Ortadoğu: 21. Yüzyıl’ın Barut Fıçısı
2011’de Arap dünyasındaki kalkışmalar başladığında, demokratik kamuoyunda ve devrimci güçler arasında emperyalistlerin işbirlikçisi olan Arap despotlarının peş peşe alaşağı edilecekleri ve demokratik dönüşümlerin başlayacağına dair umutlar ifade edilmekteydi. Hatta kimileri, kalkışmaların birer “devrim” olduklarını iddia ediyorlardı. 2015’in Arap dünyasına baktığımızda ise, sadece bu umutların yerlerinde yellerin estiğini değil, çok daha ürkütücü bir resmi görmekteyiz: Ortadoğu kann denizine dönüşmüş durumda. Libya ve Irak devletleri çözülme sürecinde. Lübnan, Suriye ve Yemen de benzer bir sürece sokulmak üzereler. Mısır’daki Sisi diktatörlüğü ülkedeki, özellikle Sina Yarımadası’ndaki yangınla baş edemiyor. Kangren olmuş Filistin sorunu yeni trajedilere gebe. Arap dünyası, artık sayılarının dahi bilinemediği kanlı ihtilaflarla cebelleşiyor. İrili ufaklı sayısız cihatçı çete tüm Ortadoğu’ya –Paris saldırılarında görüldüğü gibi, Avrupa’ya da – dehşet ve korku yayıyor. Kısacası Ortadoğu, alevlerin ortasına bırakılan bir barut fıçısını andırıyor. Fıçı alev aldığında bölgenin, hatta tüm dünyanın yangın yerine dönmesi uzak bir ihtimal değil.
Dünyanın en büyük enerji taşıyıcısı kaynaklarının bulunduğu ve bu nedenle yaklaşık iki yüz yıldan beri devam eden emperyalist sömürünün yarattığı ihtilafların neredeyse onarılamaz yaraları açtığı bölge, aslında kısa bir zaman öncesine kadar farklı dinlerin ve mezheplerin –tamamen ihtilafsız ve tam barış içinde olmasa da– yaklaşık 1.500 yıldır yan yana yaşadıkları bir coğrafyaydı. Bilhassa Suriye, Baas rejiminin despotluğuna rağmen, bu yan yana yaşamın örnek bir ülkesiydi. Ancak başta emperyalist güçler olmak üzere, büyük güçler arasındaki sert rekabet ve bölgenin özgün bir özelliği olarak bölgedeki egemen güçlerin bölge üzerindeki hegemonya için giriştikleri çatışmalar, yan yana yaşamı bitiren ve stratejik vekâlet savaşlarını tetikleyen faktörler oldular. Jeostratejik ve jeoekonomik önemi nedeniyle başat aktörlerinin geri adım atmamakta kararlı oldukları bölgenin barut fıçısı hâline dönüşmesinin temel nedeni bu rekabet ve hegemonya çatışmalarıdır. Görüldüğü kadarıyla barut fıçısının fitilini ateşlemeye en yakın aday da mezhepçilik olmuştur.
Mezhepçi Çatışma Laboratuvarı: Irak
21. Yüzyıl’da dinlerin ve mezheplerin yan yana yaşamının temeline konulan ilk etkili dinamit 2003 Irak işgali sonrasında ABD emperyalizminin Irak’taki uygulamaları oldu. Dönemin ABD’li işgal valisi Paul Bremer Irak’ın “Baasçılıktan arındırılması” kisvesi altında Irak devlet kurumlarını mezheplere göre örgütlemeye başlamış ve merkezi hükümetin en önemli makamlarına Şiileri yerleştirmişti. Böylelikle “laik diktatörlük” olarak da nitelendirilen Baasçı devlet aparatı tamamen parçalanmış ve mezhepçi ayrışmalar hız kazanmıştı.
İktidarın büyük ölçüde Şiilere verilmesi, zaten 1990’dan beri devam eden ambargolar sonucunda yoksullaşan ve ciddi ekonomik sorunlar yaşayan Irak halkları arasında (özellikle Sünni nüfus arasında) merkezi hükümete karşı olan güvensizliği ve ayrışmayı derinleştirerek, daha sonraları ülkeye giren cihatçı çetelerin Sünni nüfus arasında destek bulmasına yol açtı. Yaygınlaşan yolsuzluk ekonomisi ve Şii yöneticilerin keyfi uygulamaları, Sünni aşiretleri Saddam Hüseyin’e bağlı ordu yöneticilerinin işbirliğine girdiği cihatçı çetelere yönlendirdi.
Buna karşın, bilhassa eski başbakan Maliki döneminde bir özel ordu biçiminde oluşturulan Şii milisleri, mezhep ayrışmalarını derinleştiren bir faktör hâline geldiler. Irak’ın resmi ordusu ise tam anlamıyla işlevsizleştirildi. Bölgeyi yakından tanıyan uzmanlar tam da bu nedenle 2014 Haziran’ında yaklaşık 400 kişilik bir DAİŞ çetesinin 20 bin askerin ve binlerce polisin bulunduğu Musul kentini tek kurşun dahi atmadan ele geçirmesinin bir tesadüf olmadığını belirtiyorlar. Irak devlet aparatının mezheplere göre örgütlenmesinin belki de en ironik yanı, işgal esnasında tek hedefi o zamana kadar Irak devletine ait olan enerji sektörünü özelleştirmek olan ABD emperyalizminin bu uygulamasının, bizzat stratejik rakip olarak gördüğü İran’ın bölgedeki etkinliğini artırmasına yaramış olmasıdır. Günümüzde “Şii yayını” İran, Suriye hükümeti, Lübnan Hizbullahı ve Irak merkezi hükümetinin oluşturduğu genel kanı hâline gelmiştir. Sonuç itibariyle ABD emperyalizminin 2003 sonrasında Irak laboratuvarında uygulamaya soktuğu mezhepçiliğin günümüz Ortadoğu’sunda etkin bir egemenlik ve ihtilaf aracına dönüştüğünü tespit etmek durumundayız.
Vâhhabî Despotluğunun Rolü
Ortadoğu’nun içinde boğulduğu mezhepçi çatışmaların en büyük kışkırtıcısının Suudi Arabistan olduğu biliniyor. Daha önce de yazdığımız gibi ABD emperyalizminin sadık taşeronu olan Suudiler onlarca yıldan beri dünyanın muhtelif ülkelerinde Selefi grupların ve islamist-cihatçı çetelerin finansörlüğünü yapıyor, ki özellikle cihatçı terör örgütlerini desteklemekte zengin tarihsel deneyimlere sahipler. Suudi Arabistan bugüne kadar kurduğu vakıflar ve enstitüler, verdiği öğrenci bursları, farklı ülkelerdeki camii inşaları, devlet bütçesinden ayırdığı devasa destek fonları ve oluşturduğu “İslami” finans kurumlarıyla kendi devlet ideolojisi olan gerici Vâhhabîliği dünyaya yaymaya ve dünya çapında etkin bir Vâhhabî-Selefi ağı oluşturmaya çalışıyor.
Suudi despotların bu çabalarının hedefi sadece İslam dünyasında gerici Vâhhabî ideolojisini yaymak değil elbette. Asıl hedefleri, bölgedeki hegemonik çıkarlarını savunmak. Örneğin Mısır’da ordunun Müslüman Kardeşlerin adayı olarak seçilen başkan Mursi’ye karşı gerçekleştirdikleri darbeyi Suudi Arabistan’ın desteklemesi, yüzeysel bir bakışla çelişki gibi görülebilir. Darbenin hemen ertesi günü darbeci Sisi’ye 12 milyar Dolar yardımda bulunan Suudiler bu şekilde Arap dünyasında önemli bir toplumsal hareket hâline dönüşmüş olan Müslüman Kardeşlerin etkinlik alanını daraltabildiler. Aslında yabancı sermayeye karşı çıkmayan ve neoliberal politikaları onaylayan Müslüman Kardeşler emperyalist güçler tarafından “ılımlı İslam gücü” olarak görülmekte ve Katar Emirinin mali desteklerini almaktaydılar. Ancak Müslüman Kardeşlerin 2011 sonrası Mağrip’ten, Filistin’de Hamas’a ve Türkiye’de AKP’ye kadar etkinlik kazanmaları, zaten hareketi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak gören Suudi despotların Müslüman Kardeşlere karşı harekete geçmelerine neden oldu.
Suudiler ile Müslüman Kardeşlerin arası özellikle 1990 2. Körfez Savaşı esnasında kapanmamak üzere açılmıştı. Müslüman Kardeşler Saddam Hüseyin’e destek verirlerken, Suudiler topraklarını ABD işgal ordusunun harekâtına açmışlardı. Kaldı ki Müslüman Kardeşlerin iktidar stratejisi olarak parlamenter sisteme oynamaları ve Tunus ile Mısır’da başarılı olmaları, Suudi despotları yeterince rahatsız ediyordu. Bugün, tüm ortaklıklarına rağmen, Suudiler, AKP ve Katar arasında Müslüman Kardeşler konusunda çelişkiler sürmeye devam etmektedir.
Çıkarlar ve Çelişkiler Birliği
Bu çıkar örtüşmeleri ve çıkar çelişkileri birliğinin yarattığı karmaşıklığın sonuçlarını Suriye’de de görmekteyiz. Gerek Suudiler, gerek AKP, gerekse de Katar Ortadoğu’nun son laik rejiminin yıkılması konusunda hem fikirler. Ancak bu ortak hedefin arkasında ciddi çelişkiler söz konusu. AKP neo-osmanlıcı heveslerle Suriye’yi kendi etki alanına çekmek isterken, Katar Suriye’yi kurmak istediği doğalgaz boru hattı için kontrolü altına almaya çalışıyor. Katar şu anda dünyanın en büyük likit doğalgaz üreticisi. Üretimi son derece masraflı olduğundan, Suriye’den geçip Türkiye’ye ulaşacak yeni bir doğalgaz boru hattının Katar’ın kârlarını katlayacağı hesaplanıyor. Katar bu nedenle Suriye’de AKP ile eşgüdüm içerisinde Müslüman Kardeşler çizgisindeki cihatçı çeteleri desteklerken, Suudiler El-Nusra-Cephesini destekliyor. Suudilerin DAİŞ’e yönelik desteklerini burada saymaya gerek yok.
Diğer yandan Suudileri, AKP ve Katar’ı birleştiren bir diğer hedef de İran’ın bölgedeki etkinliğini sınırlamak ve geriletmek, ki bu hedefi gerçekleştirmek için Suudiler İsrail ile stratejik ortaklığa da girmiş durumdalar. İran ise bu girişimlere karşı kendi önderliğindeki “Şii Yayını” ayakta tutmak için Suriye’de doğrudan iç savaşa katılıyor. Bölgedeki hegemonik konumunu korumak ve geliştirmek isteyen ABD emperyalizmi ile kendi toprakları dışındaki yegâne deniz üssünü kaybetmek istemeyen Rusya’nın angajmanlarını da düşünürsek, Suriye’nin tam anlamıyla vekâlet savaşlarının muharebe alanı hâline geldiği söyleyebiliriz.
Suriye’deki durum bilhassa emperyalist güçler açısından giderek içinden çıkılamaz bir bataklığa dönüşüyor. Bugün ABD öncülüğündeki “Anti-İslam Devleti-Koalisyonu” içinde DAİŞ’e karşı sözüm ona mücadele eden ülkeler, DAİŞ’in ortaya çıkmasına bizzat neden olanlardır. Kısa bir süre önce basına sızan bazı belgeler, ABD yönetiminin “Dış İlişkiler Konseyi” CFR’ın 2012 Ağustos’undaki “Özgür Suriye Ordusu’nun disiplinli, dini heyecana sahip, deneyimli, Körfez’deki Sünni sempatizanlarının maddi desteğini alan ve öldürücü sonuçlar elde eden El Kaide’ye ihtiyacı var” tavsiyesine uyduğunu ve “Suriye ve Irak’ta farklı grupları birleştirebilecek bir İslam Devleti kurulması olumlu bir opsiyondur” kararını uygulamaya soktuğunu kanıtlıyor. Bunun dışında “ılımlı muhalifleri sahaya sürmek için” ABD ve Türkiye tarafından geliştirilen “Eğit-Donat” programının akıbeti ise biliniyor. Yani Putin’in Antalya G20 Zirvesinde “burada DAİŞ’i destekleyenler var” demesi boş laf değil.
Emperyalist güçler ile işbirlikçi despot rejimlerin destekledikleri cihatçı çetelerin, bilhassa DAİŞ’in günümüzde Goethe’nin “Der Zauberlehrling” (Sihirbaz Çırağı) adlı eserindeki “çağrılan, ama kovulamayan hayaletler” hâline gelmeleri, tarihin bir cilvesi gibi. Bu açıdan Paris katliamının asıl sorumlularını önce Washington, Brüksel, Riyad ve Ankara’da aramak gerekiyor.
“Yemen Yemen, Toprakları Kanlı Yemen...”
Mezhep çatışmalarının iç savaşa dönüştüğü bir diğer ülke ise Yemen. Aslında Yemen’deki ihtilafın temelinde yoksulluğa ve bölgesel eşitsizliğe karşı başkaldırılar yatıyor. Ülkenin kuzeyindeki yaygın yoksulluk ve sefalet uzun zamandır toplumsal gerilimlere yol açıyordu. Batı’daki burjuva basınında “fidye için adam kaçıran feodal aşiretler ülkesi” olarak nitelendirilen Yemen’de rehineler üzerinden elde edilen fidye gelirlerinin büyük bölümünün, ABD ve Suudi Arabistan’ın işbirlikçisi Hadi yönetiminin Şii bölgelerine yatırım yapmaması nedeniyle okul, sokak ve hastane inşaatlarında kullanıldığı Batı kamuoyunda bilinmiyor. Nitekim yıllardır süren bu toplumsal gerilimler Şii Husilerin silahlı ayaklanmaya yönelmelerine neden olmuştu.
Başkan Abdumansur Hadi’nin ülkeden kaçmasına neden olan Husi ayaklanması, Suudilerin Körfez İşbirliği ülkeleri, Ürdün, Fas ve Mısır’dan oluşan bir koalisyonla Yemen’deki iç savaşa müdahil olmalarına gerekçe olarak kullanıldı. Suudiler bugüne kadar özellikle sivil halkı hedef alan bombardımanlara devam etmekteler.
Husilerin Şii mezhebine mensup olmaları, ayaklanmanın asıl nedenlerinin unutturulmasına ve iç savaşın bir mezhep çatışması olduğu algısının yayılmasına neden oldu. Suudiler, daha önce 2011’de Bahreyn’de olduğu gibi, Yemen’deki iç savaşı İran’ın körüklediği propagandasını askeri müdahalelerine gerekçe olarak kullandılar. Suudi despotları Yemen’deki askeri müdahaleleriyle hem Arap Yarımadası’ndaki yegâne belirleyici egemen güç olduklarını kanıtlamayı, hem de –İsrail’in yanı sıra – bölgede ABD’nin imtiyazlı partneri olarak kalmayı sağlamak istiyorlar.
ABD ise Yemen’deki iç savaşa doğrudan katılmıyor, ama Suudi Arabistan’a yaptıkları askeri yardımlarla dolaylı yollardan yönlendirici rolünü sürdürüyor. Çünkü ABD açısından Yemen’in büyük stratejik önemi bulunmakta. Bir kere dünya çapında gemilerle yapılan petrol nakliyatının yarıdan fazlası Kızıldeniz ve İran Körfezi’nden geçiyor. Deniz nakliyat yollarının güvenliği için Yemen’in stratejik önemi son derece büyük. Suudilerin Arap Yarımadası’ndaki 20 kara, hava ve deniz üssünün yanı sıra ABD’nin Cibuti’den Yemen’e ve Oman’a kadar ve aynı zamanda İran’ı çevreleyecek düzeyde bir dizi stratejik askeri üssü bulunmakta. Sadece Yemen’e ait olan Socotra Adası’nda on bini aşkın ABD askeri, denizaltı limanı, haber alma merkezi, kıtalar arası uçuşlara uygun büyük bombardıman uçaklarının inip kalkabileceği bir havalimanı ve uzun menzilli roket atar İnsansız Hava Araçları bulunuyor. ABD emperyalizmi böylece bölgedeki üsleriyle bağlantılı olarak Socotra Adası’ndan tüm Hint Okyanusu’nu ve buradan geçen nakliyat yollarını kontrol edebilmekte. ABD için Yemen’in temel stratejik önemi burada yatmaktadır.
ABD emperyalizminin 2012’de açıklanan “Pasifik Stratejisi” temelinde İran ile yürüttüğü yakınlaşma politikasından ürken Suudi Arabistan, İsrail ile birlikte bölgede, bilhassa kendi hinterlandında hegemonik konuma gelmeye çalışıyor ve bu bağlamda da mezhep çatışmalarını bir araç olarak körüklemeye devam ediyor. Bunun yanı sıra İran’ın nükleer programına başlamasına izin verilmesini Suudi Arabistan ile Körfez ülkelerinde de kendi nükleer programlarını başlatmak için kullanmak istiyorlar. Sonuç itibariyle, nükleer silah üretimi için de eline fırsat geçecek olan Suudi Arabistan’ın bölge egemenliği için genel bir Sünni-Şii çatışmasını yaygınlaştırması, öngörülemez sonuçları olan bir şiddet sarmalının önünü açacak bir potansiyeli ortaya çıkarabilir.
Sonuç: Olasılıklar, Perspektifler
DAİŞ ile ortaya devlet biçimini kullanan yeni bir aktör çıktı. Aslında “Özel Askeri Teşekkül” olan ve heterojen bir iskelet üzerine kurulu DAİŞ, hiyerarşik yapısı, fanatik ve saldırgan birlikleri ve uyguladığı vahşi yöntemlerle zenginleşerek, taşeronluğunu yaptığı güçlerden bağımsızlaşıyor. DAİŞ, Irak ve Suriye’de kontrol altında tuttuğu bölgelerde ilân ettiği “İslam Devleti” ile Britanya ve Fransa’nın 1916’da imzaladıkları Sykes-Picot Antlaşmasını temel alan ve 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’nu emperyalist ülkeler arasında paylaştıran Sevr Antlaşması’nın sonucunda oluşan “Ortadoğu Düzenini” parçalayacak bir faktör hâline geldi. Emperyalist ülkelerin kendi çıkarlarına göre çizdikleri sınırlar, bölgedeki etnik ve dini coğrafyaları böldüğünden yüz yıldan beri süreğenleşen ve kangrenleşen ihtilaflara yol açmaktadır. Tüm bu ihtilaflar, bilhassa Kürt ve Filistin sorunları, Irak ve Libya’da tamamlanan, Suriye’de ise cihatçı çeteler vasıtasıyla gerçekleştirilmek istenen rejim değişikliği, kısacası emperyalist güçler ile bölge egemenlerinin hedefledikleri yeni düzenleme, Ortadoğu’yu patlamaya hazır bir barut fıçısı hâline getirdi.
2011’den bu yana olan gelişmelerde 20. Yüzyıl’ın kalıntısı kimi diktatör alaşağı edildi, ama farklı etnik ve dinsel gruplardan oluşan coğrafya kaosa ve barbarlığa teslim oldu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da cihatçı çeteler mezhep ve din çatışmalarını derinleştirdiler. Din ve mezhebi ulus devletin kurucu ideolojisi hâline getiren DAİŞ, tüm bombardımanlara rağmen, ayakta kalmaya ve İslam dünyasında taraftar bulmaya devam ediyor. Bununla birlikte İsrail’in ulus devlet konseptini, “Yahudileştirmesi”, yani İsrail devletini bir “Yahudi Devleti” olarak ilân etme çabası, hem Filistin sorununun çözümsüzlüğünü derinleştiriyor, hem de reaksiyon olarak Sünni-Müslümanlığın ulus devlet ideolojisine dönüştürülmesini kışkırtıyor. Emperyalist güçlerin ve bölge egemenlerinin ihtilafları “mezhepleştirmeleri” ise bu uğursuz gelişmeyi hızlandırıyor. Bu, 21. Yüzyıl’da ortaya çıkan ve antiemperyalist mücadelenin, işçi sınıfının devrimci güçlerinin dikkate alması gereken bir yeni durumdur.
Medeniyetler beşiği olarak Kabul edilen ve binlerce yıldır farklı dinleri, mezhepleri, ulusları ve etnik grupları barındıran Ortadoğu, 1915 Asuri ve Ermeni Soykırımının yüzüncü yılında tüm insanlık için tehlike içeren bir dönüşüm sürecine giriyor. Eğer 21. Yüzyıl’da ulus devletin kurucu ideolojisi olarak din ve mezhep konsepti geçerlilik kazanırsa, o zaman 20. Yüzyıl’ın tüm soykırımlarını gölgede bırakacak bir savaşlar ve soykırımlar dönemi açılacaktır. İşte tam da bu noktada DAİŞ ve benzeri çetelerin uyguladıkları vahşetin böylesi bir dönemin provası olduğu gerçeği karşısında Rojava deneyinin önemi ve sosyalizmin gerekliliği görülmektedir.
Rosa Luxemburg’un dediği gibi: “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” Günümüzün temel gerçekliği budur.