Sendikalar Nereye?
“Sendika” kavramının ikibin yıllık bir geçmişi olmasına rağmen (Roma döneminde “Syndicus” bir tür muhtar) çağımızdaki algılanışı oldukça yenidir. Sendikalar sanayi toplumunun çocuklarıdır. Yani, bundan 170 yıl önce feodalizmin içinden çıkan vahşi kapitalizme tepki olarak tarihin sahnesine çıkmışlardır.
Bugün olduğu gibi, ilk oluşum yıllarında da sendikalar, başta emeksermaye çelişkisine dayalı sorunların tamamını kapsayan, daha sonraları sosyal ve siyasal sorunlara da el atan, kısaca yaşamın hemen her alanında işçilerin çıkarlarını koruyan ve geliştiren sürekli birlikler olarak tanınır. Sendikalar; her ne kadar farklı ülkelerde farklı tanımlansa da (örneğin İngiltere’de ‘trade union = emek birliği’, Almanya’da ‘Gewerkschaft’ = üreticiler birliği vb), sendikalar ücret veya maaşa bağlı çalışan işçi ve hizmetlilerin öz örgütleridir. Çok zaman sermaye tarafının da bu kavramı kullandığını görürüz (örn. Türkiye’de sıkça kullanılan ‘İşverenler Sendikası’, Burada kavramın ikisi de yanıltıcıdır: iş-veren, yani üreten, patronlar değil emekçilerdir ve patronların sendikaları değil, Sermaye Birlikleri vardır.) Sendikalar, maddesel ve sosyal anlamda zayıf konumda olanları hedefler. ‘İşveren’ daha doğrusu Sermaye Birlikleri, emek cephesine ait bir kavramı kendilerine de uyarlayarak, korunmaya muhtaç bir hava yaratmak istemekte ve kimi zaman başarılı olmaktadırlar. Sendikalar sadece gelir dağılımında adaleti sağlamakla kalmaz, toplumların demokratikleşmesi için de çaba sarf ederler. Ayrıca sendikalar en belirgin sivil toplum örgütleridir.
Yukarıda kısaca genel bir tanımlamasını yapmaya çalıştığımız sendikalar, günümüzde acaba görevlerini tam olarak yapabiliyorlar mı? Gerçek şu ki, sendikaların en güçlü olduğu sanayi ülkeleri de içinde olmak üzere, bütünleşen ve bir çok bakımdan küçülen dünyanın çok yerinde sendikalar çok yönlü ve sistemli bir saldırı ile karşı karşıya bulunuyorlar. Bu saldırıların en az üç ana tabanı var: 1. Ekonomideki hızlı değişimler, 2. Siyasi bağlılık ve bağımlılıklar, 3. Yönetici kadrolardaki yetersizlik!
Kısaca bu üç noktaya bakalım:
1. Kapitalizm, adeta canlı bir varlık gibi doğuyor, büyüyüp gelişiyor ve hiç durmadan biçim değiştiriyor. Adam Smith, Ford, Keynes modelleri, daha dün gibi hatırlansa da, çok, ama çok gerilerde kaldı. Çağımızdaki teknolojik gelişme kapitalist ve monetarist sistemin kendisini bile çılgına döndürecek bir hızla değişiyor. Dün geçerli sayılan ekonomik ve sosyal yasa ve modellerin bir çoğu ertesi gün geçersiz hale gelebiliyor. Sendikalar bu tür gelişmelere çoğu zaman hazırlıksız yakalanıyor ve etkin çözüm üretmekte zorlanıyorlar. Sendikaların önemli görevlerinden biri olan gelir dağılımında adaleti sağlamak bile kayganlaşıyor. Örneğin, Sendikaların Almanya’da dengelemeye çalıştıkları ücretlerin alım gücü oldukça gerilerde kalmış ve son yıllarda yoksulluk gözle görülür bir biçimde artmıştır. İş saatlerinin dağılımda da gereken adalet yerini bulmamış, işsizler ordusu büyümüştür. Taşeron ve fason işçiliğin artması, esasında işsizliğin yoğun bir biçimde artığını göstermekte, ancak Merkel’in Federal Koalisyon Hükümeti, ağırlıkla sermayenin temsilcisi olarak, bu gerçeği gayet güzel makyajlamaktadır.
2. Hangi temsil modeli olursa olsun -ki dünyada en az dört sendikal temsil modeli bulunmakta- sendikaların hemen hepsi, parlamentolarda temsil edilmek ve yasama, yürütme ve yargı organlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek istiyor. Bu ise çoğu zaman sendikaların kendilerine yakın bulduğu siyasi partiler ile mümkün. Emek cephesinin taleplerinin parlamentolarda yankı bulması ve gerçekleştirilmesi elbette meşru bir faaliyettir. Sendikalar, bunun için pek tabiki demokratik siyasi partilerden yararlanırlar. Fakat, herhangi bir sendika ile bir siyasi partinin organik ilişkileri seçilmez hale gelirse, işte o zaman er veya geç Sendika-Siyasi Parti ilişkisi bir tür bağımlılığa dönüşebiliyor. Ve böylece sendikalar, kaderlerini bir siyasi partinin kaderine bağlayıp, onunla dirilip, onunla ölebiliyorlar. Esasında bir sendikanın temel ilkesi tam bağımsızlık olmalıdır. Kendi çıkarlarını temsil eden siyasi partiler ile birlikte çalışmak, fakat partilerüstü bir statüye sahip olmak hele de günümüzde gittikçe artan bir önem arz ediyor.
3. Sendikaları bir tür basamak olarak kullanarak kendine siyasi arenada yer arayan ve bulan sendikacı sayısı az değildir. Sendikacılıktan bakanlığa terfi ettirilen ve daha yeni görevine başlar başlamaz işçilerin çıkarlarını inkar eden “zübük” tipi sendikacılar da her zaman var olmuştur, korkarız gelecekte de var olacaktır. Esasında, temel ilke olarak sendikaların ve sendikacıların görevi, siyasetin parçası olmak değil, onu kontrol etmek olmalıdır. Yönetimi ele geçiren birçok sendikacının da kişisel ihtirasları, grup ve aile çıkarları, siyasi görüşünü paylaştığı örgütler için sendikal olanakları kayıtsız şartsız ve kontrolsüz kullanması, bilgi ve deneyimdeki yetersizlikler de bunlara eklenirse, sendika kurullarının dikkat etmesi gereken konular fazlalaşır.
Kaldı ki, anılan yoğun değişimlerin içinde değişmeyen tek şey kapitalizmin işçi sınıfına bakışıdır: Kapitalizmin güncel tanımı olan Neo-Liberalizm de emekçi kesime önce “işgücü” sıfatıyla bakar. İşgücü ise, bilineceği üzere, insanın somut hali değil, soyut halidir. Herşeyin dijitalleştirildiği, sanallaştırıldığı, soyutlaştırıldığı ve kimi ülkelerde dinsel öğretilerle zehirlendiği bir dünyada sendikalar yeni bir dönem noktasına gelmiş bulunuyorlar: Bu değişimlere geleneksel sendikacılık çoğu zaman tek başına cevap veremeyecek konumdadır, çünkü çok uluslu şirketler, aynı sömürü mantığıyla ve paralel olarak dünyanın her yerinde üretim yaptırıyor veya sermaye akımını sağlıyorlar. Bu nedenle sendikalar evrensel düşünmek, ama yerel hareket etmek zorundadırlar. En azından diğer ülkelerin içindeki gelişmeler hakkında karşılıklı bilgi alışverişini gerçekleştirmek ve olanaklar dahilinde enternasyonal dayanışma içinde olmak, kimi zaman var olmak ile yok olmak ile eşdeğer hale gelmektedir.
(* F.Alman Metal işçileri Sendikası, İGMetall Sekreterliğinden emekli sendikacı)