Hayatın İlmeğinden
8 Mart 1857...
Ezbere biliriz, bilirsiniz. Tarihsel süreç, erkek egemen toplum ve devlet yapısında sadece biliyor olmayı öğretti. Anmak ve anımsamak çok şeydir elbet. Ancak, yeni bir dünya düşü, komünizm hedefi olanlar için her şey olmamalı. Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için dün ve bugün savaşan, “kadınlar” var. Toplumların ve dünyanın yarısı kadınlar...
İkinci Enternasyonalin öncü komünist militanlarından, Spartakist Birliğin ve Almanya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Clara Zetkin’in girişimiyle II. Enternasyonal’in, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda 129 yoldaşını aynı eylemde yitiren New York’lu kadın tekstil işçilerinin grevi anısına ölümsüzleşmiştir.
O günden bugüne emekçi kadınların, kadının kurtuluşu ve sınıfsal mücadelesinin kaldıracıdır 8 Mart.
O günden bugüne ağırlaşan ve artan sorunlarla mücadelede olduğu kadar sınıfsal mücadelede de kadının konumunun belirlenmesinde ilk pratik adım olmuştur.
Kadının özgürlük arayışı, bir bütün olarak kapitalizmin insana ve yaşama dayattığı eşitsizliklerden ve sınıf temelinden bağımsız değerlendirilemez. Kadın sorununun gündemi de mücadelesi de sınıfsal bilinçle ortaya çıkmış, proleter kadınların tarihsel süreçte canı pahasına ortaya koyduğu eşitsizliğe vurgu, bugünün kapitalist toplumunda en yakıcı gerçekliktir. Cinsiyet temeli üzerinden kapitalizmin ürettiği ve kendi üretim ilişkileri ve işleyişine uygun düşen ve beslenen bu eşitsizlik, sınıf mücadelesi içinde de nasıl oluyor da kadını ikincil konuma düşürüyor? Nasıl oluyor da mücadele içinde kadının varlığı, sömürü düzeni algısının bulaşıklığına yeniliyor? Nasıl oluyor da; evde, işte, sokakta en yakınındakinden bile şiddet ve ölüm solutuluyor kadın? Proleter erkek, komünist erkek, nasıl oluyor da burjuvazinin tanımladığı konumunu içselleştiriyor kadına karşı? Nasıl oluyor da aynı proleter, komünist kadın, tüm cinslerinin adına bir mücadele içinde iken bile eylemsiz kalıyor olana, olanı nasıl oluyor da erkeği karşısına alarak çözme yolu arıyor?
Zor sorular elbet... Zorluğu teoriden değil, pratikten, hesaplaşmak gerektiğinden, karşıtındakilerin kendiyle hesaplaşma derdi olmamasından, kapitalizmle baş etmenin çıkmazlarından, itilmek ve ötekileştirilmekten kaynaklanıyor.
Kadın sorunu sınıfsal ve siyasaldır. Çünkü;
“Burjuvazi, pek çok şeyde olduğu gibi, eline geçirdiğini özüne dokunmadan sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmekte, kendi dünyasına uydurmakta pek becerikliydi. Kadın sorununda da öyle yaptı. Miras aldığı erkek egemenliğinin özüne dokunmadan, onu kendi egemenliğinin bir aracına dönüştürdü; sermayenin hizmetine koştu.”
Kapitalist üretim ilişkileri, toplumsal yaşamı şekillendiren üst yapısal kurumlar, sistemin yeniden üretiminin güvencesidir. Sömürüye ve bunun egemenliğine dayalı geçinme biçimleri, erkeğin ve kadının rolünü de belirler. Proleterya ve emekçilerin bu düzen içerisindeki rolleri değişmez bir şekilde, eşitsizliği yeniden üretir.
Kapitalist düzenin değiştirilemez konumu, emek sömürüsünü, kadının ezilmişliğini, kadına yönelik şiddeti süreklileştirir. Yani sömürü, her türlü eşitsizlik ve kadına yönelik şiddet kapitalist sistemin yapısına içkindir. Proleter kadınlarla burjuva kadınlar arasında, bu ezilmişlik ve sömürüde nicel farklılıklar vardır.
Ezilmişliğin, sömürünün ve şiddetin, bu karşıt iki sınıfın kadınları arasındaki açı farkı yaşam biçimi ve olanaklar çerçevesinde bakıldığında oldukça geniştir. Üretken emek veya ucuz ve yedek işgücü olarak sömürülen proleter kadındır. Ev içi kölelik yine proleter kadının kaderidir. İşverenin kölesi olan erkek, evde proleter kadının patronudur. Şiddet, cinayet istatistikleri, proleter kadını işaret eder. Namus, töre, boşanma isteği proleter kadına ölüm getirir, hem de kendi sınıfının erkeğidir faili ve meçhulu...
Geçmişte kadına yönelik şiddet ve ölümler, namus ve töre cinayetleriyle adlandırılıyordu. Egemen kültürün, proleter sınıf içinde pompaladığı alt kültür normları, tek yönlü olarak kadına yöneliyor. Namus için kadın katledilebiliyordu. Kadın, kölesi olduğu erkeğe boyun eğmek, eğmediğinde ise şiddet görmekle yüzleşiyordu. 10 yaşında çocuk sayılan gencecik bir kadını, para karşılığı satmak, bunu evlilik olarak tanımlamak, sevgisizliği çoğaltmak, katline ferman vermektir. Kadının doğasına yönelmiş kör şiddeti olabildiğince içselleştirmektir.
Dün “töre ve namus” cinayetleri olarak başlık bulan şiddet, artık “kadın cinayetleri” olarak tanımlanıyor. Çünkü artık kadın direniyor ve hayır diyor. Bunun elbette ekonomik, siyasal ve toplumsal karşılıkları vardır.
Emek süreçlerinde, kadın istihdamı her geçen gün artmakla beraber kayıt dışı sektörlerde de kadın, sömürü sisteminin nesnesidir. Her koşulda kadının istismarı, sistem tarafından korunsa da kadının, dört duvar arasına gizlenen, gömülen çaresizlik duygusu azalmaktadır. Kadının iş yaşamında ki varlığının gittikçe görünür hale gelmesi ile ortaya çıkan katlanılabilir görece ekonomik koşullar, kadının erkeğe olan bağımlılık ilişkisini sorgulatmaya yönelmekte, en azından erkek egemenliğine yönelik bir kalkışmayı mümkün kılmaktadır.
Yine uzun yılların uğraşı ve kadın hareketlerinin sözünün gündemleşmesi, kapitalist sistem işleyişi içinde bahsi geçebilecek, yaşamsal ilişkilerin hukuksal tariflerinde bir takım kazanımları getirmesi, pozitif ayrımcılık yönünde etkili olmuştur.
Gittikçe artan kadın cinayetlerinin tetikçisi olan erkeklerin, çözümsüzlüğünün karşısına kadını konumlaması da cinayetlerin kendisi kadar vahimdir.
Erkek, ataerkil düzenin inşasından, kapitalizmin bugününe değin, baştan sona ‘’gücü’’ temsil ettiğine inandırılmıştır. Dışarıdaki geçim için üstlendiği rol ve bu yanlış bilinç, ev içinde sahipliğe, bu sahiplikte, kadına ve çocuğa tahakkümün kaynağına dönüşmüştür.
Tüm sömürü sisteminin bekası, kadın üzerinde uygulanan şiddette korunuyor. Üstelik bu şiddet, sokakta, işyerinde, evde kol geziyor. Kapitalizmin insanın doğasına aykırı konumlanışı ile, sömürünün nesnesi olan erkek, üzerindeki baskıyı, bir diğer nesnesi olan kadına yönelik şiddet ve cinayetlerle yansıtırken, ezilmişliğin çifte sömürüsü altında kalan kadının en ufak yaşam hakkı talebi, erkeği de ilgilendiren, bir özgürlük talebi olarak değerlendirilmek yerine, sistemin ve erkek egemenliğinin bekası için, kocası, kardeşi abisi, kardeşi, sevgilisi, v.b tarafından cezalandırılmaktadır.
Bu insanlık dışı saldırı, kapitalist sistemin dayattığı davranış modellerinin, erkekte prototipleşmesidir. Erkek üzerindeki bu ağır baskı, kadına yaşam hakkını nasıl dar edebilir düşünün?
Kapitalizmin erkek egemenliğini kurumsallaştırmış olması, sömürü sisteminin yeniden üretiminin, devamının koşulu olan aile tanımlaması, erkeğin ve kadının doğasını bozan ilişki biçimleri ve normlarının bugün en çarpıcı sonucu, kadın cinayetleridir.
Üretim araçlarının gelişmesi üretim ilişkilerini de değiştirmektedir. Kapitalizmin devamlılık yasalarına karşın üstyapısal kurumları çözülmeye başlamaktadır. Devlet otoritesinin olmadığı bir evlilik ya da aile kurumu olamaz. Ailenin korunması kapitalizmin, ataerkil ve miras hukukuna dayalı varlığının güvencesidir. Kadının çifte sömürü ve sözde ekonomik bağımsızlığı söylemine rağmen, üretimin içinde olması bir takım talepleri olduğunu dillendirebilmesi, boşanmaların giderek artması sistemi zorlamaktadır. Kapitalizm var oldukça kadın cinayetleri de yıldan yıla artmakta, daha da önemlisi devletin bu şiddet ve cinayetleri önleyici hiçbir tedbir çabasının olmaması da aslında kadının özgürleşmesi yerine “evlilik ve aile kurumu içinde kalması” dayatmasından başka bir şey değildir.
Burjuvazinin üstünden miras hukukunu işlettiği, kendi hegemonyasını tüm topluma yaymakta aracı kıldığı, yedek iş gücü deposu olarak eve kapattığı kadınların eviçi emeğine bedava el koyduğu bu birim, bu kadar yükü kaldıramadı ve çekirdek aile insanların pasif direnişleriyle çözülmeye başladı.
Emekçiler açısından yabancılaşmış toplumsal ilişkiler ağından bir nebze uzaklaşarak sığındığı bir vaha olmanın ötesinde başkaca bir anlamı olmayan çekirdek aile, insanları bencilleştiren yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin artan basıncıyla, daha kuruluşunda insani duyguların önüne geçen başka kaygıların egemen olmasıyla, giderek toplumun büyük çoğunluğu için bu anlamını yitirdi. Son çeyrek yüzyılda derinleşen büyük bir bunalıma girdi.
Kapitalizmin sosyo-ekonomik evrimi ve nesnel işleyişi, bugünkü biçimiyle aileyi günden güne çözüyor olsa da, burjuvazinin çok yönlü, öznel ideolojik-kültürel çabalarıyla onu kutsamaya, ayakta tutmaya ve güçlendirmeye çalıştığı da göz ardı edilemez. Kadın ve erkek figüranları ile birlikte bu düzen açıkça, insanın insanca yaşam istencinin en geri organizasyonudur.
Kapitalizmin çıkarları doğrultusunda, insanlar arasındaki her türlü insani ilişkiyi köleleştiren bu aile şablonu, özel mülkiyetin ortadan kalktığı koşullarda kendini tamamen yok edecektir. Bireysel cinsel aşk, özel mülkiyetin ve sınıfların ortadan kalktığı koşullarda, sadece sevgi ve beğeniye dayanacaktır. Üstelik hiçbir çıkar gözetmeksizin!
Günümüzde kapitalizmin, insanı yozlaştıran ve kendisine yabancılaştıran kültürü içinde, kadınların karşı karşıya kaldıkları fiziksel ve psikolojik şiddetin, bedeninin metalaştırılmasında içselleşmiş rolünün ya da çaresizliğinin, kapitalist pazarda, cinsel temel üzerinden hareketle bedeninin bir ürünün vitrini olarak satışa çıkarılmasının, dinsel ritüeller ve sistem içi çatışmanın, halen namus kavramı üzerinden işlenen töre cinayetlerinin insan onurunu zedeleyen ağırlığının, gelecek umudu ve amacının evliliğe endekslendiği bir algının, çözümsüzlüğün dayattığı fahişeliğin, siyasal yaşamda pozitif ayrımcılık, kadın kotası süslemeleriyle kadına zaten hakkı olan katılımı lütuf olarak sunmanın, ev kadınlarının hiçbir tarihsel süreçte ücretlendirilmeyen emeğiyle gizli işsiz kitlesi içinde yer almasının, üretime iştirak konusunda güçlüklerinin, daha da zor olanı; bunca eklektik sorunlar silsilesiyle mücadelede kadının, kendi bilincinin dışında, kendisine sunulan değil kendisinin yürüttüğü mücadeledeki özne rolünü unutmasının, kadın olma erdeminin sınıfsal bir temelle ilişkilenmesinin önündeki engeller nihai yepyeni bir toplumsal düzen içinde kalkacak olsa da sorunun bugünden bir mücadele ve verili olanın dışında, içselleşmiş yeni bir algı yaratma sorunu olduğu bilinciyle yol almak gerekiyor, omuz omuza...
Kadın sorunu bir cinsiyet sorunu değil, mülkiyet sorununun aldığı bir biçimdir. Bugün sorunu kadın-erkek eşitliği denklemi kurarak formüle etmek, sorunun tarihsel çıkışından ve özünden uzaklaşarak, sonuçlardan hareketle soruna yaklaşmaktır. Kadını erkeğin vesayeti altına sokan ya da mahkûm eden neden, kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklar veya eşitsizlik değil, üretim ilişkilerinin aldığı biçimdir. İşbölümü ve mülkiyet ilişkisine dayanan toplumsal koşullardır.
Kadın ve Erkeklerin hayatını,
Bizi birleştiren kelimeyle,
Birleştirmek lazımdır.
“YOLDAŞLAR” V.Mayakovski
... ve bildiğiniz tüm ezberlerinizi, hemen şimdi ve yeniden üretin... İdeolojik, toplumsal, pratik ve yaşamsal tüm alanlarda, komünist bilinci içselleştirmiş bireyler, gruplar, hareketler ve partiler olarak; arka bahçelerinizi, lütuf gibi terk ettiğiniz tüm kadınları, yoldaşlığınızla kucaklayın... Bizler olmadan yarına yürüyemezsiniz
Gecenin Şalı
Alacakaranlığı o derin gecenin,
Gebeyken günün ilk ışığına,
Ağırdır örtülen şal hürriyetine,
Delmek istersin her bir ilmeğinden,
Kamaşsın diye görmeyi unutan gözlerin...
Yırtmak istersin o simsiyah perdeyi,
Kuytunda tutuşan aydınlığa
Kavuşsun diye taşlaşmış bedenin...
El yordamıyla tutunduğun o cılız,
Seni sen yapan ne varsa ruhunda,
Büyüsün istersin seçerek ve bilerek,
Yüzünü döndüğün insan aydınlığında...
Ağıdına, kavgana, halayına ve aşına,
Kan damlatırlar, için çekilir sanırsın,
Vuramazsın neşteri o kirli o verili,
Hayatın sana çizilen çemberine...
Gün gelir sökülüverir birden,
Farkına varırsın kuşatılmışlığının,
Belki çok basit belki çok ağır bir bedelden,
Şahlanıverir direncin ve çırılçıplak kalırsın...
Doğayla arandaki alışverişten sınırsızlığın
çıkar,
Kaldırırsın o sahte aracıları belleğinden...
İşte orada başlar hürriyetin,
İçine sığmaz olur, taşarsın artık çemberinden...
Seni acılar, seni ölümler, seni işkenceler,
Seni sokaklar çağırır ya direngen...
Bilmelisin, çekilmiştir ve çekilecektir de,
Önce tarifsiz şimdi anlaşılır gelen,
Hep arkandan vurulduğun ihanetler,
Sıraya girer bir bir hesaplaşmak istersin...
İçini acıttığıyla yetindiklerin şimdi,
Birlikte yürüdüğün olmuştur unutmadan,
Bir an bile bir tek tarihi bile unutmadan
hem de...
Ta ki ;
Aşının, ekmeğinin, hürriyetinin üzerine,
Örtülü o simsiyah şal kalkıncaya değin...
Unutmadan direnmektir yaşam...
Ve o gün geldiğinde;
Serinde, yüreğinde, ruhunda işlenen,
O nakışlı sandık açılacaktır yeniden...
Aşk çıkacaktır,
Sevgi çıkacaktır,
İnsan çıkacaktır,
Ezilen ve sömürülen yanların çıkacaktır,
Ezmemeye yemin eden...
Şölenli bir hayat çıkacaktır...
İliklerine nakış nakış işlenen...
O simsiyah şal...
Uzandığın eller ve yüreklerle kalkacaktır...
Hürriyetinin üzerinden...
Bu yazı, ömrünü mücadeleye vermiş, tüm cesur kadınlara ve bu mücadelede omuz omuza yürüyen erkeklere ithaf edilmiştir. 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” kutlu olsun...