Adalet Yürüyüşü ve Ortak Mücadele
Türkiye bir yıla yaklaşan, dün de mecliste kabul edilen OHAL rejimi altında, hukukun tümüyle ayaklar altına alındığı bir süreçten geçiyor. Meclisin içi boşaltılmış bir kabuğa dönüştürüldüğü, yasama, yürütme ve yargının bütün iplerinin fiilen tek kişinin elinde toplandığı bu süreçte adaletin, hak ve özgürlüklerin kalan kırıntıları da yok edildi. 180 binden fazla kamu çalışanının KHK’larla sorgusuz sualsiz işten atıldığı, pasaportlarına el koyulduğu, meslekten ihraç edildiği ve kara listeye alınıp işsizliğe mahkûm edildiği bir düzen yaşanıyor. Düzmece iddialarla suç isnat edilip tutuklanan on binlerce insan, hapishanelerde de en temel haklarından yoksun bırakılıyor. HDP’nin Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da dâhil olmak üzere 13 milletvekili Kasım ayından bu yana tutuklu.
Sayıları her gün daha da kabaran 200 den fazla gazeteci tutuklu ve haklarındaki suçlamalar hukuk literatürüne geçecek türden. Bunun son örneklerinden biriyse CHP milletvekili Enis Berberoğlu’na MİT TIR’larıyla ilgili davada 25 yıl hapis cezası verilmesi oldu. Berberoğlu tutuklanarak İstanbul Maltepe Cezaevine gönderilirken, CHP bu kararı “faşizmin bir hareketi” olarak niteledi ve Kılıçdaroğlu Ankara’dan İstanbul’a “adalet” talebiyle bir yürüyüş başlattı.
15 Haziran’da başlatılan yürüyüş, aydınların, sanatçıların, demokratik kitle örgütlerinin, adaletsizliğe uğrayan işçilerin, emekçilerin ve çeşitli görüşten insanların, tüm demokrasi güçleri ve sosyalist örgütlerin desteğiyle ilgi odağı haline geldi. Çeşitli kentlerde yapılan “adalet” eylemleriyle de desteklenen bu yürüyüşün gerek içeride gerekse dışarıda gündem haline gelmesinden rahatsız olan Erdoğan ve AKP hükümeti, MHP ile işbirliği içinde hayli ürktükleri bu eylemi karalayarak itibarsızlaştırmaya çalıştılar. 15 Temmuz’un yıldönümü yaklaşırken tüm hazırlıklarını onu yeni rejimin kurtuluş günü olarak tarihe geçirmek doğrultusunda ilerleten iktidar güçleri, gündemin CHP tarafından değiştirilmesini ve sözde demokrasi bayramının fiyakasının adaletsizlik, hukuksuzluk ve kontrollü darbe suçlamalarının gölgesi altında kalmasını da istemiyorlardı. Eyleme polis müdahalesinin onu daha da güçlendirmesinden ve dış tepkileri arttırmasından çekinen hükümet, herhangi bir müdahaleden korktu, bu yoldan uzak durdu. Bunun yerine, karalama kampanyalarıyla, iftiralarla ve tehditlerle bir gözden düşürme ve kriminalize etme operasyonu yürüttü. Hem de çifte standart ve ikiyüzlülük doruğa çıkartıldı.
Kılıçdaroğlu’na ve yürüyüşe katılanlara yönelik suçlamaların en hafifi kendilerine gore terörstlerle, Kürtlerle işbirliği yapması, birlikte yürümesidir. Havuz medyası bu operasyona, “yürüyüşün arkasında FETÖ var, PKK var, ikinci Gezi planı!” manşetleriyle eşlik etti. Bir bakan, “biz bu yolları teröristler yürüsün diye yapmadık” diyerek yürüyenleri terörist ilan ediyor. Erdoğan’sa daha da ileri gidiyor ve bu yürüyüşü darbe girişimi olarak nitelendirip, buna izin vermeyiz diyerek tehditler savuruyordu. Günümüz Türkiyesi’nde moda oldu, Doğu’da PKK’li , Batı’daki metropollerde FETÖ’cü suçlaması yapılıp, binlerce suçsuz insanın gözaltına veya tutuklanmasına neden olunuyor. HDP’yi kast etmiyorum bile, sıradanlaştı artık, günde 30 veya 40 HDP’li tutuklanıp cezaevine gönderiliyor, hükümet tarafından parti kapatılmıyor imajı verilip, ama sersem tavuk haline getirilmiş durumda, gözleri oyulmuş, bacakları ve kolları kesilmiş sadece başı kalmış bir parti konumunda.
Görüldüğü gibi, en ufak muhalefete bile tahammül edemeyenler demokratik hakları lüks olarak nitelendiriyorlar. Aslında pasif bir yürüyüş eylemi organize edenler ve buna katılanlarla, F-16’larla, tanklarla, toplarla saldıranların aynı kefeye konması bile Erdoğan rejiminin demokrasi ve adalet anlayışını yeterince açık bir şekilde sergilemektedir. Ne de olsa ideolojik halay çekmenin, puşi bağlamanın, bazı renkleri taşımanın resmen terörden sayıldığı bir özgürlükler ülkesinde yaşıyoruz.
Erdoğan’a gore, “yapılan yürüyüşe göz yumulması“nı hükümetimizin bir inceliği, hatta hükmetimizin bir hoşgörüsü olarak değerlendirmek gerekiyor. Pek demokratik olan ülkemizi “özgürlüklerin olmadığı bir ülke havasında yansıtma gayreti içerisine girmekse kimseye bir şey kazandırmazmış”, ülkemiz zaten dünyadan Avrupa’dan izole olmuş kopmuş durumda, farkında değiller, dünyada tek bir veya iki dostu kalmış; Katar… Dikta rejimleri altında hukuki sayılan şey, malûm olduğu üzere, diktatörlüğün yap dediğini yapmak, yapma dediğini yapmamaktır. Özgürlüğün sınırları da onun iki dudağı arasından çıkanların kâğıda döküldüğü kararnamelerle belirlenir. O isterse yaparsın, istemezse yapamazsın.
Bu arada çifte standartta da had-hudut tanınmamaktadır. Mısır’da Müslüman Kardeşler sokağa döküldüğünde bunu demokratik hak ve adalet arayışı olarak alkışlayan, dahası onların sembolü “Rabia”yı kendi sembolü haline getirenler, şimdi “adalet sokakta değil Mecliste, mahkemede aranır” demektedirler. 15 Temmuz sonrasında kitleleri gece gündüz sokakta tutmak için tüm kamu kaynaklarını seferber edenler, memleketin tüm yasaklı meydanlarını ağzına kadar açıp insanları haftalarca orada yatırıp kaldıranlar, şimdi sokakları yasak ilan etmektedirler. Çünkü ayyuka çıkan adaletsizliğe, haksızlığa, hukuksuzluğa yönelik toplumsal tepkinin, 16 Nisan referandumunda da açığa çıktığı gibi büyüyüp birikmesinden ve sokağa taşmasından korkuyorlar. Bu yüzden de muhalefetin, içi boşatılmış ve işlevsiz hale getirilmiş bir parlamentoya hapsolmasını istemektedirler. Parlamento da yok zaten.
Bu arada, hükümet kanadının “Adalet Yürüyüşü”ne dair yaptıkları açıklamalar ve yandaş medyanın ipinden boşalmış yalanlar eşliğinde sürdürdüğü karalama kampanyası ile, yürüyüşü her türlü saldırıya açık hale getirdiler. İktidar, yürüyüşü kontrol altında tutmaya ve ona karşı söylemlerle kendi tabanını kontrol etmeye çalıştı. Eğer yürüyüş, iktidarın kendi kafasında çizdiği sınırların ötesine geçer ve sarsıcı bir boyuta ulaşırsa, o zaman gerek elindeki devlet güçleriyle gerekse de paramiliter oluşumları aracılığıyla onu ezmeye çalışacaklardı ama gerçekten sol ve demokrasi güçleri de örgütlüydüler. TKP’nin son dönemde mahalle meclisleri biçiminde örgütlenmeye ağırlık vermesi adalet yürüyüşünde gerçek anlamda hayat buldu, doğrulandı, kitlelerce sahiplendi. Yığınlar en doğru örgütlenme biçiminin meclisler düzeyinde çalışmaktan geçtiğini anladılar ve kanıtlandı ki Kürtler arasında da en doğru örgütlenme biçimi meclislerin sokağın, mahallenin, ilçenin, köyün, şehirlerin meclislerinin örgütlenmesinden geçtiğini kavradılar.
İktidarın gayri resmi veya açık koalisyon ortakları MHP ve Vatan Partisi’nin de yürüyüşü karalamakta AKP’den geri kalmadığını belirtmek gerek. Özellikle Perinçek’in açıklamaları tam anlamıyla ibretliktir. Yargının altın devrini yaşadığını söyleyen Perinçek, “cezaevindekilerin tamamı PKK’lı ya da FETÖ’cü. Haksızlığa uğrayan kişiler yoktur. Şu an yargı tarafsız ve ‘Ak Parti’nin yargısı’ tartışmaları yersiz. Hâkimler ve savcılar cumhuriyetin hâkimleri ve savcılarıdır” diyordu. KHK’larla üniversitelerden atılanların terör örgütü üyesi oldukları ya da yetersiz oldukları için atıldıklarını söylüyor. Ona bunları söyleten kuşkusuz, içerden çıkarken yapılan pazarlıkların yanı sıra Kürt halkına olan azgın düşmanlığıdır. Sonuçta AKP, Kürt düşmanlığını merkezine oturtan bir siyaset sayesinde MHP ve Vatan Partisi’yle yekvücut olmuş durumdadır. Bu durum, aslında söz konusu faşist ittifak karşısında örülecek ortak ve birlikte mücadelenin ırkçı kafatasçı şoven faşist yapılanmaya karşı güç ve eylem birliğiyle karşı koymak geriletmek gerektiğini de göstermektedir. AKP’nin bu denli ileri gidebilmesinin en temel belirleyeni, içinden geçilen dönemde sosyalist hareketin ve demokratik bir sol muhalefetin dağınık ve buna bağlı olarak güçsüz durumda olmasıdır. Diğer bir faktörse, CHP’nin Kürt sorununa yaklaşımda AKP’den bir adım ilerde olmaması, hatta yer yer onun bile gerisine düşmesidir.
Bugün Berberoğlu’nun tutuklanmasını “faşizm” olarak niteleyen CHP’nin, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması sürecinde takındığı tutum tarihe geçecek nitelikte, ibretlik bir tutumdur. CHP şu ana dek yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla, soldan gelen tüm eleştirileri fazlasıyla hak eden ırkçı şoven bir partidir kuşkusuz. Yenikapı’da ve ardından pek çok kritik noktada Erdoğan rejimine koltuk değnekliği yapan, AKP’nin suçlamalarına konu olmamak için her türlü geri adımı atan, savaş politikalarına açık destek veren, Kürtler katledilirken, tüm belediyeleri elinden alınırken belediye başkanları tutuklanırken, kürtlerin tüm değerleri, dili, tarihi, geçmiş ve geleceği yok edilirken, AKP Genel Başkanı’yla Gabar’da Cudi’de beraberdiler; barış akademisyenleri işten atılıp tutuklanırken, hukukun ırzına geçilirken “susmuş” konumda olan CHP’nin ve Enis Berberoğlu’nun, bizzat bu tutumlarıyla faşizmin ilerleyişinin önünü açtığı da yadsınamaz bir gerçekliktir.
Nitekim CHP yönetiminin bu ikircikli ve korkak tutumunun Türkiye siyasetinde nelere yol açtığını aynı parti içinde de görenler var ve bunlar şimdi seslerini yükseltmek zorunda kalıyorlar: “Bu yürüyüş referandum gecesi olsaydı muhtemeldir ki bambaşka bir Türkiye olurdu. O gece insanlar barışçıl taleplerle yani referandum üzerindeki şaibelerin giderilmesi için sokağa çıkmış olsalardı -sokak derken belirtmek zorundayım asla kırıp dökmek anlamında, silahlı mücadele biçiminde değil, barışçıl biçimde sokağa çıkmak anlamında- muhtemeldir ki, YSK bu kadar pervasız, bu kadar hukuksuz bir karar veremeyecekti. Sonrasındaki karar ne olursa olsun AKP bu kadar rahat davranamayacaktı.” Referandum gecesi iktidarın silahlı kişiler varsa bile çıkılmalıydı, çünkü eğer siz bundan sonra Türkiye’nin bir diktatörlüğe gittiğini iddia ediyorsanız, bu kadar ağır bir teşhis karşısında geliştireceğiniz eylemlerin de vereceğiniz reaksiyonların da bununla uyumlu ve eş değer ağırlıklı olması lazım. “Sokakta silahlı kişiler var” deyip, evinizden dışarı çıkmazsanız bu korku sizi esir alır, korku reel düşünmenin önünde en büyük engeldir, korku insanı, insanları sağlıklı düşünmekten alıkoyar, düşünemez bu nedenle… İlk önce korkuyu yeneceğiz, nasıl? kendimizi eğiterek eğitimden geçirerek, yeni örgütlenme biçimlerini bularak korkuyu yeneceğiz.
Artık metropolde yaşayan tüm kesimler, halklar şunun bilincine vardılar, Türkiye işçi sınıfı demokrasi güçleri genel anlamda sol, tek başına hiç bir şey yapamayacaklarını anladılar, kavradılar, bunu bilincine vardılar, kürtler, KÖH de artık tek başına sorunların çözümünün çok zor olduğunu kavramışdır. Yörede bulunmam nedeniyle halkın tepkisi artık Türkiye halklarının, işçi emekçilerin demokrasi güçlerinin desteği olmadan sorunlarının çözülemeyeceği, AKP iktidarının alaşağı edilemiyeceğini birlikte ortak mücadele olmadan dürüstçe ortak mücadele olmadan faşizmin yıkılmayacağını, demokratik bir toplumun, cumhuriyetin kurulamayacağını biliyorlar. Meclislerin oluşumunun en geçerli örgütlenme biçimi olduğunu biliyorlar ve savunuyorlar. Demokratik talepler isteniyorsa bununun için mücadele ediliyorsa, demokratik siyaset yapılacaksa silahlı mücadele döneminin bitmesi gerektiğini ve bunun koşullarının yaratılması gerektiğini, buna hazır olduklarını söylüyorlar. Bana göre de doğrusu bu olmalıdır. Tekrar ediyorum, iki halkın işçi ve emekçilerini, sosyalist solun, demokratik solun tek kurtuluşu açık, hiç bir oyuna baş vurmadan faşizmi yenecek ortak mücadeledir, başka yol yoktur.
CHP’nin tescil edildiğini söylediği faşizmin önüne set çekmek ancak emek eksenli tüm demokrasi güçlerinin ezilen Kürt halkıyla birlikte ortak bir mücadele yürütmesiyle başarılabilir. Faşizmin en büyük mağduru konumundaki Kürt halkını yalnız bırakarak, faşist tehditlere karşı aman aman ihtiyatlılığıyla pasifist tutumlar veya MHP selamı yada Muhsin Yazıcıoğlu’nu hatırlayarak, sergileyerek, ya da tescil edildiği söylenen faşist rejimin parlamentosundaki tiyatronun aktörü olunarak değil! CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu net tavır ortaya koymak zorundadır, korkarak politika yapılmaz, Kürtlerle ve HDP’yle dürüstçe güç ve eylem birliğine gitmek zorundadır yoksa yeriniz, Enis’in yanı olur, meydanı faşizme bırakırsınız. CHP’nin yürüyüşü sahte de olsa şaibeli de olsa, CHP’nin milyonlarla tarif edilen tabanını kazanmak zorundayız, okunan 10 maddelik bildiriyi desteklemek daha da genişletmek zorundayız. Ortamı Perinçek’e mi bırakalım. Bu tür eylemsellik dışında kalmak, uzak durmak bundan kaçınmak bence oportünizmdir, faşizmin ekmeğine yağ sürmektir. Sol bu fırsattan yararlanmalıdır, sol olayları kendine göre yorumlamalıdır, bu ülkede faşizm sadece Kürtleri ezmiyor, herkesi eziyor, Alevileri, Süryanileri, Ezidileri, devrimcileri, tüm demokrasi güçlerini ezip geçiyor. Bu nedenle “adalet yürüyüşü” bizler için ders çıkarılması gereken bir konu olmalıdır. Yarın devrim kıvılcımları çaktığında hazırlıklı olmak, örgütlü olmak, önderlik edebilmek için tüm bu eylemliliklerin içinde olarak, yönlendirerek, öncülük ederek, ortak, birleşik mücadeleyi örmeliyiz. Başka yol yoktur!