Sarkis Çerkezyan Ustaya Saygı
Beyazıt, Sultan Ahmet, tarihi mekânların yoğun olduğu bir yer İstanbul’da... Adı üstünde Tarihi Yarımada... Fakat sizi hiç gitmediğiniz tarihi bir mekâna götüreceğim. Beyazıt’tan Çemberlitaş’a doğru yürürken Çemberlitaş sinemasına gelmeden sağdaki sokaktan içeriye girdiğinizde kalabalığın içerisinde kayboluyorsunuz. Kadırga’ya yaklaştığınızda sokaktaki kalabalık biraz tenhalaşır. Karşılıklı hanların olduğu bir sokağın içerisinde işyerlerinin yanında aileler de oturmaktadır. Solda girişte bir dükkan kiralanmıştı. Bu dükkanın asıl işlevi, TKP MK yayın organı olan Atılım Gazetesi’nin basılacağı matbaa olmasıdır.
Normal bir evde bir banyoyu düşünün, bu banyonun genişliği kadar bir bodrum katı vardı. Bu bodrum katın içerisinde bir de sarnıç bulunmaktaydı. İşte matbaa bu sarnıcın içerisindeydi. Baskı için gelen makina sığmadığından sarnıcın biraz genişletilmesi gerekiyordu. Sarkis Usta ve Bektaş Hoca sarnıcı genişletmek için keski ve çekiçlerle iğneyle kuyu kazma misali çalışıyorlardı. Bu iş yürürken bir de risk vardı. Mal sahibinde yedek anahtar vardı ve aklına estikçe çat kapı gelmekteydi. “Acaba bırakıp gittiler mi, devam ediyorlar mı” diye sürekli kontrol halindeydi. Bektaş Hoca, Sarkis Usta’ya “Biz burada çalışırken mal sahibi gelip bizi burada görürse ne yapacağız?” diye sorduğunda Sarkis Usta ise gülerek, “Bir çekiçle onun kafasına vurur atarız sarnıcın içerisine...” diye cevap vermişti. Sarkis Usta, ara sıra kahkaha atar, komik bir şey anlatacağını sanırdık. Oysa yaşamı dramlarla doluydu. Onu alıp espriye çevirip gülen tek insan oydu.
Bizi askere almışlardı, Ermenilere silah vermiyorlardı. Ortaya bir tezek koymuşlar bize sırayla “Esas duruşta dur, selam ver” talimatlarını akşama kadar yaptırdılar. Hiç düşünmüyorlar ki biraz sonra aynı subaya selam vereceğiz. İkiniz de aynı boksunuz...
Matbaa makinasını bir makara sistemiyle sarnıca indirdik. Baskı yapacağımız makara sistemini yukarı çekerek baskıyı gerçekleştirdik, fakat bunu da kamufle edebilmek için dükkanı marangozhaneye çevirmek zorundaydık. Sadece el aletleri ile marangozhane olmayacağı için bir planya makinası olması gerekiyordu. Sarkis Usta’nın Bursa’da bulduğu planya makinasını partiden aldığı 15.000 lira ile alıp getirdik. Sonrasında matbaayı marangozhaneye dönüştürdük ve bu kamuflaj da gerçekleşmiş oldu.
Marangozhane de olanlar;
Planya makinası
Radyo
Soba
Sünger yatak ve çarşaf
Bodrum kata inebilmek için Sarkis Usta’nın yaptığı tahtadan bir merdiven...
Baskı bittikten sonra merdiveni yukarı çektiğimizde aşağı inme şansımız yoktu. Kapağı kaldırsan bile aşağıdaki sarnıcı göremezsin çünkü kapağın üzeri kapalıydı.
Marangozhaneye dışardan pek kimse gelmezdi. Genelde Usta’nın tanıdıkları gelirdi. Radyomuz sürekli açıktı. Aşağıdaki sesi boğmak için baskı sırasında planya makinasını da çalıştırırdık. Biri geldiği zaman önce radyoyu kapatmaya yönelirdik. Radyonun yanındaki şifreli otomatı kapatınca aşağıdaki lamba sönerdi, biz de yukarıya birisinin geldiğini anlar baskıyı durdururduk.
Bu baskı esnasında ultraviyole ışınlarıyla pozlandırma yapardık.
Bir gün bize hüviyet basmamız söylendi. Bunun filmleri geldi. Hüviyeti basmaya başladık. Bunun için çeşitli kartonlar aldık. Bunların üzerinde denedik. En sonunda kimliğin kalıbına eşit bir karton bulduk. Fakat bir problem çıktı. Ön baskıyı yaptıktan sonra arka baskıyı üst üste tutturamadık. Sağa sola kaydı bir türlü üst üste denk getiremedik. En sonunda makinanın numaratöründeki aleti kırdık. 15 cm çapında 7 cm eninde etrafında dişleri olan bir parçaydı bu. Bu parçayı yaptırabilmek için Şişhane’ye Bektaş Hoca’nın kalıp atölyesine götürdük. Eniştesi baktı “Bu matbaa makinasının parçası” dedi. Bektaş Hoca’ya verdi parçayı. “Ne oldu” dedi. “Ohannes’in elinin ayarı yok, kırdı” dedim.
Kardeşi Naki’ye verdi ve o bunu çözer dedi. Demirden aynısını yaptırdık. Teknik sorumlumuz Kod adı Kadir ya da Osman, gerçek adını sonradan öğrendiğimiz Doğan... “Bir tane çıt çıt basma makinası ve bir pim var. Borunun içerisinden geçen pim sıkışmadığı için sağa sola oynuyor. Bunu sabitleştirebilir misiniz?” diye sordu. Ben bu aleti alarak Bektaş Hoca’ya götürdüm borunun etrafına iki delik açtı vidaladı. Vidaların üzerini bir pul ve somun ile sıkıştırarak sağa sola oynamasını engelledi. Adam ihracat çalışıyor, malzeme pahalı... Kimliklerin ön ve arka yüzünü ayrı ayrı basmak zorunda kaldık. Sonra onları birleştirerek yapıştırıp kimlik haline dönüştürdük.
1985 de yurt dışına çıkacağım. Pasaportum ve kimliğim geldi. Bu kimlik yeni mi basılmış diye merak ettim. köşesinden tuttum ikiye ayırdım ve bizim bastığımız kimlik olduğunu anladım. Hemen gidip pvc ile kaplattım.
Pasaporta baktım. Almanya’da bir işçiyim Türkiye’ye izine gelmişim. İzin günüm dolmuş ve geri dönüyorum. Pasaporta göre bütün Avrupa ülkelerini gezmişim. Eğer buralarda bana bir soru gelirse çıkarken, 15 yıl hapis garanti, işkence de promosyonu...
Zaman zaman marangozhanede kalıyordum. Bir diğer görevim bozuk dökümanları sobada yakmaktı marangozhanede kaldığım zamanlarda sünger bir yatak ve bir çarşaf haricinde birçok fare vardı. Bu fareler fındık fareleri değil neredeyse kedi büyüklüğündeydi... Kemirmesinler beni diye çoraplarımı pantolonumun içerisine sokup çarşafı başıma kadar çekiyordum. O koca fareler üzerimden geçip duruyordu. Sabah kalktığımda ilk işim ağzımı ve kulaklarımı kemirdiler mi diye kontrol etmekti...
Bir pazartesi sabahı dökümanları sobaya doldurup yaktım. Üzerine demliği koydum. 07:30 ve 08:00 arası esnaf dükkanlara gelmeye başladı. Fakat dışarıda bir kıyamet kopmuştu. Yukarıda baca tutuşmuştu. Han yanıyor... Esnaf panik halinde, sağa sola koşuşturuyor, “İtfaiye çağırın diye” bağırıyorlardı. Neyse bacayı sonunda söndürüyorlar. “Yaz günü kim burada soba yakar” diye soruyorlar. Marangozun kapısına 10 kişi birden dayandı. Açıp açmamak konusunda tereddüt halindeyken açmak zorunda kaldım. Hep bir ağızdan gelen sesler “İşyerlerimizi yakıyordun”, “Yaz günü soba mı yakılır” bağırtıları ile sobaya yöneleceklerken çaydanlıktaki suyu sobaya boşalttım. Fakat onlar sobayı içindekilerle birlikte dışarıya çıkartıp söndürmek istiyorlardı. Ben sobaya kimseyi yaklaştırmazken onlar sobayı ısrarla boşaltmaya çalışıyordu. Yanaştırmak istemiyorum çünkü dökümanlar henüz yanmamıştı. Derken dışarıda bir kıyamet koptu. Bir kadın kendisini taciz eden karşı komşusunu görünce kavgaya tutuştular. Bir anda atölye boşaldı herkes kavganın peşinden gitti. Ben de dökümanları çıkarttım, söndürdüm bir poşete koydum. Uzak bir çöp konteynırına atıp geldim. Bir insan tacize bu kadar mı sevinir? Beni büyük bir sıkıntıdan kurtardığı için sevindim açıkçası. Böylelikle birinci tehlikeyi atlattık ama ikinci tehlikeyi atlatamadık...
Neydi bu ikinci tehlike?
Ohannes, basılan Atılım’ları yüklenerek Eminönü Kadıköy iskelesindeki randevusuna gitmek üzere çıktı. Ancak her zaman ki güzergahı kullanmayarak kestirmeden Eminönü’ne inmek için Kapalıçarşı’ya girmiş. Sonradan öğrendiğimize göre o saatlerde Kapalıçarşı’da kuyumculara “altın operasyonu” yapan polis tüm giriş çıkışları tutmuş. Ohannes çıkışta polis kontrolüne takılmış, polis paketi açmasını söyleyince atıp kaçıyor, o arada kimliğini de düşürüyor.
Sene 1978 sonrası 1979 başı da olabilir.
Güngören Halk Evi’nden elimde kazma-kürek ile yola koyuldum. Caddede yürürken pencereden sarkan tanıdık teyzeler, “kazma küreği köydeki annene babana mı yolluyorsun” diye laf atıyorlar, hemen ardından da ne kadar hayırlı bir evlat olduğumu dile getiriyorlardı. Biraz yürüdükten sonra Çatalca arabasına bindim. Tepecik köyünün tam karşısında araçtan indim. Köye ulaşım yok. Yaklaşık 15-20 dk. yürümek zorunda kaldım. İleride bir köy kahvesi görüp oturdum. Bir çay bir sigara içtikten sonra tekrar yürümeye başladım. Gideceğim inşaat ulaşmak için 30 dk. daha yürüdüm. İnşaatımız AK ÇİMENTO’nun tam karşısındaydı. AK ÇİMENTO’nun filtresiz bacasından çıkan küller Mimar Sinan İlçesini kapladığı gibi rüzgarın yön değiştirmesi ile bulunduğum köyü de kaplıyordu. Bu olay için zamanında bir kampanya yürütmüştük.
Bulunduğumuz inşaata sonunda varabildim. Bu inşaatı matbaa haline getirebilmek için burayı tavuk çiftliğine dönüştürdük. Bunun sebebi ise kamufle olmaktı. Tavuk çiftliğini dikdörtgen şeklinde bir binaya çevirdik. Kümesin olduğu bölümün altını matbaa yaptık. Dışardan bakınca tek katlı olan binamız aslında 2 katlıydı. 2. kat yerin altında ve tam kamufle edilmişti. Oraya ulaşabilmek için kat arasına bir 1 metre uzunluğunda 15 cm kalınlığında beton kapak yaptık. Bu kapağa ulaşabilmek için üstünü temizleyip, üzerini toprak ve gübreler ile kapattık.
İnşaat bittikten sonra binaya elektrik bağlatacağız. Nabi abi ile görüştüm. Nasıl bağlanacağını bana anlattı. Abi ben görünmeyen düşmanla uğraşamam dedim, Nabi Abi alınacak malzemeleri yazdırdıktan sonra, ben gelir bağlarım diyerek konuşmayı bitirdi.
Ben malzemeleri aldım, çiftliğe bıraktım. Daha sonra Nabi abi ile buluşup çiftliğe gittik. Teknik komitede olan Remzi, Nabi Abinin gelmesinden rahatsız oldu. Rahatsız olmasının sebebi ise Nabi abiyi elektrikçi sanmasıydı.
Sonra yanıma gelip gizlice “kim bu” diye sordu. Ben de elektrikçi dedim. “Partili mi” diye tekrar sordu. Ben de, evet parti üyesi dedim. O zaman bir çay koyayım diyerek ayrıldı.
Daha sonradan edindiğimiz bilgiye göre Nabi abi o dönem Türkiye sorumlusu idi ve sonradan TKP Genel Sekreteri oldu.
Remzi, çaylarla yanımıza geldi ve “bugün menü zengin” diyerek gazete kağıdını serip üzerine domates, zeytin, ekmek, peynir koyarak, “bazı günler biri olur diğeri olmaz, bazı günler hiç biri olmaz” dedi ve aslında zorlu süreci tek cümle ile özetledi.
O günün akşamına kadar Nabi abi elektrik işlerini bitirdi. İçeriye de yabancı birilerinden korunmak için bir düğme tasarlandı. Matbaanın yerini teknik komite dışında kimse bilmediği için yabancı kişiler geldiğinde uyarı sinyali vermek için düğme aktif hale getirildi. Düğmeye basıldığı an yer altında bulunan matbaa makinelerinin elektriği de kesilmekteydi.
Bu arada elektriğimiz de kaçak. Neyimiz yasal ki?