Birleş(eme)miş Milletler - 21. Yüzyıl’da BM-Şartı ve jeopolitik gerçeklik

Birleş(eme)miş Milletler - 21. Yüzyıl’da BM-Şartı ve jeopolitik gerçeklik

Birleşmiş Milletler (BM)

Emperyalist-kapitalist dünya düzeni felaketler fabrikası gibi, her geçen gün yeni savaşlar, krizler, ekolojik yıkım, kan, gözyaşı, güvensizlik ve belirsizlik üretmeye devam ediyor. İki dünya paylaşım savaşının ve elbette Büyük Ekim Devrimi’nin etkisiyle dünya çapında kimi tavizleri vermek zorunda kalan emperyalist güçler, 1989/1990 karşıdevrimiyle dizginlerini tümden kopardılar.

Geride bıraktığımız otuz yıldan uzun bir süreçte dünyamız daha da güvencesiz, insanlığın geleceği daha belirsiz oldu. Uluslararası hukuk, en başta BM Şartı fiilen rafa kaldırıldı. 77 yıl önce 51 kurucu üye ülke ile oluşturulan ve bugün 193 ülkenin üye olduğu Birleşmiş Milletler Örgütü, bilhassa hiçbir demokratik meşruiyeti olmayan BM Güvenlik Konseyi emperyalist saldırganlık, savaşlar ve işgaller için araçsallaştırıldı.

Birleşmiş Milletler Örgütü’ne ve BM’ye bağlı kurumların bugüne kadarki çalışmalarına kısa bir bakış dahi dünya nüfusunun küçük bir azınlığını temsil eden emperyalist güçlerin sistematik bir biçimde bu kurumları insanlığın ezici çoğunluğunu boyunduruk altında tutmak için kullandıklarını görmeye yetmektedir. Zaten bu nedenle uzun zamandır Afrika ve Asyalı ülkeler tarafından “Birleşmiş Milletler Örgütü’nde reform gereklidir” talepleri ifade edilmektedir. Reform çabaları ise Batılı ülkeler tarafından sürekli baltalanmaktadır. O açıdan dünya çapındaki barış hareketleri, devrimci demokratik toplumsal muhalefet güçleri, eşitlik-özgürlük ve iklim korunması için sokaklara dökülen dinamikler, sosyalistler ve komünistler tarafından savaşlara, işgallere, sosyal ve demokratik hak budanışına karşı verilen mücadelelerde dile getirdikleri “BM Şartına uyulsun” şiarının 21. Yüzyılın koşullarına ve günümüzün jeopolitik gerçekliğine uyup uymadığı sorusu yerindedir. Okumakta olduğunuz bu makalede bu sorunun yanıtını arayacağız.

Ne, nedir?

Ama önce Birleşmiş Milletler Örgütü’ne ve özellikle BM Güvenlik Konseyi’ne yakından bakmak gerekiyor. Bir kere Birleşmiş Milletler Örgütü’nün en yüksek organı olan Genel Kurulun herhangi bir belirleyici otoritesinin kalmadığını tespit etmek durumundayız. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün siyasi ağırlığı açık biçimde Batılı emperyalist güçlerin elindedir. BM Genel Merkezi başta olmak üzere, BM’ye bağlı kurumlar, BM fonları ve programlarının, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu IMF’nin merkezleri istisnasız Batıdadır ve emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmektedirler. Belirleyici karar verme mekanizması BM Güvenlik Konseyi’nin elindedir.

BM Şartına göre beşi daimî olmak üzere, toplam 15 üyeden oluşan BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı sadece daimî üyeler olan ABD, Britanya, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Rusya Federasyonu’na tanınmaktadır. BM Şartının 24. Maddesi gereğince uluslararası güvenlik ve dünya barışının korunmasından sorumlu olan BM Güvenlik Konseyi tek başında uluslararası hukuk açısından bağlayıcı kararlar alma ve gerektiğinde dünya çapında askeri şiddetin kullanılmasına karar verme hakkına sahiptir. BM Genel Kurulu ise böylesi bir hakka sahip olmamakla birlikte, bugüne dek almış olduğu sayısız karar üzerine yazılı oldukları kâğıt kadar değer görmemektedirler. BM Genel Kurulu’nun örneğin İsrail’in işgal ve Apartheid politikalarına karşı aldığı birçok karar ne İsrail tarafından ne de Batılı emperyalist güçler tarafından yerine getirilmemektedir. Bu nedenle ve BM Güvenlik Konseyi’nin demokratik meşruiyeti ve temsil yetisi olmadığı gerekçesiyle çok sayıda üye ülke tarafından reform talepleri dile getirilmektedir.

Reform taleplerinin temel nedenleri olarak şunlar sıralanmaktadır: 1945 sonrasında üye sayısının dörde katlanmış olması; Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere, dünya nüfusunun dörtte üçünün BM Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmemesi; milyarlık nüfusuyla Hindistan gibi ülkeler temsil edilmezlerken, Avrupalı ülkelerin BM Güvenlik Konseyi’nde iki daimî ve üç değişken üye ile temsil edilmeleri ve böylelikle Batılı ülkelerin orantısız üstünlüğünün bulunması. En son 1965 yılında dünya çapındaki bağımsızlık savaşlarının sonucunda ve sosyalist dünyanın baskısı ile BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan değişikliğin ardından, sürekli olarak sunulan reform önerilerine ve Genel Kurul’da yürütülen tartışmalara rağmen, BM Güvenlik Konseyi’nde herhangi bir değişiklik gerçekleştirilemedi. Aslına bakılırsa 1989 / 1990 karşıdevriminden sonra herhangi bir değişim umudu da kalmadı sayılır.

Karşıdevrimden bu yana BM Güvenlik Konseyi daimî üyeleri güya uluslararası güvenliği ve dünya barışı koruma gerekçesiyle defalarca BM Şartını ayaklar altına aldılar. Yugoslavya Savaşı, Irak ve Afganistan işgalleri, Suriye, Libya ve en son Ukrayna savaşına yol açan gelişmeler bunun ve emperyalist çifte standart uygulamasının net kanıtlarıdırlar. Aynı şekilde Den Haag’daki Uluslararası Ceza Mahkemesi de daimî üyelerin çıkarlarına göre kararlar almaktadır. Öyle olmasaydı George W. Bush ve Tony Blair gibi savaş suçlusu sermaye temsilcileri çoktan yargılanmış olurlardı. Nihâyetinde Den Haag Uluslararası Ceza Mahkemesi hukukun üstünlüğünü değil, üstün gücün hukukunu temsil etmektedir.

Araçsallaştırma örnekleri

BM Güvenlik Konseyi’nin ve BM’ye bağlı Kimyasal Silahları Yasaklama Örgütü OVCW gibi kurumların emperyalist saldırı savaşları ve işgaller için nasıl enstrümentalize edildiklerine dair en iyi örnek Irak savaşıdır. ABD emperyalizmi 2003’te Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanıyla savaşa ve işgale gerekçe yaratmıştı. ABD'nin savaşı başlatmak için temel gerekçesi, Saddam Hüseyin'in nükleer ve biyolojik silahlar geliştirdiği ve El Kaide ile bağları olduğunu iddia ettiği rejimin ABD ve dünya topluluğu için "ciddi ve büyüyen" bir tehdit haline getirdiği idi. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell tarafından BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan sahte belgeler “İkinci Körfez Savaşı” olarak adlandırılan saldırı ve işgalin gerekçesi oldu. Sonraları belgelerin sahte oldukları ortaya çıktı ve bizzat BM Genel Sekreteri Kofi Annan “savaş yasadışıydı” açıklamasını yaptı. Bunların ise herhangi bir sonucu olmadı.

Benzer bir yalan gene OCVW tarafından yapılan ve Suriye rejiminin 7 Nisan 2018’de Duma kentinde kimyasal silah kullandığı iddiasıdır. İddia ortaya atıldıktan hemen sonra bizzat OVCW mensubu bilim insanları ve kimyasal silah uzmanları tarafından Duma’da yapılan araştırmada herhangi bir kimyasal silah kullanılmadığı tespit edilmesine rağmen, OVCW yönetimi kamuoyuna aksini iddia eden ve basına sızan bilgilere göre Pentagon tarafından hazırlanan bir rapor sundu. 18 Nisan 2018’de ABD, Britanya ve Fransa hava kuvvetleri tarafından Suriye’ye karşı gerçekleştirilen hava saldırıları bu OVCW raporuna dayandırılarak gerekçelendirildiler. Bunun üzerine ise, aralarında eski OVCW Genel Müdürü José Bustani’nin de olduğu ve Suriye’deki araştırmaya katılan 28 bilim insanı ve uzman raporlarının yayınlanmamasını ve yerine sahte belgeler sunulmasını protesto ederek görevlerinden istifa ettiler.

İstifalar ve suçlamalar sadece barış hareketlerinin yayınlarında ve muhalif basında yankı bulurken, yaygın burjuva medyası bunları haber konusu dahi yapmadı. Aynı şekilde ne BM Genel Sekreteri ve diğer Yüksek Komiserler ne de BM Güvenlik Konseyi Duma’da görev yapan bilim insanlarının “konu araştırılsın” taleplerine yanıt verdiler. Bilim insanları girişimleri ile Suriye rejimine destek vermediklerini ve uluslararası hukuka uyulmasını istediklerini vurgulamalarına rağmen yaygın burjuva medyası tarafından “Suriye hükümetinin propagandalarına kurban oldular” biçiminde karalandılar. Nitekim toplam bütçesi merkez binasının bulunduğu New York kentinin itfaiyesinin yıllık bütçesinden az olan Birleşmiş Milletler Örgütü başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist güçlerin istedikleri gibi kullandıkları bir araç hâline getirilmiş, BM Şartı ise emperyalist çıkarlara göre eğilip-bükülen bir metne dönüştürülmüştür.

Meydan okumalar

Dünyanın 21. Yüzyıl’da karşı karşıya bulunduğu ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal krizlerince katlanarak artan tehditler, ki güncel olarak en önemlisi dünyayı yangın yerine çevirebilecek akut nükleer savaş tehdididir, fiilen “Birle(şeme)miş Milletler” olarak insanlığın önünde duran en büyük meydan okumadır. İnsanlığın bu küresel meydan okumayla ancak barışçıl çözümleri, karşılıklı iyi ilişkileri, eşit ve adil diyalog ortamını sağlayan, savaşı ve şiddeti siyaset aracı olarak reddeden bir uluslararası hukuk temelinde başa çıkabileceğinden şüphe yok. Dünya barışının sağlanması, yoksulluğun, sömürü ve doğa talanının aşılması, ekolojik felaketlerin engellenmesi, pandemiler, açlık ve susuzlukla mücadele ve ülkeler arasındaki ihtilafların barışçıl çözüme ulaştırılmaları, en başta ezilen ve sömürülen sınıflar olmak üzere tüm insanlığın çıkarına olduğu gerçeği de şüphe götürmemektedir.

İşte, tam bu nedenlerle Birleşmiş Milletler Örgütü’nün merkezi görevi ve sorumluluğu dünya barışının korunması, uluslararası güvenliğin sağlanması ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi olmalıdır. Ancak Birleşmiş Milletler Örgütü bugünkü yapılanmasıyla bu görev ve sorumluluğu yerine getirebilecek durumda değildir. Burada 1989 / 1990 karşıdevriminin ne denli yıkıcı olduğu ve sosyalist dünyanın olmayışının insanlık açısından ne kadar büyük bir açık olduğu ortaya çıkmaktadır. Tüm eksikliklerine rağmen, reel sosyalizmin oluşturduğu barikatın yıkıldığı ve Çin Halk Cumhuriyeti, Demokratik Kore Cumhuriyeti, Küba, Vietnam veya Venezüella gibi ülkelerin yetersiz kaldığı günümüz dünyasında emperyalizm istediği gibi at koşturmakta ve Birleşmiş Milletler Örgütü ile BM Şartını kendi çıkarları için kullanabilmektedir.

Marksist-Leninist dünya görüşüne sahip olan komünistler günümüz dünyasının meydan okumaları ile ancak devrimle kurulacak işçi sınıfı iktidarının en iyi başa çıkabileceğine inanmaktadırlar. Ama aynı şekilde bugün ve burada gerçekleştirilecek çözümler için de mücadelenin gerekli olduğunu savunmaktadırlar. Bu çerçevede dünya çapındaki barış hareketlerine, bu hareketlerin organik bileşenleri olarak destek vermekte ve barış mücadelesi içinde yer almaktadırlar.

Komünistler tam bu nedenle barış hareketleri ve dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu temsil eden ülkelerin Birleşmiş Milletler Örgütü’ne yönelik reform taleplerine sahip çıkmakta, daha ileri talepler sunmaktadırlar. Başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere, tüm Birleşmiş Milletler Örgütü ve kurumlarının BM Şartına uygun ve güncel üye sayısının temsiliyetine uyarlanmış biçimde yeniden düzenlenmesi bir zorunluluk hâline gelmiştir. BM Genel Kurulu, örgütün en yüksek organı olarak tam ve bağlayıcı karar verme yetkisine kavuşturulmalı ve Batılı ülkelerin orantısız üstünlüğü ortadan kaldırılmalıdır. Bu çerçevede on yıllardır bütçe paylarını ödemeyen Batılı ülkeler BM bütçesine borçlu oldukları paraları ödemeye zorlanmalı, bütçenin gerekli olan seviyeye çıkartılması için bütçe payları ülke nüfusuna göre ayarlanmalıdır.

Talepler listesi daha da uzatılabilir elbette. Her ne kadar günümüzün emperyalist-kapitalist dünya düzeninin koşulları altında bu taleplerin gerçekleştirilebilmesinin güç dengelerine bağlı olduğunu ve verili güç dengeleri nedeniyle neredeyse ütopik istemler gibi göründüklerini bilsek de bu talepleri desteklemek en başta komünistlerin görevdir. Çünkü kapitalizmin tarihin sonu olmadığını, dünyanın ve dolayısıyla insanlığın geleceğinin ancak ve ancak sosyalist devrimle güvence altına alınabileceğini ve savaşsız, sömürüsüz bir dünyanın sosyalizmle mümkün olacağını sadece komünistler savunmaktadır. Çünkü komünistlerin ve işçi sınıfının vatanı yeryüzü, milletleri ise insanlıktır. Çünkü komünistler Ernesto Che Guevara gibi “gerçekçi olup, imkansızı” istemekte, Rosa Luxemburg’un dediği gibi “devrimin gümbürtüyle yeniden ayağa kalkacağını” ve burjuvazinin yüreklerine korku salan borazanlarla “vardım, varım, var olacağımı” ilân edeceğini bilmektedirler.

Bu bağlamda tüm okurlarımızın yeni yılı kutlu olsun…


Konuyla ilişkili diğer makaleler