Süreklilikler Ve Kesintiler Işığında Seçim Süreci
14 Mayıs seçimlerine giderken, bu seçimlerin bir dönemin sonu olabileceği kadar bir dönemin de devam olacağını bildiğimize göre, süreklilikler ve kesintiler üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Olası iktidar değişimlerinden bağımsız olarak devam edecek olan yapısal hareketler ve kesintiye uğrayacak ya da başka türlü devam edecek hareketler de olacak. Yine herkesin bildiği gibi, Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, bu yapısal ve siyasal güçlerin elverdiği oranda siyaset yapabilecektir. Bununla beraber kamuoyundaki “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” beklentisi 14 Mayıs’ın “tarihsel bir an” olarak ele alınması için tazyikte bulunduğu da bir gerçektir. Yapılması gereken sağduyuya teslim olmadan “somut durumun somut tahlili”ni yapmaktır. Bunun için de, an’daki güç dağılımını anlamak için sürece bakmak, hangi gelişmelerin sonucunda şimdi pozisyonların oluştuğunu ve önümüzdeki dönemde mevcut pozisyonların değişmesini getirecek nesnel/yapısal eğilimlerin neler olduğunu anlamaya çalışmak zorundayız.
İçinde debelendiğimiz krizin çok boyutlu olduğu aşikar. Küresel olarak kapitalizmin 2008’den beri yaşadığı ekonomik gel-gitlerin tüm dünyada neoliberalizmin ideolojik ve politik krizlere neden olması ve küresel düzeyde ABD/AB ile Rusya ve Çin ekseninde bir “yeniden paylaşım” kavgası devam etmektedir. Bununla bağlantılı olarak da Cumhuriyet’in Kürt Sorunu, Alevilik ve laiklik sorunu gibi 100 yıllık sorunlarında “çözümsüzlük/çatışma” siyasetinin ürettiği toplumsal hareketlere, inşaata dayalı neoliberal birikim modelinin yarattığı hem burjuvazi arasında bölünmeler hem de devasa gelir adaletsizliğinin yarattığı memnuniyetsizliğe duyulan öfkenin eklenmesinin yarattığı Türk burjuvazisinin “beka sorunu” yaşanmaktadır. “Restorasyon” tartışmasının aslı astarı, Türk burjuva egemenliğinin beka sorununu çözecek sermaye birikim modelinin ve ideolojik hegemonyanın tesisidir.
Bunu 2002’de AKP yapmıştı. Kemal Derviş Yasaları olarak aklımızda kalan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” IMF ve DB programı için gerekli hukuki düzenlemeler yapılmıştı. 1998’deki Güney Asya’dan başlayan ekonomik krizin yarattığı etkiyle Türkiye’de yaşanan ekonomik krizden dolayı esnafların eylemlerini, Başbakanlık konutuna yazarkasa fırlatma gibi tepkileri görmüştük. Emekçilerin ve küçük esnafın yaşadığı yıkıma karşı eylemleri yükselirken devrimci sol harekete karşı cezaevleri merkezli geliştirilen “Hayata Dönüş Operasyonları” bir toplumsal darbe olarak uygulandı. Cezaevlerindeki uygulan dehşet verici operasyon, çevik kuvvet polislerinin yürüyüşleri bir “devlet terörü” yaratmıştı. Dönemin başbakanı Ecevit’in dediği “F Tipi Cezaevlerine geçilmeden bu program (Kemal Derviş’in getirdiği IMF programı) uygulanamaz” sözü akıllardadır. “Hayata Dönüş Operasyonu” ile cezaevlerinde gerçekleştirilen 19-21 Aralık katliamı ile yaşanan ekonomik, siyasi krizi emekçi halklar lehine bir inkilaba çevirebilecek devrimci güçler bastırılmış, ekarte edilmiş oldu. Aynı dönemde PKK önderi Abdullah Öcalan’ın uluslararası bir komplo ile Türkiye’ye getirilmesi de Kürt sorununda yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştu.
Bu sürecin siyasi aktörleri olan DSP-MHP-ANAP 2002 seçimlerinde baraj altında kalmışlardı. AKP ise hatırlanacağı gibi, AB ile uyum, “açılım siyaseti”, “ileri demokrasi” vaatleriyle yirmi yıl sürecek iktidar koltuğuna oturmayı başarmıştı.
AKP’nin “ileri demokrasi” söylemi ile inşaat üzerinden sermaye birikimi modeli arasındaki uyumsuzluk hatta çelişki daha ilk andan kendini göstermişti. “İleri demokrasi” vaadinin öngördüğü, MGK’nın devlet yapısı içinde rolünün değiştirilmesi, polisin haklarının sınırlandırılması, gözaltı, tutuklama ve uzun süreli yargılama gibi alanlarda AB’ye uyum atraksiyonları ile birikim modelinin öngördüğü, taşeronluk sistemi, sendikaların ele geçirilmesi ya da yandaş sendikaların palazlandırılması, yeni çalışma hukuku ile inşaat faaliyetlerinin hızlı ve sorunsuzca sürdürülmesi için gerekli olan çevre, tarım, orman vb. alanlarla ilgili koruma kanunlarının budanması gibi icraatların yan yana yürümesi mümkün olamazdı, olmadı da. Birikim modeline karşı halk direnişleri geliştikçe “ileri demokrasi”den ricat ettiler. Yine küresel 2008 krizinin etkisiyle “mega inşaat projeleri” için küresel piyasalardan ucuz kredi bulma sorunu baş göstermesi ve “Arap Baharı”, Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkması, Rojava’da YPG önderliğinde gelişen direniş, ABD’nin AKP, Mısır’da Müslüman Kardeşler gibi “Ilımlı İslamcı” hareketler üzerinden geliştirdiği “Büyük Ortadoğu Projesi” krize girmesi de içerdeki birikim rejimine karşı mücadelenin gelişimi Kürt siyasi hareketinin Suriye’de ve Türkiye’de güçlenmesinin aynı momentte olması ve HDK, sonrasında HDP’nin kurulması faşist MHP liderinin diline pelesenk ettiği “beka sorunu”nu yarattı.
Nitekim sonrasında bu beka sorunu yaratan öznelere karşı dizginsiz bir şiddet süreci başlatıldı. Suruç, Ankara katliamlarından onbinlerce kişinin tutuklandığı polis operasyonları, SİHA ve İHA teknolojileri gerçekleştirilen alan üstünlüğü sayesinde sınır ötesi saldırılar, işgal...
Özetle verilen bu sürecin farklı momentlerinde dost ve düşman siyasi öznelerin başarı ve başarısızlıklarını objektif olarak değerlendirilmezse bugünkü durum anlaşılamayacağı gibi, sadece bugünkü durumu esas alarak belirlenecek taktiklerin, planların da istenilen sonuçları üretmemesi sorunu ile karşılaşabiliriz.
Bugün de 1999-2002 momentine benzer bir durumla karşı karşıyayız. Benzer noktalar şunlardır: En başta solun ve emek hareketinin ve Kürt hareketinin zayıf düşürülmüş olmasıdır. İkinci olarak toplumun umudunun Millet İttifakı’na ve onun adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na bağlanmış olmasıdır. Millet İttifakı’nın programında daha TÜSİAD’ın istediği teknoloji ağırlıklı sektörler üzerinden sermaye birikimi modeline geçiş öngörülürken Kürt sorunu, kadınların, Alevilerin ve diğer toplumsal kesimlerin taleplerine dair açık hiçbir vaat yoktur. Bunun yerine CHP çevrelerinin dile getirdiği İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe sokulması, (Figen Yüksekdağ değil ama) Selahattin Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın tahliye edileceği gibi bazı vaatler söz konusudur. Kamu ihalalerinde şeffaflık, yargı-yasama-yürütme arasındaki kuvvetler ayrımı gibi burjuva hukuk ilkelerinin tesisi gibi siyasal liberal vaatlerle sınırlıdır.
Bununla beraber, fabldaki Ağustos Böceği gibi, yerinde, zamanında yapması gerekenleri yapmayan ve yapmaması gerekenleri yapan solun halkın “Erdoğan gitsin de...” talebine yaslanarak, Mİ’na yedeklenmesi durumu sözkonusudur. Halktaki “Erdoğan gitsin de...” sağduyusu “doğal” değil, bir sürecin, belli koşulların sonucu oluş(turul)muş bir bilinçtir. Son 20 yılda, kadın, ekoloji gibi toplumsal hareketlerin gelişimi, Gezi ve HDK şahsında Türkiye ve Kürdistan halklarının, emekçilerinin ortaklığının kurumsal düzeyde vücud bulmasına rağmen sol, sosyalist parti ve örgütler emek ve halk hareketleri içinde güçlü toplumsal örgütler inşa edemediler. En azından 2015’e kadar bunun güçlü olanakları olduğuna kimse itiraz edemez sanırım. Bunu başaramadığımız için 2015’ten sonraki şiddet dalgası da göğüslenemedi. Şimdi ise, 1+2+4 (CHP+Deva-Gelecek Partisi+İYİP-SP-M.Yavaş-E.İmamoğlu) şeklinde bölünmüş Millet İttifakı'na umut bağlamış bir halk gerçekliği tablosu ile karşı karşıyayız.
Bu tabloyu bozabilecek tek girişim Emek ve Özgürlük İttifakı idi. Kuruluşu üzerinden 7 ay geçmesine rağmen, bir “ittifak” olmayı beceremediği ortadadır. Bu yedi ay içinde Amasra’daki madenci katliamı, sınır ötesi operasyonlarda kimyasal silah kullanımına dair açıklamalar ve TTB başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanması, 6 Şubat depremleri gibi çok önemli gelişmelerde EÖİ, ittifak gibi hareket edemedi. Kendi programını açıklamasına rağmen kendi Cumhurbaşkanı adayını açıklayamadı. İttifak’ın yerellerde ayaklarının örülmesine girişilmedi. Sonrasında da seçimlere tek liste-çoklu liste olarak mı girileceği tartışmaları da EÖİ’nın bir ittifak olamadığını gösterdi.
14 Mayıs seçimlerinin egemen sınıf bloklarında yeni güç dengelerinin oluşmasına neden olacağı kesin. Cumhurbaşkanlığını Mİ alması, AKP’nin TBMM’de anamuhalefet hatta çoğunluk parti olması, ittifaklar içindeki farklı çıkarların seçim sonrasında yeni ittifakların oluşmasına vesile olması, pata pat durumunun en azından birkaç yıl daha mevcut istikararsızlığı, krizi derinleştirme ihtimali kuvvetli gözüküyor. EÖİ, geçtiğimiz 7 ayı heba ettiği gibi, önümüzdeki iki ayı da liste tartışmaları ile geçirecek gibi. Henüz muhtemel dalgalı sürece dair bir hazırlık görünmüyor. Sevelim sevmeyelim, Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” aforizmasını doğrulayan bir sürecin içindeyiz. Hiçbir özne yapması gerekeni yapabilecek durumdan uzak ama oraya gitmesini sağlayacak bir yönelim içinde de değil. Bu durumda yapılacak olan kendimizi suyun akışına bırakmak. Su akar yolunu bulur elbette ama her zaman değil. Bazen su akamaz, birikir, körelir ve çürür. Suyun akışını engelleyen sadece düşman değil. Sol, kendi tarihinin tekrarına düşmemesi için geçtiğimiz dönemde neler yaptığını neleri yapmadığının muhasebesini yapmak zorunda. Mevcut durumumu veri kabul etmemesi gerekir.