli gelirin yarısını da aşarak yüzde ise 51.8 düzeyine tırmandı.
Aynı tarihte, Türkiye'nin net dış borç stoku da, 267 milyar dolardan 283.1 milyar dolara yükseldi ve net dış borç stokunun milli gelire oranı yüzde 31.5 düzeyinden yüzde 33.9 düzeyine yükseldi. Bundan önceki, borçların milli gelirin yarısını geçtiği dönem de, tam da AKP’nin ktidarı aldığı 2003 yılının ikinci çeyrek sonundaydı.
Türkiye'nin 2003 yılı ikinci çeyrek sonunda 135 milyar dolar olan toplam dış borçlarının milli gelire oranı yüzde 52.4 düzeyindeydi. AKP bu dönem içinde, dış borçları yaklaşık 300 milyar dolar ya da, yüzde 220 gibi büyük bir oranda artırdı.
Artırdı ne oldu?
Sıfıra sıfır elde var sıfır; dış borçlar o zaman da milli gelirin yarısından fazlaydı, şimdi de dış borçlar Türkiye’nin toplam milli gelirinin yarısından fazla.
Yediden yetmişyediye herkesi borç batağı içine sürükleyen bu politikaları, içeriye kaynak akışını sürdürsünler diye küresel sermaye için yapan hükümet, ne yapsa yaranamıyor aynı zamanda. Küresel ekonominin baş temsilcisi IMF, dönüp dolaşıp, Türkiye’nin “dış dengelerindeki kırılganlık”tan söz ediyor.
“Azalan iş dünyası güveni”nin de altını sık sık çizen Fon, bu güvensizliğin oluşturduğu ters rüzgarların yatırımlar üzerinde daha da baskı yaratacağı uyarısında bulunuyor.
IMF, Türk Lirası'nda değer kaybı ve parasal gevşemenin devam edecek etkilerine bağlı olarak enflasyonist baskıların yüksek kalmalarının beklendiğini vurgularken, “büyük negatif net uluslararası yatırım pozisyonu” ya da “dış açıklar” ve buna bağlı olarak “yüksek miktarlı dış finansman ihtiyacı” dikkate alındığında Türkiye'nin piyasa güvenindeki ani değişikliklere karşı kırılgan olduğunu, temcit pilavı gibi yinelemekten hiç bir zaman geri durmuyor.
IMF ayrıca, Türkiye'de “yapısal reformların özel sektör tasarruf oranını artırmaya ve yatırım ortamını iyileştirmeye odaklanması gerektiğini” bıkıp usanmadan Türkiye’de hükümetin ve ekonomi yönetiminin başına kakıyor.
Peki nedir bu “yapısal reformların özel sektör tasarruf oranını artırmaya ve yatırım ortamını iyileştirmeye odaklanması gereği”?
Özetle söylemek gerekirse, “şirketlerden, bankalardan vs. daha az vergi alın, onlara daha çok teşvik verin, bütün bunları finanse edebilmek için de vergileri artırın ve ayrı yeni vergiler salın ve “reel ücretleri düşürecek tedbirleri hiç elden bırakmayın” ve elbette sendikaların başlarını kaldırmalarına “asla izin vermeyin.”
Peki, bu konularda Türkiye IMF’nin gözünde ne kadar başarılı?
Öğrencilerinin başarıdan başarıya koşmasını çok isteyen ve bu nedenle onların ensesinden düşmeyen, sürekli nefesini enselerinde hissettiren hırslı bir hoca gibi, bir yandan Türkiye’yi “aferin” notları verirken, sürekli “şu konulara daha çok çalış, şu konuları hiç ihmal etme, şu konulardan sözlü yapıcam, çok iyi çalış…” diye haşlamayı da ihmal etmiyor.
Ya karne?
Aslında, IMF’in bitmez tükenmez isteklerini yerine getiremiyor görünse de, Türkiye’nin IMF’nin gözüne girecek epey başarıları da yok değil.
Örneğin TÜİK'in gelir dağılımı verilerine baktığımızda bu başarıyı görmek mümkün. Gelir dağılımı konusunda açık bir talebi bulunmasa da, IMF’nin pek de beğeneceği tabloyu görmek olanaklı: Nüfusun en yoksul yüzde 5'lik grubu toplam gelirden ancak yüzde 0.9 pay alabilirken, en zengin yüzde 5'lik grubun payı ise yüzde 21.4 düzeyinde. Bir başka deyişle, en alttaki yüzde 5’lik grubun eline yüzde 1.0 dahi geçemezken, en üstteki yüzde 5’lik grup, toplam gelirin beşte birden dahi fazlasını alıyor. Hatta, bu grup toplam gelirin beşte birini alıyor ve üzerine de, en altta kalanların payının birbuçuk katını da “ilaveten cebe indiriyor.”
Daha da açacak olursak, en yoksul yüzde 5'lik grup 1 lira harcarken, en zengin yüzde 5'lik grubun harcaması 23.8 lirayı buluyor; kabaca 1'e 24'lük bir dengesizlik bulunuyor. Nüfusun en zengin yüzde 5'inin gelirden yüzde 21.4 oranında pay alırken, bu kadar payı alttan yukarıya doğru gelerek, ne kadar bir nüfus payının aldığına bakacak olursak ne görüyoruz? Elbette pek de küçük değil; tam da nüfusun yarısı. Yani, nüfusun yüzde 50 ile yarısı, toplam gelirden ancak en zengin yüzde 5'in aldığı kadar pay alabiliyor. En zengin yüzde 5'in, nüfusun gelir düzeyine göre sıralı görece en yoksul yüzde 50'sininki kadar gelir sahibi olması kesinlikle gelir dağılımının ne denli çarpık olduğunu ağır bir şekilde ortaya koyuyor. Buna bir de değişik bir açıdan bakacak olursak: Nüfusun dörtte üçü gelirin yaklaşık yarısına sahip durumda. Demek ki nüfusun kalan dörtte biri de gelirin diğer yarısına sahip bulunuyor. Bir başka ifadeyle, toplam nüfusu 100 kişi ve toplam geliri de 1,000 lira olarak kabul edecek olursak; 75 kişi 500 lirayı bölüşmek zorunda; 25 kişi ise yine aynı miktarı, 500 lirayı harcama olanağına sahip bulunuyor. Dolayısıyla 75 kişinin her birine yaklaşık 7 lira, 25 kişinin her birine ise 20 lira düşüyor.
Şunu da kesinlikle ve kesinlikle unutmayalım:
Tüm bu dağılım hesabına katılan gelir, kayıtlı olan geliri temsil ediyor. Yani, işçisinden patronuna, sanayicisinden bankacısına, aracısından, perakendecisine, aklınıza kim gelirse gelsin, gelirden aldığı pay, kayıtlara geçmiş olan gelirden alınan paydır.
Bir başka deyişle, gelir dağılımı gibi hesaplamalarda esas alınanlar; beyan edilen, gizlenmeyen, bilinen, yani yasal gelirlerdir. İllegal kazançtan, kara paradan bu tür hesaplamalara bir kuruş bile girmez.
Bunu neden söylüyorum?
Çünkü, bu tür kazançlar da hesaba katıldığında çok açık ki gelir uçurumu akıl almaz bir şekilde büyüyecektir.
Böyle bir durumda uçurum neden büyüyecek?
Çünkü, söz konusu kayıt dışı gelirler, ancak ve ancak üst gelir grupları tarafından elde edilebilen gelirlerdir. Siz hiç bir işçinin, kara para geliri olabileceğini düşünüyor musunuz?
Çalışanlarda kayıt dışı gelir ancak ve ancak, kayıt dışı çalıştırıldıkları zaman söz konusudur.
Aslında bu da az değildir; TÜİK verilerine göre, kayıt dışı çalıştırılanların oranı aydan aya değişmekle birlikte yüzde 33-34 dolayındadır.
Kısacası, her üç çalışandan biri, “kayıt dışı” çalıştırılıyor.
O zaman, “İşte bak kayıt dışı gelir sahibi işçi de var…” diyenleriniz olabilir.
Doğru.
Ancak, maalesef bu durum da uçurumu derinleştiren bir unsurdur; çünkü, kayıt dışı çalıştırmak demek, resmi asgari ücretin de altında bir ücret ile çalıştırmak demektir.
Tüm bunları bir yana koyup, önümüzdeki tabloya baktığımızda, gerçekte yeni OVP ile gelecek zamlar ve vergi artışlarının, bu tabloyu daha da bozacak nitelikte unsurlar olduğunu açık bir şekilde görürüz. “OVP’nin orta yeri harçtan vergiye zam yağmuru” olduğu kadar, gelir dağılımındaki uçurumu derinleştirecek şiddette bir kasırga biriktirdiği de açıktır.
-------------
* Tam da 2018 yerel ve 2019 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi gelen yoğun tepkiler üzerine, 13 Ekim günü toplanan TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda görüşülen 130 maddelik torba tasarıda, ücretliler için gelir vergisinin üçüncü dilimine vergi oranını yüzde 30'a çıkaran madde metinden çıkarıldı. AKP'lilerin önerisiyle, Motorlu Taşıtlar Vergisi'ndeki yüzde 40 artış da, 1,300 cc araçlar için yeniden değerleme oranı olan yüzde 15'in uygulanmasına 1,300 cc üzeri araçlar için ise yüzde 25 artış öngörüldü. Elbette, bu geri adımlar, OVP ile gelen zam yağmurunu dindirmiş değil; birçok vergi ve harç için öngörülen tüm artışlar yerini ve oranlarını korudu.