Prof. Server Tanilli: “Eğer benim Marksist ideolojim olmasaydı Bu tekerlikli saldalyeye katlanamazdım.”

Prof. Server Tanilli: “Eğer benim Marksist ideolojim olmasaydı Bu tekerlikli saldalyeye katlanamazdım.”

Prof. Server TanilliRandevuyu kopartmıştık nasıl olsa Hocadan; saat 17.00’de görüşecektik kendisiyle. Oldukça heyecanlıydım. Tüm gerici baskılara, faşistlerin kurşunlarına karşın, yaşam sevincini bir parça olsun yitirmeyen o değerli insanı görebilecektim şimdi. Paris’ten sonra Strasbourg’a gelen trende de gece boyu bunları düşünmüştüm. Kendini insanlığa, barışa ve demokrasi savaşımına adayan ve bu savaşımda düşmanlarına bir milim dahi taviz vermeyen o yüreki insanı görecektim.

Arkadaşlarım Hoca’nın randevularına oldukça titiz olduğunu söylediler. Bu nedenle tam zamanında kapısında olmak istiyordum. Ancak vakit henüz erkendi. Yine arkadaşlarım, Strasbourg Üniversite’sinin karşısındaki öğrenci kantininde birer kahve içebileceğimizi söylediler. Lokal doluydu. Ne ilginç, her çeşit insan vardı burada. Çekik, şiş göz kapaklarıyla Japonlar, Çin ve Vietnamlı, esmer, çok esmer karaderililer, sarışınlar, kumrallar. Hepsi iç içe. Barış içinde bir arada yaşamak bu olsa gerekti.

Bana kentte rehberlik eden arkadaşım sarışın, güzel yüzlü yaşlı bir bayana yaklaştı.. Samimi el sıkıştılar, öpüştüler. Sonra arkadaşım beni tanıştırdı. Dikkatimi çekti, Türkçe konuşuyordu çünkü.. “Türkçeyi güzel konuşuyorsunuz?” dedim. “Evet, burada öğrendim.” diye, yanıtladı, yabancı bir aksanla. Ben hala konuşmakta zorlandığım Almanca’nın  sıkıntısını anlattım ona. “Katılıyorum.” dedi. “Öyle ki, Fransızcayı, Rusçayı iyi bilirim.” Gülerek de: “Rus asıllıyım zaten; ancak Almanca’yı öğrenmekte epey zorluk çektim.” Şaşkın, baktım yüzüne. Ne güzel anlaşıyorduk. Bir anda Türkçe konuştuğumuzu da unuttum. İşini merak ettim. Arkadaşım: “Bayan Melikov, Profesör, dedi. O da karşıki Üniversitede görev yapıyor.”

Arada bir saate bakıyordum. Yanımdaki: “Server Tanilliyi ziyaret etmek istiyoruz!” dedi. “Evet çok iyi olur. Ben şimdi yanından geliyorum, henüz evdedir kendisi.” diye, bitirdi sözünü. Zaman gelmişti Kalktık ayağa, el sıkıştık, yürüdük çıkışa doğru. Karşıdaki çiçekçi dükkanından içinde kırmızı ve beyaz, kırçıllı renleriyle bir kucak karanfil alıp çıktık. Yüreğim heyecanla çarpıyordu. Üniversitenin bahçesini boylu boyunca yürüdük. Sağa doğru yönelerek karşımıza dikilen yüksek blokların birinin önünde durduk. Arkadaşım zili çalarak geldiğimizi haber verdi. Yukarıya çıktığımızda Server Hoca kapıyı bize kendisi açtı. Gülen sıcak bir yüzle karşıladı bizi. Kucaklaştık. Hayret,  sanki kırk yıllık dostmuşuz ve uzun bir aradan sonra yeniden karşılaşıyormuşuz gibi. Önceden söze nereden başlayacağımı düşünürken, şimdi hararetli hararetli konuşuyorduk bile.

Federal Almanya’daki isimleri soruyordu bana; bazı arkadaşların aramadığından yakınıyordu. “Vefasızlar!” diyordu, gülerek. Ben kafamdaki soruları sormak için sabırsızlanıyordum. O ise, tatlı, yumuşak bir dille anlatıyordu durmadan. Beraberimde getirdiğim küçük ses alıcısını masaya koydum. Sormak istediğim şuydu:  Bugün bir tekerlekli sandalyeye bağımlı olan bu insan, ülkesinden, ülkesindeki sevdiklerinden uzak. Onlarca hastane koğuşlarında yalnızlığını yaşayan, gerici güçlerin korkulu rüyası  olarak gördüğü, cıvıl cıvıl hayat akan bu insan, yaşam gücünü nereden alıyordu? Baktı gözlerimin içine, yüz hatları kasıldı birden. O yenilmezliği ile doğruldu sandalyesinden: “Ben, dedi elini sallayarak, bu gücümü ideolojimden alıyorum efendim! Adını da koyalım, Marksizmden alıyorum.” Hafif öne doğru eğilerek sürdürdü konuşmasını. “Eğer öyle olmasaydı, dayanamazdım bu acılara; belki de intihar ederdim.” Yaslandı geriye tekrar.

Sırasında misafirlerini de kabul ettiği şirince döşeli küçük bir büroya benziyordu burası. Alçak koltuklar, yan tarafta duvar boyu kitaplık, bir de sehpa önümüzde; üzeri Türkiye’den gelen dergi ve gazetelerle dolu.  Server Tanilli’nin beni ilgilendiren bir yanı da, şiir yazıyor olmasıydı. Çoğu kez değişik dergilerde okumuştum bunlardan bazılarını. Yaşamaya ve sevgiye dair şiirlerdi bunlar. Şimdi yazıyor muydu acaba? “Yok yok, şimdilerde yazmadım hiç.” dedi. “Efendim, şiir başka bir şeydir. Bir neden gerekir şiir yazmak için. Örneğin bir şeyi sever insan, ya da aşık olur. İşte o zaman yazarsınız. Tabi başka türlüsü de var bunun!”  Konuya girmişken kaydedeyim şunları, diyerek elimi ses alıcısına uzattım. “Aman ha, sakın!” dedi. “Ben şiirde öyle iddialı biri değilim. Bu konuda hata yapmak istemem.” Bu kez not defterimi çıkardım. Ona da itiraz etti tebessümle. “Aklınızda kalanı yazarsınız.” dedi. “Çünkü öyle rahat olamıyorum.”  İttim defteri bir kıyıya. Hoca dalıp gitmişti kendi şiir dünyasına. Ve bizi de öyle çekiyordu ki, anlatamam. Sürdü tekerlekli sandalyesini bir ara, küçük küçük notlarla döndü tekrar geriye. “İsterseniz size biraz daha şiir okuyayım efendim.” dedi.

Daha çok Sovyetler Birliği’nde, Leningrad’ta yazdıklarını okudu bir bir. Gürül gürül akan bir coşkuyla okudu. Ve bir yaprak daha katladı, durdu, baktı bize: “Size bu şiirin öyküsünü anlatayım çocuklar.” dedi, okumadan. “NATALYA, o bir hastaydı benim kaldığım hastanede.” Gözleri buğulanır gibi olmuştu. Uzaklara dikti bakışlarını, ta uzaklara. Sanki Leningrad’taydı şimdi. Natalya’nın koğuşuna ilk geldiği akşamki gibi. “O bir rüya kadınıydı.” dedi, içli bir sesle. “Bir ay gibiydi yüzü. Sırtını geriye, yastıklara dayamıştı ilk gördüğümde.  Beyaz çarşafların üzerinde uzun uzun parmaklarıyla, ne de narin görünüşü vardı yarabbim. Tutulmuştum sanki o haline. Yaklaştım yakınına, elimi uzattım, elleri hareketsizdi. Dünyam yıkılır gibi oldu birden. Ne korkunç, ellerini kullanamıyordu. “Bir trafik kazası.” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle. “Piyanisttim ben, Chopen’i, Mozart’ı çalardım verdiğim konserlerde, Chykovski’yi...”

Elindeki sayfaları düzeltti Server Hoca, ılık bir ikindi yağmurunda ıslanır gibi, hafif çekti boynunu içeriye, ve şiirini okudu, ıslak gözleriyle kağıtları hışırdatıp:

 

İNAN NATALYA

Demek ki senin o narin parmakların

Chopen’i çalardı öyle mi?

Beyaz gecelerinde Leningrad’ın,

Kimbilir,

Ne kadar da gezinirdin tuşlarda

                             “Noktürn”ü  dile getirirken!

Ama gel gör ki,

Bugün,

Böyle bu kadar erken,

                Böyle hayatın baharında,

                          Böyle baştan aşağı mefluç,

                                                     Böyle “esiri firaş”

Ah! Acımamak mümkün mü sana Natalya,

                                        Mümkün mü kahretmemek?

Ve gel de inan Tanrı’ya,

                                Nasıl inanırsın ki?

Hayatın böyle cilveleri var Natalya

                                         Böyle cilveleri var.

Hiç ummadığın bir anda,

Bakıyorsun,

Bir rüzgar, bir rüzgar, bir rüzgar;

Ve arkasından,

Ne ki bakıp büyütmüşsen bahçende,

                                   Her şey yerle bir tarümar.

Hayatın böyle cilveleri var Natalya,

                                                   Böyle cilveleri var.

Ama inanıyorum ki, bir gün

                              -Öylesine inanıyorum ki hem de.-

Senin o duygulu parmakların,

Beyaz gecelerinde Leningrad’ın

                                Gene tuşlarda gezinecek.

İnanıyorum Natalya, inan sen de;

Gelecek,

Sana ve bana,

Bak, ne güzel günler getirecek,

Getirecek Natalya, getirecek...

                                                         5/ 6/ 1979

                                      Leningrad/ Sestrorestek/ Hospital

 

Kabaran bir denizi bir uçtan bir uca geçmiş gibi, doğruldu ağırdan. “İşte böyle!” dedi. Ben böyle yazarım şiirlerimi. Bir anda ve noktalarım. Bakın Leningrad’tan ayrılırken uçakta yazdığım bir şiirimi okuyayım size.” Hafiften tekerlekli sandalyesine yerleşti. Sesinin titreşimleri türküleşerek dolduruverdi odayı. Her sözcük bir çiçekti sanki, orada burada uçuşan, ya da delice bir suyun şırıl şırıl akışı gibi.

Şiir bitince bir sessizlik kapladı her yanımızı. Sonra gülümseyerek baktı yüzümüze. Bense henüz ikinci soruyu sormaya hazırlanıyordum.

-Sizce yaşamın ve var olmanın barışla bağıntısı nedir?

-“Çok basit” dedi. “Barış olmazsa sevgi, yaşam, şiir neye yarar? Barışa karşı olanlar, bu saydıklarımın hepsine karşıdırlar çünkü. Örneğin bir faşist hayatı sevmez. O, normal bir insan da değildir üstelik. Efendim, yaşamı kucaklayabilmek için, önce barışı kucaklamalıyız.”

Zaman geçiyordu durmadan. İşte tren saati gelmişti bile. Kalktık; usuldan kucaklaştık.

“Bu çok kısa oldu!” dedi biz çıkarken. “Sizi tekrar beklerim.”

 

26 Kasım 1984 / Strasbourg

 


Konuyla ilişkili diğer makaleler