EĞİTİM DİZİSİ: V Diyalektikte Derinleşmek
Bu yazımızda, geçen sayıda genel hatlarına değindiğimiz diyalektik metot konusunda biraz daha derinleşmek istiyoruz. Burada bir kez daha tekrarlayalım: Diyalektiğin, bir yasa metni gibi klişeleşmiş “maddeleri”, alt bölümleri, “1. maddesinin c şıkkı” yoktur. Diyalektik düşünce bir bütündür ve bu düşüncenin değişik önermeleri ve araçları vardır. Diyalektikte derinleşmek isteyen her devrimci, öncelikle diyalektik metodun başarıyla kullanıldığı metinleri (başta Marx, Engels ve Lenin’in yapıtları olmak üzere) okumak, özümsemek, sonra da bu yaklaşımı kendi görüş ve analizlerinde kullanarak geliştirmek zorundadır. Bunlar, her sosyalistin diyalektik düşünce içinde yapacağı yolculuğun zorunlu kilometre taşlarıdır.
Değişimin Sürekliliği ve Ölümsüzlüğü
Diyalektik yöntemin mihenk taşı, değişimin sürekliliğini ve ebediliğini kabul etmek, her analizde değişimin unsurlarını aramak, bulmak, analiz ettiğimiz olgu (bir canlı, bir insan, bir örgüt, bir sınıf...) “bu değişimin neresinde duruyor?” sorusuna cevap aramaktır. Değişim sürecinin dışında, ondan koparılarak ele alınan her olgu bize soyut, mutlak, değişmez bir gerçek gibi gözükerek bizi yanılgıya sürükleyecektir.
İnsanı ele alalım. Yüzyıllar boyu dinsel metinler ve metafizik filozoflar, büyük harflerle yazılmış bir “İNSAN”ı temel aldılar. İnsan Adem ve Havva ile Tanrı’nın cennetine aldığı en üstün varlıktı (Tevrat), İnsanı Tanrı kendi suretinde yaratmıştı (İslam tasavvufu), İnsan doğanın mutlak hakimi idi (sözde “modern” kapitalizm).
Biz bugün, Darwin’den başlayarak modern biyoloji bilimi ile görüyoruz ki, insan sadece doğada milyonlarca yıldır süregelen değişimin sadece bir aşamasıdır. Bilimsel yaklaşıma göre, yer kabuğunun soğuduğu günden bugüne, yani 2015’e kadar geçen süre 1 seneye sıkıştırılsa, insanın ortaya çıkışı 31 Aralık saat 23:00’e denk düşmektedir!.. Yanı insan, uçsuz bucaksız doğanın 1 yıla indirgenmiş tarihinde sadece bir saatlik geçmişi olan bir varlıktır. Kutsal değildir, gökten zembille inmemiştir, Tanrının kanıtı da değildir, sadece doğada milyonlarca yıldır süren bir değişimin parçasıdır. “Doğanın değişiminin parçası olan insan” kavramı, özellikle “insan doğanın efendisidir ve ona her şeyi yapma yetkisine sahiptir” şeklinde başlayan, sonunda kâr için doğayı ve yeryüzünü mahveden aç gözlü sözde “modern” kapitalist karşısında sağlam durmamızı sağlayan bir konum kazandırmaktadır.
Fikirlerin değişimini ele alalım. Hiçbir bilimsel teori ölümsüz değildir ve değişimin zorunluluğundan kaçamaz. Newton’un fizik teorileri, 1900’lere kadar birçok şeyi açıkladı ve bina inşaatından makinalara kadar birçok icadın temeli oldu. Ancak 20. yüzyılın başında bu teoriler, özellikle çok yüksek hızlardaki cisimlerin ve ışık parçacıklarının hareketlerini açıklamakta yetersiz kaldı ve yanlış sonuçlar verdi. Bu durum, Newton fiziğini temel alan 300 yıllık çalışmayı çöpe atmadı; sadece daha geniş ve kapsayıcı bir yeni teoriye olan ihtiyacı gösterdi. Sonunda Einstein ve çağdaşları, yeni ve daha derin temellerle bir teori inşa ederek hem Newton’un vardığı sonuçları doğrulayan, hem de yüksek hızlardaki küçük parçacıklar için geçerli olan yeni bir yaklaşımın, modern fiziğin temellerini attılar. Yeni teori, eskisini dışlamadı; aksine onu kapsayarak ve onu kendi bir “alt kümesi” haline getirerek yoluna devam etti.
Marksist Teori ve Pratiğin Değişimi
Diyalektiği başa koyan Marksist teorinin kendisi de diyalektiğin değişim yasasının dışında değildir. 1860’larda Marx, kapitalist ekonominin ve sömürünün dahiyane bir analizini yaparak,
kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketine ışık tutmuş oldu. Ancak Marx, aynı dönemde Asya, Afrika ve Latin Amerika sömürgelerinde sürmekte olan zulüm ve sömürü üzerinde bir çalışma yapmadı. Baskıya her zaman karşıydı; ancak özellikle başlarda kapitalizmin sahip olduğu olağanüstü dinamizm sayesinde sömürge ülkeleri de “uykusundan uyandırdığı”nı, örneğin Hindistan’daki İngiliz varlığının bu ülkede üretici güçleri geliştirdiğini düşündü. Ömrünün son dönemlerinde bu yaklaşımdan uzaklaşan Marx, kapitalizmin dünya çapında yarattığı yıkım üzerinde düşünmeye başlamış; ancak bu konuda “Kapital”deki gibi kapsamlı bir teori geliştirmeye vakti olmamıştır.
Teorideki bu boşluk, sosyalist pratiğe de yansımış, Avrupa ülkelerindeki Marksist 2. Enternasyonal partileri, kendi ülkelerindeki işçi sınıfının mücadelesine omuz verirken, sömürgelerdeki baskı konusunda hemen tümüyle kayıtsız kalmış, teorideki boşluktan hareketle “bu ülkelere medeniyet götürüldüğü”nü düşünen tavırlar bu partilerde boy vermeye başlamıştır. 1. Dünya Savaşı patladığında kendi emperyalist burjuvazisine destek veren sosyal-şoven ve sosyal-emperyalist yaklaşımların çeşitli sebeplerinden biri de, emperyalizm konusundaki bu bulanıklık ve bilinçsizliktir.
Bu boşluğu gidermek ve tutarlı bir emperyalizm teorisi kurmak Lenin’e düşmüştür. Lenin, Marx’ın kapitalizm tahliline sadık kalarak, onu tahrif etmeden geliştirmiş, onun üzerine bir emperyalizm teorisi inşa etmiştir. O güne kadar sadece “savaşçı dış politika” olarak algılanan ve kapitalizmle bağı görülmeyen emperyalizmin, kapitalist ekonomi ve tekellerle bağını göstermiş, finans sermayesinin buradaki rolünü teşhis etmiş ve tekelci kapitalizm ile savaş arasındaki kaçınılmaz bağı açığa çıkarmıştır. Yeni teori, eskisiyle bütünleşerek çok daha fazla şeyi açıklayan ve aydınlatan bir yol gösterici haline gelmiş, Marksist teori, Marksist-Leninist teori konumuna yükselerek gelişmiş ve güçlenmiştir.
Marksist-Leninist pratik de değişimin dışında değildir. Komünistler, toplumdaki değişmelere paralel olarak, ellerindeki siyasal - örgütsel kurum ve araçların gelişimini gözetmek, bunları sürekli toplumdaki değişime uygun durumda tutmak zorundadır. Kapitalizmi yıkmak için kullanılan bir silah olarak diyalektik, kendisine gereken önem vermeyen, gelişime kulaklarını tıkayan, değişen koşulları görmemekte ısrar eden herkesi, devrimciler dahil, yıpratarak ve gerileterek “cezalandıran” bir olgudur. SSCB’yi ele alalım. Bugün SSCB’nin yıkılışında rol oynayan iç ve dış faktörler geniş olarak tartışılmakta olup hepimiz çöküş esnasındaki Gorbaçov önderliğinin ihaneti üzerine odaklanıyoruz. Ortada bir “ihanet”in olduğu kesindir; ancak bu denli devasa bir çöküşün sadece birkaç kişinin ihaneti ile gerçekleşemeyeceği ortadadır. Dolayısıyla gene diyalektiğe başvurmamız, değişim ve gelişim sürecine bakmamız gerekmektedir.
SSCB 1930’ların başında Stalin’in önderliğinde neredeyse “ikinci bir devrim” sayılacak kadar köklü bir dönüşüm geçirdi ve geri bir tarım ülkesinden dev bir sanayi ülkesine dönüştü. Amaçlardan biri, SSCB’yi emperyalist sistemin saldırganlığına karşı dayanabilecek güce kavuşturmaktı. Bu süreç ağır sanayiye, altyapıya, eğitime ve halkın sadece en temel tüketim ihtiyaçlarına (konut, giyim gibi) öncelik tanınan, tartışma yerine birliği ve devrimci heyecanı öne çıkaran bir tür “savaş ekonomisi” idi. Bununla SSCB devasa bir atılım yapmakla kalmadı, Nazizmi neredeyse tek başına yendi ve sosyalist bir dünya sisteminin kurucusu oldu.
Ancak 1950’lere gelindiğinde koşullar ve toplum değişmişti. Eski siyasi-ekonomik çerçeve yetersiz kalıyordu. Zafer kazanan ve temel ihtiyaçları karşılanan Sovyet halkları daha kaliteli bir tüketim seviyesine, siyasette ise emekçilerin direkt siyasi katılımının arttığı, Partinin ve tek tek partililerin içinden çıktıkları işçi sınıfına hesap verdikleri bir yapıya ihtiyaç duydular. Son yapılan araştırmalar, bizzat Stalin’in ölümünden evvel bir tür reform planı üzerinde çalıştığına işaret etmektedir. Ancak onun ölümünden sonra yapılan yegane “reform” Kruşçev’in Stalin’e yönelik karalama ve hakaret kampanyası oldu. Mevcut yapıya hiçbir değişiklik yapılmadı. Uzaya füze yollayan Sovyet halkı ayakkabı, tuvalet kağıdı, hatta ekmek için kuyruklar yapmaya devam etti. Siyasette partililerin hataları, hatta yolsuzlukları, tıpkı savaş dönemindeki gibi “kol kırılır, yen içinde kalır” ya da “şimdilik düşmanlara malzeme vermeyelim” mantığıyla hasıraltı edildi; bu da sosyalizmi ideolojik planda daha da yıprattı. 1980’lere gelindiğinde, 30 yıldır geciktirilmiş olan reform kaçınılmaz hale geldiğinde ise, revizyonist bir ekip, kitlelerde var olan “değişim” özlemini istismar ederek, zaten içten içe yıpranmış olan siyasi yapıyı ve ülkeyi yıkıma sürükledi.
Burada odaklanmamız gereken nokta, koşullar değiştiği zaman komünistlerin de örgütlenme ve çalışma tarzlarını değiştirmeleri gerekliliğidir. 1920’lerde “savaş komünizmi”nden NEP’e geçen Lenin, 1930’larda NEP’ten planlı ekonomiye geçen Stalin tamı tamına bunu yaptılar ve başarılı oldular. Stalin sonrası önderlik ise, ta 1930’larda kurulmuş bir yapıya ve onun geçmiş başarılarına sırtını dayayarak değişime kulaklarını kapadı, ona engel oldu ve oluşan yıpranma zaman içinde bir krize dönüşerek 1990’daki çöküşe zemin hazırladı.
Değişimin Motoru: Karşıtların Çatışması
Diyalektik bakış bize her değişimin içinde birbiriyle çatışan karşıt güçlerin olduğunu belirtir ve bizi bunları bulmaya yönlendirir. Engels “Doğanın Diyalektiği” adlı eserinde bu olgunun tabiatta ve doğa bilimlerindeki karşılıklarını aktarır. Elektrikte artı ve eksi kutuplar, kimyada analiz ve sentez, matematikte diferansiyel ve entegral hesap, biyolojide ise çevre koşulları ve ona uyum sağlamak için savaşan türler bu konudaki sayısız örnekten birkaçıdır. Marx ise, Engels’le birlikte tarihteki gelişmenin itici gücü olarak sınıf mücadelesini tespit etmiş, aynı şekilde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi formüle etmiş ve bu çelişkilerin tanımı üzerinden tarihi materyalizm bilimini inşa etmiştir.
Diyalektiğin devrimciler için taşıdığı önem tam da buradadır. Değişimi ve gelişmeyi hızlandırmak isteyen her devrimci, bu değişimden yana olan unsurlarla, ona zıt olan ve değişimi durdurmak isteyen unsurları görmek, teşhis etmek, ve mücadelesinde destek vereceği tarafları doğru seçmek durumundadır. Toplumları değiştiren insanlar ya da örgütler değildir; aksine liderler ve örgütler ancak toplumda var olan dinamiklere dayanarak ve onlara yol göstererek değişimi mümkün kılarlar. Burada mühim olan tüm çelişki ve zıtlıkları görmek, aralarındaki ilişkiyi analiz etmek ve doğru bir önceliklendirme ile, doğru zamanda doğru tarafa destek vererek toplumsal değişimin önünü açmaktır.
Türkiye’yi ele alalım. Sosyalizmi kurmak isteyen komünistler ve devrimciler için temel alınacak çelişki, Türkiye işçi sınıfı ile işbirlikçi yerli burjuvazi arası çelişki, emek - sermaye çelişkisidir. Ancak toplumumuzda bunun yanı sıra biz dizi başka çelişki de mevcuttur. Yoksul ve orta köylülük ile tarım tekelleri ve büyük toprak sahipleri arasındaki çelişki, hayatta kalma savaşı veren küçük işletmeler ile tekeller arası çelişki, Kürt halkı ile onun haklarını inkar eden şoven devlet yapısı arası çelişki, aynı şekilde bir uyanış ve kimliğine sahip çıkma sürecinde olan Çerkes, Laz ve Ermeni halkı ile üniter ulus-devlet yapısı arası çelişki, ülke kaynaklarını sömüren ABD ve Avrupa emperyalizmi ile Türkiye halkları arası çelişki, entelektüel hayatta gerek resmi Kemalist ideoloji, gerekse gerici Türk-İslam sentezi ideolojisi ile demokrat aydınlar arası çelişki, onurlu mesleki koşullar için mücadele eden mühendisler, doktorlar, avukatlar ile çarpık kapitalist ekonomi arası çelişki, içinde yaşadığı doğayı korumak isteyen köylülük ile onu talan etmek isteyen yerli burjuvazi arası çelişki..
Komünistler, sadece çelişkileri alt alta sıralamak değil, bunların arasındaki ilişkiyi de analiz etmek zorundadır. Temel aldığımız işçi sınıfının mücadelesi son 80 yıldır baskıcı ve faşizan devlet aygıt tarafından baskı ve zulüm yoluyla geriletilmeye çalışılmıştır. Öte yandan Kürt halkı verdiği silahlı mücadele ile aynı aygıta ciddi darbeler vurmakta ve onu geriletmektedir. Dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi, toplumsal değişim mücadelesinde Türkiye İşçi Sınıfının şu anda doğal ve en güçlü müttefikidir. Aynı şekilde emekçi halkı ideolojik kontrol altında tutmak için devletin kullandığı Kemalist ideoloji ve Türk-İslam sentezine karşı verilen mücadele de, işçi sınıfının mücadelesi ile ayrılmaz biçimde bağlıdır. İşçi sınıfının mücadelesinde en güçlü düşman olan devlet aygıtına darbe vuran, onu gerileten tüm diğer unsurlar, yani demokrat aydınlar, özgürlük arayan halklar, çevre mücadelesi veren köylüler bu kavgada komünistlerin destek vermesi gereken dinamik güçleri oluşturmaktadır. Bu diyalektik bakışı reddederek, örneğin Kürt halkının mücadelesinin işçi sınıfına katkısını görmezden gelerek kendinden menkul bir “işçi sınıfı mücadelesi” vermeye çalışanlar, emekçi halkı ciddi bir devrimci destekten yoksun bırakmakta ve fiilen burjuvazinin değirmenine su taşımaktadır.
Diyalektik İnkar: Doğru Olanı Al, Yanlış Olanı Kesip At
Geleneksel felsefede “inkar” demek, bir görüşü ya da olguyu toptan yok saymak, onu tümüyle yanlış bularak karşına almak demekti. Bu mantıkla materyalizm idealizmi “inkar” eder, rasyonalizm ampirizmi “inkar” ederdi. Diyalektik yaklaşım ise, “inkar” kavramına yeni bir tanım ve içerik kazandırdı. Diyalektik için inkar, olumlu yönlere sahip çıkarak aşmak demektir. Bir düşünceyi “diyalektik olarak inkar etmek” şudur:
1) O düşünce sistemi (ya da olgu) içinde mantıklı, rasyonel, hayatın gerçeğine denk düşen unsurlar varsa onları tespit et.
2) Bu unsurları, o sistemin içinden kopararak kendi düşünce sistemine yerleştir.
3) Bunları kendi düşünce sistemin içinde yeniden tanımlayarak kendi sistemini zenginleştir.
Marx bu mantıkla Hegel’i “inkar” etmiş, onun idealizmini reddederek diyalektik yöntemini kendi sistemine monte etmiştir. Aynı şekilde Adam Smith, Ricardo gibi burjuva ekonomistleri “inkar” etmiş, onların kapitalizmi olumlayan çıkarımlarını reddetmekle birlikte değer teorisi, ücret, karlılık gibi konulardaki bilimsel tespitlerini alarak bunu işçi sınıfının mücadelesine kazandırmıştır. Lenin, küçük burjuva devrimcisi olarak tanımladığı Narodnikleri bu anlamda “inkar” etmiş, onların işçi sınıfını yok sayan yaklaşımlarını reddetmekle birlikte, merkezi ve disiplinli bir örgüt, hayatını devrime adamış profesyonel bir çekirdek ve her türlü mücadele yöntemini ustalıkla kullanan çalışma tarzını işçi sınıfının mücadelesi ile birleştirerek Leninist Partiyi tanımlamıştır.
Bugün bizlere de düşen budur. Yeni bir olgu olan “sosyal medya” konusunu ele alalım. Geçtiğimiz sayılarda Mazhar Denizli arkadaşımız bu konuyu ele alarak, “sosyal medya devrimciliği” denen hastalığı doğru bir şekilde teşhis etmiştir. Hayatın içinde ve yüz yüze hiçbir örgütlenmede yer almayan, sosyal medyada “like” ederek siyaset yaptığını zanneden çarpık anlayışların nereye vardığı bellidir. Öte yandan sosyal medya, devlet aygıt için de harika bir kontrol aracıdır. Eskiden aranan bir devrimcinin “arkadaşları kimlerdir“ diye kapı kapı dolaşan polis, şimdi tek bir tuşla bir şahsın bütün ilişkilerinin listesini çıkarabilmektedir (belki de Facebook’un ABD’de yaratılma amacı buydu) Öte yandan sosyal medya, devletin ve tekellerin kontrolündeki geleneksel medyanın sakladığı, örtbas ettiği gerçekleri anında açığa çıkarabilmekte, artık hiçbir gizli suç ya da cinayeti kamuoyundan uzun süre saklamak mümkün olamamaktadır. Bu durumda tavrımız ne olmalıdır?
1) Sosyal medyanın, gerçekleri halka açıklamak ve yaymak için sağladığı güçlü olanağı görmek ve kullanmak
2) Öte yandan sosyal medyanın asla gerçek, fiziksel, yüz yüze bir örgütlenmenin ve sokak eyleminin yerini tutmayacağını görmek, bu tarz bir örgütlenme ve çalışmayı her zaman başa koymak
3) Bu tarzda bir örgütlenmeyi sürdürürken sosyal medyayı “halka gerçekleri açıklama ve yayma” aracı olarak kullanarak klasik örgütlenmemizi zenginleştirmek, güçlendirmek
Bu yaklaşım, burjuvazinin insanları pasifleştirmek ve kontrol etmek için kullandığı bir silahı, devrimci mücadeleyi güçlendiren bir araç haline getirmeyi mümkün kılacaktır.
Diyalektik bakışın bize teoride ve pratikte sağlayacağı olanakların zenginliği neredeyse sonsuzdur. Her olumsuzluktan olumlu bir yön çıkarmayı mümkün kılan diyalektik, elimize verilmiş mucizevi bir silahtır ve bu silahı sonuna kadar kullanmak, önümüzdeki dönemde başarımızı belirleyecek temel unsurlardan biridir.