AB Emperyalizminin* “Yeni Güvenlik Stratejisi”

AB Emperyalizminin* “Yeni Güvenlik Stratejisi”

2015 Haziran sonunda yapılacak olan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, “Avrupa Güvenlik Stratejisi” (AGS) olarak nitelendirilen militarist dönüşümü gündemine alacak. Brüksel’den gelen haberlere göre, AB Dış ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini zirveye “Değişen stratejik durum karşısında dış ve güvenlik politikaları aktörü olarak AB” başlıklı bir rapor sunacak ve 2003’den bu yana yürürlükte olan AGS’nin “yenilenmesi” için bir “tartışma sürecinin” karar altına alınmasını talep edecek.

AB emperyalizmi, 2003’deki Irak savaşı nedeniyle AB üyesi ülkeler arasında faklı yaklaşımların baş göstermesi üzerine dönemin AB Dış ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Javier Solana’yı “ortak dış ve güvenlik politikalarını teşvik eden bir strateji belgesi” hazırlamakla görevlendirmişti. Solana, yardımcısı Robert Cooper ile birlikte, Cooper’in “iyi huylu emperyalizm belgesi” diye nitelendirdiği AGS’ni kaleme almış ve belge 12 Aralık 2003’de kabul edilmişti. Strateji belgesinde AB’nin, “zorunlu bir küresel aktör olarak küresel sorumluluk alması” gerekli görülüyor ve Avrupa’nın “güvenliğine” yönelik temel tehditler olarak “uluslararası terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel ihtilaflar, çözülen devletler ve organize suçlar” sıralanıyordu.

2000 yılında kabul edilen AB Lizbon Stratejisiyle bağlantılı olarak AGS ile AB’nin militarist dönüşümü hızlandırıldı, AB üyesi ülkelere silahlanma zorunluluğu getirildi, “Ortak AB Müdahale Birlikleri” oluşturuldu ve çeşitli bölgesel ihtilaflara olan AB müdahaleleri yoğunlaştırıldı. Bu bağlamda 2008’de yapılan bir zirvede stratejinin temel çizgileri genişletildi, ama artık 28 üye ülkeye sahip olan AB’nin, bilhassa ABD emperyalizmi ile olan ilişkiler nedeniyle, üyeleri arasında baş gösteren çelişkiler köklü bir revizyon yapılmasını engelledi.

“Süper güç olma bilinci”

Son yıllardaki küresel gelişmeler, özellikle 2008-2009 küresel krizinden sonra ABD emperyalizminin stratejik yönelimlerinde gerçekleştirdiği değişimler, 2011’de Arap dünyasında meydana gelen devinimler ve nitekim ABD’nin Pasifik stratejisi, AB emperyalizminin yeni bir konumlanışa gitme zorunluluğunu getirdi. Avrupa’daki burjuva medyasında 2010’dan bu yana yürütülen tartışmalar, AGS revizyonunu haber veriyordu. 2015 Şubat’ında Münih’te yapılan “Güvenlik Konferansında” gerek Almanya, gerekse de AB temsilcilerinin yaptıkları ve “yeni sorumluluk” tanımını bolca kullandıkları konuşmalar, değişim işaretlerini vermekteydi.

Münih’te konuşan Mogherini, “AB’nin temel dış politik hedefi, güncel küresel kaostan, yeni, barışçıl bir dünya düzenine geçiştir” diyerek, AB’nin oynayacağı rolün genel hatlarını çiziyor ve AB üyesi ülkelere, “Avrupa henüz süper güç olduğunun bilincine yeterince varamadı” eleştirisini yöneltiyordu. Konferansa katılan uluslararası silah tekellerinin temsilcileri, Mogherini ve Alman Cumhurbaşkanı Gauck’un konuşmalarından duydukları memnuniyeti, “daha fazla bağlantılı, daha fazla ihtilaflı ve daha fazla kompleks olan günümüz dünyasında AB’nin artan önemine” vurgu yaparak gösteriyorlardı.

Mogherini’nin özel danışmanı Nathalie Tocci’nin 2015 Nisan’ında basına verdiği bir demeç, AGS’nin hangi alanlara öncelik tanıyarak revize edileceğini gösteriyor: “Küresel krizler ve tehditler karşısında” AB’nin daha aktif rol üstlenmesi gerektiğini vurgulayan Tocci, AB’nin “a) Balkanlara ve Türkiye’ye daha güçlü angajman göstermesi, b) Avrupa’daki savaş sonrası düzeni koruması ve geliştirmesi, c) Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki krizlere müdahale etmesi, d) Afrika ile ilişkileri geliştirmesi, e) Transatlantik partnerlik ile AB-NATO işbirliğinin güçlendirilmesi ve f) Asya ile daha sıkı ilişkilere girmesi ve bununla bağlantılı olarak, çok yanlı kurumlar sisteminin yenilenmesini sağlaması gerektiğini” belirtiyordu.

Öncelik tanınan bu alanlar, AB emperyalizminin, ABD emperyalizmi ile olan stratejik işbirliğini derinleştirerek, dünyanın hangi bölgelerinde, hangi rolleri üstleneceğini göstermektedir. Üstlenilecek olan bu rolleri analiz edebilmek için, önce AB’nin dünyada hangi “nitel değişimleri” ele aldığına bakmak gerekiyor.

“Stratejik önemdeki nitel değişimler”

AB, AGS’nin revizyonunu gerekli kılan ve stratejik önem taşıyan “yedi nitel değişim” tanımlıyor. Buna göre:

Birincisi, Rusya’nın “AB ve NATO işbirliği ve bütünleşme stratejisi önünde bir engel” teşkil etmesidir. Kırım’ın Rusya’ya katılması ve Rusya’nın Doğu Ukrayna’da askeri ihtilaftan kaçınmayarak, “etkinlik alanını” gerektiğinde askeri araçlarla korumaya hazır olduğunu göstermesi, uzun vadeli planları boşa çıkaracak bir gelişme olarak değerlendirilmekte. Ayrıca Suriye, Irak ve Libya’da “kontrol dışına” çıkan terrorist unsurların ve bunları destekleyen ülkelerin “istikrar tehdidine” dönüştükleri görülüyor.

İkincisi, farklı krizlerin eşzamanlılığının yarattığı çelişkilerin varlığıdır. Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya yaptırım uygulayan AB, diğer tarafta İran ile yürütülen nükleer program müzakerelerinde Rusya’nın yardımına gereksinim duymakta. Aynı şekilde, AB bir tarafta Suriye hükümetini tanımazken, diğer tarafta da Esad rejiminin DAİŞ’e karşı mücadelede daha fazla rol üstlenmesini istiyor. Rusya’ya olan doğal gaz bağımlılığı ile birlikte bu durum, çözümü zor olan çelişkileri sertleştiriyor.

Üçüncüsü, ABD emperyalizminin stratejik önceliğini Pasifik bölgesine kaydırmasıdır. ABD’nin bu yönelimi ve belirli bölgelerdeki askeri angajmanını azaltması, AB’nin “yeni sorumluluklar” almasını zorunlu kılıyor. Bunun bir örneğini Ukrayna’da görmek olanaklı: Bilindiği gibi ABD Ukrayna müzakerelerindeki öncü rolü Almanya ve Fransa’ya bıraktı.

Dördüncüsü, BM Şartı’nın giderek daha çok ekarte edilmesi ve bu bağlamda, belirli ülkelerin uluslararası kurumların dışında “koalisyonlar” oluşturarak, askeri müdahalelerde bulunmalarının artması (Suudi Arabistan’ın daha önce Bahreyn’e ve en son Körfez ülkeleriyle birlikte Yemen’e müdahalesi veya DAİŞ’e karşı oluşturulan koalisyon gibi). Bu gelişme NATO’nun münferit olarak üye devletleri veya başka müttefikleri “taşeron” olarak görevlendiren yeni stratejisiyle doğrudan bağlantılıdır. Ancak aynı zamanda Avrupa Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının mekanizmalarını zayıflattığından, çözülmesi gereken bir sorun olarak değerlendirilmektedir.

Beşincisi, Almanya öncülüğünde geliştirilen “AB Stratejik Ortaklık” politikalarının boşa çıkmasıdır. Başta Çin olmak üzere BRICS olarak adlandırılan ülkelerin küresel ilişkilerde etkinlikleri artan “yeni aktörler” hâline gelmeleri, AB emperyalizminin hedeflerine ulaşabilmek için yeni uluslararası kurumlarla işbirliğine girmesini zorunlu kılıyor. Ancak AB’nin mali enstrümanlarının sınırlılığı küresel öncü güç olmasını engellediğinden, “yeni aktörlerle” kurulan ilişkilerde taviz vermek zorunda kalması bir sorun olarak görülüyor.

Altıncısı, AB’nin “Başarı Modeli” olarak çekiciliğini kaybetmesidir. Avrupa’yı vuran mali ve borç krizi, AB’nin Almanya’nın iç pazarına dönüşmesi, AB bütünleşme sürecinin kimi üye ülkelerin burjuvazileri tarafından çıkarlarını tehdit eden unsur olarak algılanması AB’nin ulus devlet üstü düzen koruma kurumu olarak meşruiyetinin sorgulanmasına yol açıyor. Bu durum ve Çekirdek Avrupa’nın belirleyiciliği hem AB içerisindeki bağlılığı zayıflatıyor, hem de Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, alternatif ekonomi sistemlerinin AB modeli karşısındaki çekiciliğini artırıyor.

Ama, yedincisi, tüm bunlara rağmen, ulus devletlerin tek başlarına uluslararası siyaseti belirlemede giderek yetersiz kalmalarıdır. Bu gerçek sadece AB üyesi küçük devletler için değil, yalnız başına davrandıklarında Almanya, Britanya ve Fransa için de aynen geçerlidir. “Enerji güvenliği” kisvesi altında küresel enerji kaynaklarının sömürülmesi, nakliyat yollarının kontrol altında tutulması, emperyalist güçler lehine olan dünya düzeninin güvence altına alınması ve emperyalizme stratejik rakip olabilecek güçlerin geri püskürtülmesi zorunluluğu, emperyalist güçleri, tüm çelişkilerine rağmen, daha sıkı siyasi, iktisadi ve askeri işbirliğini aramaya teşvik etmektedir.

“Küresel düzen gücü”

AB’nin, ama bilhassa Almanya’nın ihracat gücü ile küresel ekonomideki etkinliğinin bu denli arttığı, aynı zamanda bununla bağlantılı olarak dünyanın farklı bölgelerindeki ihtilaflar ile iklim değişikliği, kitlesel göç hareketleri ve kaynakların sınırlılığı gibi küresel gelişmelerden doğrudan etkileniyor olması, AB’nin “küresel düzen gücü” hâline dönüştürülmesinin gerekçesi olarak gösterilmektedir.

Ancak AB üyesi ülkelerin askeri yeteneklerinin yetersiz olması ve AB kurumları içerisindeki karar alma mekanizmalarının ağır işlemesi, bu dönüşümü engelleyen sorunlar olarak algılanmakta. Bu nedenle bir tarafta AGS revizyonu ile AB’nin ve üye ülkelerin silahlanmaya ağırlık vererek “askeri yetilerin artırılması”, diğer tarafta da AB kurumlarının parlamenter kontrol olanakları azaltılarak, “hızlı ve etkin karar alma mekanizmalarının oluşturulması” planlanıyor.

Şansölye Merkel bu dönüşümün zorunluluğunu şöyle gerekçelendiriyor: “Stratejik partnerimiz ABD’nin angajmanını yeni bölgelere yoğunlaştırabilmesi için AB’nin Afrika’da, Orta Doğu’da ve Doğu Avrupa’da düzen koruyucu sorumluluklar üstlenmesi gerekmektedir. Ancak AB’nin bunu yapabilmesi için, hedefler ve uygulanacak tedbirlerde hem fikir olduğu siyasi partnerlere, en başta ABD’ye gereksinim duymaktadır”.

2014’deki ve hâlen süren ihtilaflara bakıldığında, AB’nin tek başına yeterli olamadığı görülür. Gerek İsrail ve İran arasındaki ve muhtemelen Suudi Arabistan’ın da katılmak üzere olduğu nükleer yarışta, gerek Kuzey Afrika’dan gelen göçmen ve mülteci akını karşısında, gerekse de Doğu Avrupa ülkelerinin “güvenlik gereksinimlerinin” karşılanmasında ABD’nin desteğini alamayan bir AB “yetersiz” kalacaktır. Bu nedenle AB-ABD arasındaki, ABD’nin Pasifik’e, AB’nin ise Afrika, Orta Doğu ve Doğu Avrupa’ya yoğunlaşmalarını öngören “görev dağılımı”, AB-ABD-NATO işbirliğinin derinleştirilmesini zorunlu kılmaktadır.

İç güvenlik tedbirleriyle otoriterizme

AGS revizyonunun mimarları, AGS ve derinleştirilmiş AB-ABD-NATO işbirliği sayesinde iç güvenlik alanında da “askeri, sivil ve polisiye tedbirlerin ortak siyasi çatı altına sokulması için yeni olanaklar” yarattığını vurguluyorlar. Alman “Siyaset ve Bilim Vakfı” bu “olanakların” hangi alanlarda kullanılabileceğini şöyle açıklıyor: “21. Yüzyıl’da ağlarla birbirine bağlanmış olan dünyada devlet, kritik altyapılar, iç Pazar ve transatlantik iktisat alanı bilişim ve iletişim teknolojilerinin güvenilir bir biçimde işlemesine bağımlıdırlar. Siber güvenliğin sağlanması devlet, ekonomi ve toplumun ortak merkezi görevidir. Öncelikle savunma sanayiinin, dijital iç pazardaki güvenlik ekonomisinin ve geleceğin Transatlantik Serbest Ticaret ve Yatırım Ortaklığının araştırma ve geliştirme görevidir. (...) AB bu bağlamda BM’i hibrid [melez] savaş yönetimi için uluslararası hukuk temelini yaratmaya zorlamalı, NATO ile işbirliğinde ortak tehditlere yönelmeli ve bunu diğer uluslararası örgütlerle olan işbirliğinde bir model olarak kullanmalıdır. (...) AB ve NATO içinde gizli servislerin bilgi alışverişi yoğunlaştırılmalı ve bu yeni bir meşruiyet zeminine oturtulmalıdır.”

Bu kadar uzun alıntı yapmamızın nedeni, tehdit gerekçesiyle haber alma ve internet özgürlüklerine yönelik kısıtlamaların ve iç güvenlik kisvesi altına demokratik hakların nasıl budanacağının bu kadar açık yazılmış olmasıdır. Emperyalist güçler, dış ve güvenlik politikaları olarak adlandırılan saldırganlıklarının burjuva demokrasilerine ve kapitalist toplumlardaki kamuoyu görüşüne ne denli bağlı olduğunu iyi biliyorlar. Bu nedenle “demokrasinin” ve kamuoyunun daha sıkı kontrol altına alınmasını sağlamak istiyorlar. AGS bu çerçevede “iç ve dış güvenliğin bütünselliğini” sağlayarak, burjuva demokrasisinin içinin oyulması ve özgürlüklerin kısıtlanması için etkin bir araç işlevini görecek.

Antiemperyalist mücadelenin önemi

AB emperyalizmi, her ne kadar ABD gibi güçlü askeri yetilere sahip olmasa da, askeri-sınai kompleksin gelişmişliği ve yüksek teknolojili silahlar üretme olanaklarıyla, AB-ABD-NATO işbirliğinin önemli bir aktörü oldu. Aynı şekilde ulus devletler üstü bir yapı olarak, dünya çapında gerçekleştirilen ve gerçekleştirilecek olan emperyalist müdahale savaşlarına ve işgallere “ulusal çıkar gözetilmiyor” kisvesini takabilecek. AB bununla birlikte “sivil kriz yönetimi unsurlarıyla” savaş öncesi ve işgal dönemlerinde dünya kamuoyunu daha kolay manipüle edebilecek.

Hazırlanan AGS revizyonu AB ve ABD arasındaki “güvenlik stratejileri işbirliğini” kurumsallaştırarak, emperyalist güçler arasındaki çıkar çelişkilerinin törpülenmesine ve “adil görev dağılımının” sağlanmasına yol açacak. Transatlantik paylaşım ortaklığının kurumsal çerçeveye oturtulması ve AB içerisindeki demokratik kontrol mekanizmalarının zayıflatılmasıyla, savaşlar için “etkin ve hızlı karar alma olanakları” yaratılacak. Revizyon ile AB üyesi küçük ülkelerin Çekirdek Avrupa ülkelerine bağımlılığı artacak, ulusal parlamentoların hükümranlık hakları azaltılarak, demokratik meşruiyeti olmayan komisyon ve kurumların yaşamsal kararları tek başlarına almaları olanaklı hâle getirilecek.

Kısacası, AB Avrupa’yı içi boşaltılmış burjuva demokrasileri, “güvenlik” gerekçesiyle ortadan kaldırılan özgürlükleri, otoriterizmi, gelişmiş askeri-sınai kompleksinin siyasi karar merkezine dönüşmesi ve artan militarizmi ile dünya emperyalist-kapitalist sisteminin ana aktörlerinden birisi olmaya hazırlıyor. AB emperyalizminin “yeni güvenlik stratejisi” bu hazırlığın ne denli rafine bir biçimde yürütüldüğünü kanıtlıyor.

1989 karşıdevriminin önemi işte şimdi ortaya çıkıyor. Yeni bir tip emperyalist saldırganlık dönemini açan 1989 karşıdevrimi olmaksızın AB’nin işbirliği kurumu niteliğini kaybederek, Alman emperyalizminin öncülük ettiği bir hegemonya düzenine dönüşmesi olanaklı olamazdı.

Bu gelişme Avrupa işçi sınıfı hareketlerine, Avrupalı sosyalistlere, devrimcidemokrat kesimlere, ama öncelikle ve özellikle Avrupa’daki Komünist Partilerine önemli görevler yüklüyor. Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi, sol-liberal anlayışlarla dayatmaları törpülemeye çalışılarak, AB ve NATO’da kalmaya devam ederek emperyalizm zayıflatılamıyor. Sonuçta antiemperyalist mücadelenin somut siyasete dönüşmesi kendisini dayatıyor. Avrupa’daki Komünist Partileri, bilhassa Alman Komünist Partisi, örgütsellik ve toplumsal dayanak açısından, yani niceliksel olarak ne kadar zayıf olurlarsa olsunlar, niteliksel anlamda antiemperyalist mücadelenin öncü gücü olma görevini üstlenmek zorundadırlar. Çünkü antiemperyalist mücadelenin ana sütunu, asıl düşmana, yani kendi ülkesindeki burjuvaziye karşı verilecek olan sınıf savaşımıdır. Çünkü AB ülkelerindeki burjuvazilerin alacakları her darbe, atacakları her geri adım, dünya çapındaki antiemperyalist ve antikapitalist mücadeleyi kolaylaştıracak, güç katacaktır. Çünkü emperyalizm ancak sınıf savaşımı ile geri püskürtülebilecektir. Sınıf savaşımını yürütebilecek olan yegane güç ise Komünist Partileridir. Avrupa’da ve dünyanın her yerinde! Komünist Partilerin bu mücadelede niteliksel olarak üstlenecekleri rol onların niceliksel olarak gelişimine de ivme kazandıracaktır.

AB emperyalizmi örneğinde görüldüğü gibi, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin asgariye indirilme adımları, ulusal çapta sınıf mücadelesinin yükseltilmesinin önemini hiç bir şekilde azaltmıyor. Ama aynı şekilde işçi sınıfının uluslararası alanda mücadelesini güçlendirme zorunluluğunu da dayatıyor. Emperyalist saldırganlığın ve kapitalist sömürünün bugün geldiği aşama, Komünist Enternasyonal tarzı uluslararası bir merkezin örgütlenmesini gerektirmektedir. Örgütsel anlamda yaşama geçirilecek olan “Bütün ülkelerin Proleterleri Birleşiniz!” belgisi, günümüz emperyalizmine verilecek en anlamlı yanıt olacaktır.

* Bu tanımdan kastımız, “Çekirdek Avrupa” olarak adlandırılan Almanya ve Fransa başta olmak üzere Benelüx ülkeleri, Britanya ve İtalya’nın, Almanya öncülüğünde oluşturdukları emperyalist cephedir. AB, aralarındaki çelişkileri asgariye indiren emperyalist güçlerin kurumsal çatısı olarak görev yapmaktadır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler