Bir Sosyalist Yazar; Aziz Aydın Doğan
Öykücü, romancı, oyun yazarı Aziz Aydın Doğan, 1947 Keban’a bağlı Piran’ın Lorikan köyünde doğdu. Çok klasik bir başlangıç bu aslında. Hepimizin, herkesin boynuna asılabilecek bir künye gibi bir şey. Oysa insanın kaderi, uğraşıları, yaşam kavgası, başarıları, başarısızlıkları bundan sonra başlıyor. İnsanlık mirasına neler bıraktığı, yaşanılan o tarih sürecine düştüğü dipnotlar, hepsi, ama hepsi o yukarıda ki klasik cümleden sonra gerçekliğe adım atıyoruz.
Aydın Doğan, sıkıntılı, acılı bir çocukluk döneminden sonra, gençlik dönemine bilenerek ulaştı. Atılgan ve korkusuz bir yapıya sahipti. O bilgiye, içindeki aydınlanmaya tırnaklarıyla kaza kaza ulaşır. Gençlik yıllarında başlayan edebiyat tutkusu, ona -tıpkı Sokrates’te olduğu gibi- şu soruyu sordurur: “Çok şey bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir.” Yani, kendini sorgulama dürtüsü. Bu dillendirdiğim basit yöntem aslında bir çok insanın başaramadığıdır. Fakat Aydın bunu ta baştan beri yapmaya çalıştı. “Edebiyatı seviyorsam, her daim onu yüreğimde hissediyorsam, o halde ne pahasına olursa olsun bu yolda ilerlemenin olanaklarını da bulup çıkarmak zorundayım.” diyordu. Bunu diliyle değil, yüreğiyle, beyniyle söylüyordu.
Kalemi işlektir Aziz Aydın Doğan’ın, büyük acılar, sıkıntılarla sınanmış, yetimhanelerde ezilerek büyümüş; çocukluk yıllarını, yoksulluğa sarmalanmış bir gençlik döneminden geçerek gelmiştir. Artık küçük engeller onun ilerleyişini durduramazdı. Aydın, sürdürdüğü bu mücadelede safını da belirlemiştir. O rençber, topraksız bir köylünün evladıdır. Bir Kürt ailenin çocuğudur. Türkiye’de Kürt olmanın sıkıntılarını, horlanmanın, ezilmenin ne demek olduğunu Kürt olmayanlar bilemezler. Çünkü onlar köylerinden sürülmez, onların köyleri yakılmaz, onlar tarih boyu katliamlara maruz kalmamışlardır. Onu ancak, Keban’da, Elazığ’da, Tunceli’de, Maraş’ta, Diyarbakır’da, Sur ve Cizre’de yaşayanlar bilir. Bu insan, bu genç, işte bu bölgenin toprağıyla yoğrularak, kalemi eline alıp kavgasını sürdürmeye ant içmiştir. Artık onun yazdıkları, öykülerine seçtiği konular, kahramanlar farklıdır. Hırçındır, kavgacıdır, kendi özgürlüklerini sonuna kadar savunmaya kararlıdır.
Aziz Aydın Doğan 19 yaşında Başkent Ankara’ya gelir
Zaman, A. Aydın Doğan’ın üzerinde ağır ağır, derin izler bırakarak geçmektedir. Artık çıraklık dönemleri geride kalmıştır. Terzilik, ayakkabıcılık, şapkacılık, berberlik, tabelacılık geride kalmıştır. Geldiği kentte yaşam daha serttir. Kapitalizmin görünen yüzü daha bir acımasızdır. Ya var olmayı başarırsın ya da bir tortu gibi çarklar seni içine alıp yok edebilir. Buradaki dostluklar da doğudakilere benzemez. Ama o yılmaz. Hedefi bellidir. Burada yeni ilişkiler, yeni dostlar edinirken bir buna özen gösterir. Edindiği dostlarının arasında, yazarlar, sanatçılar olduğu gibi politik kimlikli olanlar da vardır. Ancak onun yüreği kültürden, sanattan, ille de edebiyattan yana atmaktadır.
Genç adam ara vermeden yazmaya, üretmeye özen gösterir. Öykülere ağırlık vermesine karşın, tiyatro eserleri de yazar ve onları çeşitli topluluklarla sahneler ve büyük beğeni toplar. Bir arkadaşının önderliğinde bir kitabevi açar. Sonunda tamamen kitap dünyasına girmiştir. Dergilerde onun öyküleri yayınlanır. Kardeş Tiyatrosu’nda yazar ve yönetmenlik yapar; sahnelediği tiyatro çalışmaları üzerine güzel, övücü, değerlendirmeler alır. Bu, genç A. Aydın Doğan’ı daha da yüreklendirir. 1990’a gelindiğinde Gençlik Tiyatrosu Oyun Yazarlığı Yarışması’nda kendisine başarı plaketi verilir. Yazarın Delioğlan isimli tiyatro oyunu da işte bu dönemde tiyatro severlerle buluştu.
Aydın Doğan’ın öykücülüğü üzerine
Genç yazar 1980 ortalarında “Yaba Öykü” isimli bir edebiyat dergisi çıkarmaya başlamıştır. Bu pek kolay olmasa da sonunda başarmıştır. Çünkü Aydın bir edebiyat gönüldaşıdır. Kendini bu alanda yetiştirmeye çaba gösterirken dergi yoluyla kendi gibi edebiyat tutkunu gençlerin de elinden tutmak, onlara çıkaracağı dergide yer vermeyi amaçlamaktadır. Öyle de olur. Artık sonraları derginin iyice oturmasıyla yayıncılığa da el atar. Bu süreçte onlarca genç yeteneğin kitaplarını günışığına çıkarır. Bunlar azımsanmayacak başarı örnekleridir onun için.
1988’de Aydın Doğan’ın ilk öykü kitabı olan Afişte Ölen Adam yayımlanır. Ardından Kör Pencere gelir. Yazarın öykücülüğü üzerine kimsenin olumsuzlaması olası değildir. Çeşitli dergilerde kitapları üzerine çokça eleştiri yazısı çıkar, hepsi de bir kez daha Aziz Aydın Doğan’ın öykücülüğündeki başarısını onaylar.
Edebiyatçı Abdullah Rıza Ergüven yazarın öyküleri için şunları söyler:
“Aydın Doğan’ın öykülerini okurken olayların, olguların sergilenişinde bir Monet ustalığı gözlemledim. Biliyorsunuz Eduart Monet bir ışık-gölge ustası. Bu usta ressam ışıkla gölgeyi birbirine öyle yapıştırır ki, tablolarında insan canlanıverir, devinmeye başlar. Bu öykülerde de tümcelerin örgüsü, onların birbiri ardı sıra çağımız öykücülüğünde bir yeniliği, yazınımızda yeni bir Ömer Seyfettin’i muştuladı bana.” (13 Şubat 1994, Özgür Gündem)
Mahmut Makal: “Yaşamın bir parçası olarak sokağı konuşturan Aydın Doğan, sekiz öykünün başından sonuna kadar bizi de o sokaklarda yaşatıyor, soluğumuzu kesiyor. Afişte Ölen Adam sokak sinemasının perdesinden çıkıp sokağa karışan, yaşamı yorumlayan bir kahramandır. Yaşamı sinema şeridinden alıp türküleyen bu cesur öyküler, Anadolucu yazarın pırıltılarıyla yüklü.” (Oluşum Dergisi: 1989)
Ben de bu portre yazılarına başlarken, ilk aklımdan geçirdiğim kadim dostum A. Aydın Doğan’ı detaylı olarak yazmaktı. Bunu kendisine söylediğimde, sağ olsun bana Yaba Dergi’nin son üç sayılarıyla şimdiye değin yayımlanmış tüm kitaplarını gönderdi. Bunların içinde günlüklerini topladığı Günlerin İzi, öykü kitapları ve iki de romanı vardı. Doğrusunu isterseniz birden endişeye kapıldım. Günümüze değin başarısını kanıtlamış bu güzel insanın portresini hakkını vererek ortaya çıkarabilecek miyim. Tabi ilk işim tüm gelen dergilerle birlikte yolladığı kitapları. -içlerinde daha önce okuduklarım olsa da- yeniden gözden geçirmeye karar verdim. Bu yaklaşık bir ay zamanımı aldı. Sonunda okumayı bitirdim. 1984 yazından beri tanıdığım dostum A. Aydın Doğan’ı artık çok daha iyi özümsemiştim.
Yazarın öykülerinin, hangi açıdan bakarsanız bakın iyice olgunlaşmış usta bir kalemden çıktığı kesindi. Gerek Afişte Ölen Adam, gerekse Kör Pencere’deki öykülerin hepsi için bu söylediklerim geçerlidir. Bir kere yalın, kusursuz bir dili vardır. Süslemelere fazlaca yüz vermeyen, gerçekçi bir kurguyla ele aldığı konuları yine aynı toplumsal gerçeklikle işler. İsmi kadar kendisi de aydındır. Yer aldığı sınıfın varlığını göz ardı etmeden adalet ve özgürlükleri, kıyım ve tarihsel katliamları, hiçbir şeyi atlamadan eleştirerek, insanca bir yaşamın, insanca bir dünyanın adeta bize resmini çizer. Öykülerin tümü bu yaklaşım ve bütünlük içinde sonlandırılır. Bir yazarın bunu başarabilmesi için önce sınıf bilinci gereklidir. A. Aydın Doğan, yazdıklarını bu sosyalist bilinçle mayalar, oluşturur.
Aydın Doğan’ın Romancılığı Üzerine
Gerçekte, bu, yürünmesi gereken uzun bir yoldur; ödenmesi gereken bedel gerektirir. Günlük yaşamdan feda etmeniz için bazı şeyler çoğaldığında yılgınlığa düşmeden, teslim olmadan ilerlemeyi sürdürmenizi gerektirir. Zaten özgürlüklerden yana aydın, demokrat insanların vereceği kavganın özü de budur; tüm hücreleriyle ezilenlerin yanında olmak. İşte Aziz Aydın Doğan bunu içinde bulunduğu edebiyat dünyasında başarıyla sürdürmektedir. Yazdıklarında içerik olarak seçtiği her konu, lambaları kırılan her sokak, sıkılan her kurşun, düşen her can, yakılan her köy, her mezra, dağda vurulan her genç onun yüreğini dağlayan ve mutlaka yazılması gereken, gelecek için tarihe düşülmesi gereken birer dipnottur. Dostum Aydın bunu da elinden geldiğince hakkını vererek yapmaktadır. Ne var ki onun el attığı dallar bu kadarla kalmaz. O, romanda da üzerine düşeni yerine getirmek için araştırmalarını son zamanlarda o yöne kaydırmaktadır. Gerçi ilk romanı olan Islak Kaldırımlar’ı 1980’lerde yazmıştır ama, yaşamın karmaşası içinde kitap ancak 2002’nin Eylül ayında okuyucuyla buluşur.
Islak Kaldırımlar bir gençlik romanıdır. 1970’lerin sonları, 1980’ler sürecini irdeler, ya da çağrıştırır. O dönemleri yaşayanlar bu söylediklerimi çok daha iyi anlayacaklardır. İktidar kavgalarının kızıştığı, işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin çaresizliği, Askeri Cunta’ların eldeki demokratik hakları gasp etmesi daha çok bir sinema şeridi gibi yaşanılan zorlu süreci geçirir gözlerimizin önünden. Yazar gelişmeleri tam bir roman tadında, abartısız okuyucuya sunar. İlk roman olarak bu kitap oldukça başarılıdır. Romanı okuduktan sonra kendi kendime, “Acaba şu eser daha önceleri yayımlanamaz mıydı?” diye sorduğum oldu. Aşağı yukarı cevabını bilsem de; eğer o dönemde yayımlansaydı kuşkusuz çok daha ses getirirdi, diye düşündüm.
Yazarın İkinci Romanı, YİĞIKİLİ ZÜLKÜF
Yazar, ciddi bir araştırma sonucu başlamıştır romana. Yazmaya oturmadan önce kendisinin de çok iyi bildiği o bölgeyi yıllar sonra tekrar giderek kahramanını sormuş soruşturmuş, geriye kalan ailelerini, tanıdıklarını, büyüdüğü evi, sokakları, kendisinin de çocukluğunun geçtiği yerleri tekrar mercek altına alarak yazıya geçirmiştir. Saf araştırma notları olan bu malzemeyi sonra da inceden inceye kurguladığı romana yedirmesini bilmiştir. Belki söylenmesi gereken bir şey de, yazarın araştırma notlarını kitabın önsözü denebilecek biçimde okuyucuya sunmasıdır. Bu da romanın yazılış evresini okuyucuyla paylaşmasıdır.
Romanın konusu “Yiğıkili Zülküf” isimli bir kabadayının yaşam öyküsüdür. Kahraman, kitapta kendi anne-babası, kız kardeşleri, yeğeni, eniştesi, -hem Elazığ yöresinde- hem de İstanbul ve Ankara’daki tanıdıkları, arkadaşlarıyla kurguya dahil edilmektedir. Konu 80’lerde geçmektedir. Zülküf, alışılmışın dışında bir kabadayıdır. Merttir, sözüne sadıktır, yoksulun yanındadır. Zenginden aldığı haracı har vurup harman savurmadan getirip yoksul mahallelerde dağıtır. Bu ailelerin sorunları olduğunda onların arkasında durur. Böyle olunca da Yiğıkili Zülküf’ün etrafında bir sevgi çemberi oluşur. Olumsuz bir durum olduğunda o yoksul kesim de kabadayıya sahip çıkarlar.
Zülküf bu yolu isteyerek seçmemiştir. Onu o günkü koşullar, çaresizlik, arkasızlık ve imkansızlıklar zorlamıştır. Kendisi asi ruhlu, boyu posuyla yapılı bir delikanlıdır. Her zaman haksızlıklara başkaldıran bir karaktere sahiptir. Annesini, babasını kardeşlerini çok sever, bacısını çok sever ama istese de onlarla birlikte olamamaktadır. Düzen buralarda tersine işlemektedir çünkü, düzen varsıldan yanadır. Okulda, hapishanede, sokakta, o “kader” denen yazgı sürekli önünü kesmektedir. O da her seferinde geri durmaz ve kavgaya hazır olur.
Onu tanıyanlardan biri Zülküf’ü şöyle anlatır:
Ruhi: “He, o zaman kasaplan, Hışman Bedri buraya gelir, rahmetli Zülküf abeynen sohbet ederlerdi. Sonra zaten rahmetlik Yamyam’ı dövdükleri zaman o Kesrik’teki sucular buliy. Rahmetlik Yamyam’lan Zülküf Abey burada dövüştü. Zülküf Abey, Yamyamı dövdü, hem bu kara çıngıldak su hendeği, geldi bu hendeğin içine bastı.” (Yiğıkili Zülküf. Sayfa, 100)
Kitabın girişinde yazar bu satırlarla okuyucuya kahramanı uzun uzun anlatır. Sayfaları çevirirken Kürt Cemali gibi dönemin kabadayılarını da bir bir tanırsınız. Konu ilerledikçe okuyucu yazılanlarla bütünleşir, gelişen olayların canlı tanığı oluverir. Çok az romanda ulaşılan bu teknik Aziz Aydın Doğan’ın romanında başarıyla sürdürülmüştür.
Zülküf’ün ablası bir çocuğu ve eşiyle İstanbul’da yaşamaktadır. Romanda, kahramanın ablasını Zülküf’ün ziyaretiyle tanıyoruz. Orada birkaç gün kalır, küçük yeğeniyle güzel günler geçirir. Yeğeni dayısını çok sevmiştir. Dayısı yeğenini de alıp arkadaş ziyaretlerine götürür. Burada yazar sıcak ilişkilere, toplumsal yaşamın insanı zorlayan yanlarını anlatımlarında ışık tutar. Fakat Zülküf orada daha fazla kalamaz ve ablasını, yeğenini bırakarak geri döner. Ne var ki romanda bir daha abla ve yeğenden hiç bahsedilmez. Geri dönüşlerle de olsa, o ayrıntı orada kalır. Oysa okuyucu, ablayı, yeğeni, onların İstanbul’daki yaşamını merak etmektedir.
Romanda, kimi yerlerinde ustalıkla ele alınan yoğun anlatım ve sıkı örgüler sonucu, eser istenilen başarı noktasını yakalar. Yer yer gerilimi düşse de okuyucuyu sıkmaz ve ileriki bölümlere ilişkin merak edilen son çokça önem taşır. Zaten kitabın kendini okutması da budur ve elinizden bırakmak istemezsiniz. Artık gelişen olaylar içinde Zülküf’ün kaderinin akışıyla siz de sürüklenir durursunuz.
Son Söz
Aziz Aydın Doğan, aslında salt yazar olarak yol alsaydı hiç kuşkusuz daha çok yapıt verirdi. Kötü mü yaptı? Kuşkusuz hayır. Çünkü o, dergiciliğe ve yayıncılığa el atarak bu konudaki başarısını da kanıtlamış oldu. Bu gün 35. yılına ulaşan Yaba Dergisi de sonuçta onun eseridir. Dergi, çıkan her sayıyla dopdoludur. Okuyucularında içeriği açısından daha çok öğrenme isteği yaratarak, alışkanlık yapmaktadır.
Buradan Aziz Aydın Doğan’a daha çok başarı ve uzun ömürler diliyoruz...
Yazarın yayımlanmış olan kitapları:
- Halkın Cönk Defteri (Şiir Antolojisi)
- Afişte Ölen Adam (öykü, 1988, 2.bs. 2002)
- Kör Pencere (öykü, 1993)
- Delioğlan ve Diğerleri (tiyatro – 5 oyun, 1995)
- Halkın Cönkü (Tematik Halk Şiiri Antolojisi, 1995)
- Güneşli Bayır (öykü, 1998)
- Kara Fıkralar (2001)
- Islak Kaldırımlar (2002)