TALİP ÖZTÜRK: YAŞAMI VE MÜCADELESİ

TALİP ÖZTÜRK: YAŞAMI VE MÜCADELESİ

Talip ÖztürkTalip Öztürk’ün temel felsefesinin özünü, insandan yana, doğayla dost ilkesi oluştururdu. Bu, burjuva felsefesinin, insana rağmen doğaya karşı, ilkesinin tam karşıtıdır.

Talip Öztürk insancıldı, hem toplumla hem de kendi çevresiyle barışıktı. En nefret ettiği şey insanın insana kulluğuydu.

Halkın derdini umursardı, bencil değildi, paylaşımcıydı. Vazgeçilmez olan prensiplerinin başında, yoksuldan yana olmak, dayanışma ve insani sorumluluk duygusu gelirdi.

1976'da İstanbul Öğretmenler Gecesinde, TÖB-DER Şube Başkanı olarak yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bir yanda bunca yoksulluk ve sefalet birikmişken, diğer yanda bunca zenginlik ve servetin boşa harcanmasını insanın aklı almıyor.”

Yalnızca 20. Yüzyılda değil, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda da üretim gittikçe artarken yoksulluk ve sefalet hiç de azalmıyor, tersine daha da artıyor ve derinleşiyor. Doğanın tahribatı büyüyor, yaşamın temeli aşınıyor.

Oysa daha güzel bir dünya mümkün! Çürüyen kurumlarıyla, yarattığı vahşi rekabete dayanan piyasa ekonomisiyle kapitalizm tek seçenek değil.

Talip Öztürk nasıl tanımlanabilir?

Eğitim emekçisi, dost, demokrasi ve barış savunucusu, sosyalist siyaset insanı, baba, eş, arkadaş… Öğretmen hareketinin seçkin önderlerinden… Barışa ve sosyalizme adanmış bir yaşam. Daha özgür bir toplum, daha adaletli bir dünya için verilmiş coşkulu bir mücadele.

Çocukluğu Ve Eğitim Hayatı:

1947 yılında Erzurum Merkez Toparlak Köyü'nde doğdu. Annesi, çok küçük yaşta babasının ölümü ile öksüz büyümüş, öğretmen dayısı tarafından yetiştirilmiş. Babası (Cazim) Toparlak Köyü'nde, Cazim Usta diye tanınmıştır. Kağnı arabası, merek, ahır ve ev inşaatlarında köylünün ve çevre köylerin gereksinimlerini karşılayan bir usta imiş. Talip, ailenin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya gelmiş fakat yaşayanların sekizincisi olmuştur.

Doğu köylerinin bir parçası olan Toparlak Köyü'nde de yaşam düzeyi çok düşükmüş. Büyük çelişkiler görülmezmiş. Kendi yağıyla kavrulan, ürettiğini satan yok denecek kadar azmış. Köyün beyleri kentte oturur, ürün zamanı harmanda görünürlermiş. Çocuklar bu beyleri hiç tanımazlarmış.

Talip, okul çağına kadar çeşmeden harmana su getirir, babasının araçlarını taşır, danaları besler, kuzuları koma koyar, dana veya kuzu eksikse ağlar, yayık yapıldığı günler yayığın başından ayrılmaz, bacısının ekmeğine yeni çıkacak yağdan sürmesini beklermiş. İsteği yerine getirilmediğinde kıçını ahırın taşlarına vurur, ayakları ile yerleri döver, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlarmış. Bu değerli yağlı ekmek verilse de yemez, verileni mayısların içine atarmış. İsteklerini bacısına ve anasına yaptırabileceğini öğrenmiş. Babası ve ağabeyleri onun isteklerini duymayacak kadar çetin bir yaşam kavgası içinde yorgunmuşlar.

Erzurum’un merkez köylerinden Umudum Köyü'nün 4. sınıfında onun sevgili ağabeyi, (benim babam) Ahmet Öztürk’ün öğretmenliğinde, çok başarılı bir öğrenci olarak okumuş. Ders kitaplarını adeta yutar; öğrendiklerini hep anlatmak, dinletmek istermiş. Bu onun ayrılmaz bir özelliğiymiş. Paylaşabileceği tek mülkiyeti bilgisiymiş ve onu, çevresiyle, bıktırma pahasına da olsa ısrarla ve sürekli paylaşmak istermiş. Defterlerini hafta geçmeden doldurur, yenisinin alınmasını ekonomik güçlükten dolayı sıkılarak istermiş.

5. sınıfı, Erzurum merkezinde, Veysiefendi İlkokulu'nda bitirir. Köy ilkokulunun yetersizliğinin kentte sıkıntısını çekmeyen Talip, ağabeyi Ahmet Öztürk, başka bir öğretmenle okumasını istediğinde: “Sen bana zaten az not veriyorsun, Yılmaz Öğretmenin sınıfına ver.” diyerek daha o yaşta cesaretini ve özgüvenini kanıtlar. Yeni sınıfında da kısa zamanda sevilen, başarılı bir öğrenci olur.

İlkokulu bitirdiğinde, yatılı okuyabileceği okullar araştırılır. Öğretmenliği sevdiğini ve öğretmen olmak istediğin belirtmiştir çünkü. Ağır Bakım Silah Fabrikası'nın çırak okulu sınavlarına ve altı sınıflı ilk öğretmen okulu sınavlarına girer. Çırak okulunun giriş sınavlarını birincilikle kazandığı halde, Yavuz Selim İlköğretmen Okulu sınavlarını da kazanınca, Yavuz Selim’e yazılır. Okula yazılışında onun için yapılanları çok önemser, bu yapılanlar ona ödenmesi zor borçlar gibi gelirmiş. Noterde vekâletname yapılırken, Abisi Ahmet Öztürk: “Talip, okumaz, kaçar veya atılırsan bu parayı benden alacaklar.” dediğinde, Talip titreyerek, sevinç gözyaşları dökerek “Abi ben okurum. Sen korkma. Çalışır öderim” demiş.

İlköğretmen Okulu'nu çok sever. Aylarca okuldan ayrılmaz, izin kullanmaz ve hiç bir şey istemezmiş. Çocukluğun, öğrenciliğin gereksinmeleri çok olduğu halde Talip hiç birini istemeyen, verilen 50 kuruşu saklayıp, köye gidince anasına çengelli iğne, bacısına toka alırmış.

İlköğretmen Okulu öğrenimi süresince tek açık bir istekte bulunur. Abisi Ahmet Öztürk’e yazdığı mektupta:

-Abi bana bir yesim defteri al yolla der.

Abisi aldığı resim defterinin birinci sayfasına “Sana bir RESİM defteri yolladım” diye yazar. Üç ay sonra köye geldiğinde:

-Resim defterini aldım. Resim tamam mı?

Yanlışlarının bilincine varınca en çetin savaşımını kendine karşı veren, sık sık özeleştirisini yapan Talip’in, çevresinde sevilen aranan olmasının nedenlerinden birisi, bu özeleştiri yöntemini en iyi şekilde kullanması olmuştur. Herhalde.

Öğretmen okulunda okurken Türkiye İşçi Partisi kurulmuştur ve sol hareketler gelişmektedir. Okulun sol düşüncelere sahip bir öğretmeninden etkilenir. Onun sayesinde solculuğa meyilli olan diğer öğrencilerle bir araya gelir. Türkiye İşçi Partisinin ve Doğu Kültür Merkezi'nin toplantılarına katılmaya başlar.

Talip Öztürk 1965'te öğretmen okulundan mezun olur ve aynı yıl Erzurum Eğitim Enstitüsü'ne girer.

Bu yıllarda çevresinin genişlediğini ve ilişkilerinin geliştiğini görüyoruz.

1967 yılında okuldan mezun olur ve Kütahya Simav Çiftgöl Ortaokulu'nda öğretmenliğe başlar.

Burada da, insancıl yapısı, pratik zekâsı ve örgütçü yönüyle çok kısa sürede çevresinin dikkati çeker.

Hem beldede , hem de ilçe halkı ve öğretmenler tarafından çok sevilir.

TÖS Simav şube yönetimine önerilir. Birçok bakımdan kendini hazır hissettiği için öneriyi olumlu karşılar ve ilk kongrede şube yönetimine seçilir.

1969 yılında “Türkiye eğitiminin ve öğretmenlerinin içinde bulunduğu bunalım dayanılmaz bir dereceye gelmiştir. Yabancı etkiler altında, sırtı halka dönük, eşitlikten uzak, tüketici, kalitesiz bir eğitim yıllarıdır, çocuklarımızı, halkımızı ve öğretmenlerimizi bıktırmıştır...” diyen Türkiye Öğretmenler Sendikası, 15 Aralık 1969’da 4 günlük boykot kararı alır.

“Büyük Öğretmen Boykotu” olarak tarihe geçen bu boykota, o günün Türkiye’sinde görev yapan 156bin öğretmenin 109bini iktidarın tüm baskılarına, boykotun duyulmasına ilişkin sansürüne, kışkırtmalarına rağmen katılır. Talip de Simav’da arkadaşları ile birlikte boykotu örgütler. Simav da katılım diğer ilçelere göre daha yüksek oluyor.

Talip Öztürk İstanbul’da

Ekim 1970'de İstanbul Güngören Ortaokulu'na atanan Talip, bu sırada aynı okulda öğretmenlik yapan Işık Öğretmen ile tanışır ve evlenirler.

TÖS İstanbul Şubesi'ne üye olur. Şubenin faaliyetlerine etkin biçimde katılır.

O zaman İstanbul TÖS şubesinin, bir muhalefet - bir yönetim şeklindeki kurulu statükosuna karşı birkaç genç öğretmenle birlikte müdahalede bulunuyorlar.

O günlerde de Türkiye derin bunalımlar içindedir. İktidar çeşitli sermaye klikleri ve otoriter faşist güç odakları arasında gidip gelmektedir. Egemen sınıf ve onun politik güçleri iktidarlarını değişiklik olmadan sürdürecek kadar birleşik ve güçlü değillerdir. Burjuva egemenlik sistemi, birleşik yapıdan yoksundur. Çok parçalıdır ve burjuvazi de iktidarını sürdüremeyecek kadar dağınıktır. Başlıca güç odağı olarak ordu öne çıkmaktadır.

Sol kesim de aynı ölçüde derin bir çözüm arayış ve tartışması içindedir.

Talip Öztürk de bu arayış ve çözüm tartışmalarına etkin biçimde katılır.

Bütün sola açıktır o günlerde… Bütün sola eşit mesafededir ve her birine karşı ilgilidir. Çeşitli sol kesimlerle diyalog kurmakta ve tartışmaktadır. İleride Birlik ve Dayanışma'yı birlikte kuracakları bir ya da birkaç genç öğretmenle de bu dönemde karşılaşır. Aralarında güçlü bir yoldaşlık hukuku oluşur.

İstanbul’a gelmesinden kısa bir süre sonra Türkiye, 12 MART 1971 faşist darbesinin cenderesine sokulur.

Darbe sola karşı büyük bir sindirme ve tasfiye hareketini başlatır. Binlerce aydın tutuklanır, darağaçları, Kızıldere Katliamları, herkes gibi Talip Öztürk’ün üzerinde de derin izler bırakır.

Rejimle tam bir karşıtlık içindedir.

Onbinlerce üniversiteli genç, solcu aydın ve siyasetçi gibi, beraberce mücadele planları kurduğu yoldaşları da tutuklanır. 

Ancak 12 Mart Darbesi bütün kıyıcılığı ve baskılarına karşın başarılı olamamıştır.

Devrimci dalga yeniden yükselmeye başlar.

Talip bu dönemde bir yandan kitle eylemlerine katılırken diğer yandan içeriden çıkan ve dışarıda devrimci değerlerini koruyan dar bir yoldaşlar grubunca düzenlenen eğitim çalışmalarına katılır.

Bu dönem onun üzerinde çok etkili olur. Hem sınıf pratiğinde hem de bilincinde bir sıçrama gerçekleşir.

Devrimci teori ve sınıf pratiği içinde kendini yetiştirmektedir.

Bu yıllarda, İstanbul öğretmen hareketinin etkinliği, niceliği ve niteliği hızlı bir değişim geçirmektedir. Türkiye genelinde sosyo-ekonomik olaylar, sınıflar arası çelişkileri su yüzüne çıkardıkça, Talip’in geceli gündüzlü okuma, koşma, işçi sınıfının saflarına katılma uğraşları, günlük yaşamının büyük bölümümü almaya başlar.

Demokratik öğretmen hareketi, emekçi halk yanında ağırlığını koydukça mevcut iktidarın kıyım hedefi haline gelir.

Bu dönemde Talip yolunu netleştiriyor, savunmasını, inandırıcılığını çok canlı, güncel olayların bilimsel tahliliyle güçlendiriyor.

Bu dönemde, aynı zamanda ülke solunda, yüzlerce yılın kabuklaştırdığı anti Sovyetizm çemberini kırmış, dünya devrim sürecinin özünü kavramış, şovenizmi yenmiş, dünya insanı olmanın mutluluğunu kavramıştır artık.

Sınıf mücadelesi yükselirken emperyalizm ve yerli işbirlikçileri de faşist terörü hızla tırmandırıyordu. Ülkeyi kaosa sürükleyerek darbe ortamı yaratmak isteyen faşist odaklar, kitle önderlerini, seçerek katletmeye başladılar.

Yoldaşları ve yakın akrabalarının anlatımlarına göre Talip Öztürk, kendisinin öldürüleceğini biliyor gibiydi. Söylemlerinde, "Yalnız bu süreçte değil. Sıra bana gelmedi. Beni öldürdükleri zaman çok insanı öldürmeleri gerekir” dermiş.

1970-80'li yıllar Türkiye tarihinde sosyalist ve devrimci solun, hem en büyük güç olduğu hem de güçsüzlükleri içinde barındırdığı bir dönem olarak tarihe geçti.

Bu sürecin barındırdığı en büyük güçsüzlük, TÖB DER İstanbul ve Adana şube yönetimlerinin görevden alınmasıyla başlayan ve giderek genişleyen yığın örgütlerindeki tasfiye sürecidir. Tasfiyeler bugün hala nedenini kimsenin tam olarak izah edemediği bir olumsuzluk, birliğin yakıcı önem kazandığı 12 Eylül rejiminin ön günlerinde, sol güçleri bölen negatif bir olgu olarak kalıyor.

Kanımızca, tasfiyelerde, o günlerin gerçek seçeneği olan cephe birliğine karşı, seçenek olmayan, güç ve eylem birliği olgusunu öne çıkarma çabaları etkili olmuştur.

Bu noktada amcam Talip Öztürk ile belleğimde, ruhumun derinliklerinde sürekli yaşayan ilişkiye de değinmek isterim.

Amcam Talip Öztürk ve babam Ahmet Öztürk benim yetişmemde büyük katkısı olan kişilerdir. Gerek eğitimimde, gerek sınıf mücadelesinde barikatın doğru tarafında yer almamda ve doğru saf tutmamda amcamın etkisi belirleyici olmuştur.

O benim için önce amca sonra yoldaştı. Fakat onun kavgasının mahiyetini anlamak için dokümanter bir çalışmaya başladıktan ve yüzlerce yoldaşıyla görüşüp, savunduğu davayı ve ulaşmak istediği hedefi gördükten sonra o artık benim önce yoldaşım sonra amcam oldu.

Bu çalışma boyunca Talip’lerin mücadele ettiği dönemin izleri üzerinden tekrar tekrar geçtim. Dönemin sınıf mücadelelerini her yönüyle inceledim. Şu sonuca vardım;

Yalnızca Talip Öztürk değil, Birlik ve Dayanışma'da birlikte omuz omuza yürüdüğü yoldaşlarının çoğu o aynı iddianın, o aynı davanın yetkin birer temsilcileriydiler.

Talip Öztürk’ün de içinde olduğu dar bir kadronun, demokratik kitle örgütlerinde başlattıkları ve Birlik ve Dayanışma’nın kuruluşuyla birlikte iki üç yıl gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde, büyük hamle yapmasının ve etkili bir yığınsallığa ulaşmasının nedeni ne idi?

Bence birinci nedeni, seçilen yolun doğru olmasıydı. İşçi sınıfının yolunda ve onun enternasyonal çizgisinde yürünmesiydi.

Yol doğru, dava büyüktü.

İkincisi, koşulların doğru okunmasıydı.

Üçüncüsü, kolektif kadroları büyüktü. Özellikle kurucu kadrosu, dönemin eğitim alanında en yetişmiş unsurları arasındaydı. Ve yoldaşlarının da söylediği gibi, Birlik ve Dayanışma, Talip Öztürk gibi "yığın önderi" öncü kadrolara sahipti.

Birlik ve Dayanışma 1970’li yılların ortalarına doğru, işçi sınıfının tarihsel öz görevine bağlı, emekten yana bir hareket olarak kuruldu.

Bugün bizler belki, onların bildiklerinin çoğunu bilmiyor olabiliriz. Fakat bugün, onlardan daha iyi bildiğimiz bir şey var. Bu onların hiç görmek ve denemek istemedikleri bir şeydir; onların yolundan ayrılanların nasıl çöküşlerle ve dağılıp savrulmalarla karşı karşıya kalacaklarını yaşayarak gördüğümüz için bildiğimiz şeydir bu. Tarihin son derece olumsuz, fakat o ölçüde öğretici dersleridir onlardan daha fazla bildiğimiz şey.

Besbelli büyük kuşaktı.. Bize, çarpıtıp bozmadan, eğip bükmeden sahip çıkılması gereken büyük bir davayı emanet eden bir kuşak.

Tabi biz farklı bir kuşağız, farklı yöntemleri deneyeceğiz biz. Ve tabii ki bizden sonra gelen kuşak da farklı koşullarda savaşım verecek, farklı seçenekleri deneyecektir. Fakat bizim de bizden sonraki kuşağın da, Talip Öztürk’ün ve yoldaşlarının verdiği mücadeleden ve yaşamlarıyla yazdıkları derslerden öğreneceğimiz çok şey olacak.

Onların Birlik ve Dayanışma’da birleşerek ortaya koydukları mücadele, sınıf çizgisini kitlelere indirme ve kitleleri sınıf çizgisine kazandırma mücadelesidir. Bu görev bugün de bütün gerçekliğiyle karşımızda duruyor.

Birlik ve Dayanışma, dünya proletaryasının devrimci enternasyonal çizgisinin, Türkiye’nin ağır faşist baskı ve tırmanış koşullarında kitleselleşemeyeceği şeklindeki umutsuz görüşlere verilmiş en güzel yanıttır.

Talip Öztürk’lerin mücadelesi özünde yoksulluğa, işsizliğe, onursuzluğa ve köleliğin her biçimine karşı emeğin, insanlığın ve özgürlüğün mücadelesidir.

Bugün bu kadar ilgi görmesinin ve emekçilerin, aydınların, toplumun ilerici kesimlerinin yüreğinde ve bilincine böylesine yer etmesini nedeni de budur.

Diğer yandan bugün daha iyi anlıyoruz ki; çürüyen, çöken ne varsa bunlara ödünsüz karşı çıkan, toplumun emek ve özgürlükler temelinde yeniden kurulması için ayağa kalkan kadroları, hiçbir onursuz girişim, sınıf mücadelesinden ve tarihten tasfiye edemez.

Birlik ve Dayanışma'da birleşen sınıf devrimcileri, antikomünizme karşı sihirli çözümler aramadan, manevralara kalkışmadan ve sınık uzlaşmalara da girmeden kararlılıkla burjuvaziye karşı çıkmasını bilmişlerdir.

Talip Öztürk gibi sınıf savaşçısı Birlik Dayanışmacılar hayatın her alanından “yolumuz işçi sınıfının yoludur” belgisini yükselttiler.

Biliyoruz ki, modern sınıflı toplumların tüm tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Ve yine biliyoruz ki, bu tarih dümdüz gelişmez. Kimi zaman yavaşlar, kimi zaman hızlanır.

Yavaşlama dönemlerinin nesnel pratiği, kimi zaman kuramsal önermelerimizi kuşkuya düşürtecek denli zikzaklı olabilir.

Şunu da biliyoruz ki, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, efendi ile köle, feodal ile serf, burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşım, kısa dönemli ( 10-20-30 yıl dahi bu bağlamda kısa dönem sayılır) duraklama ve gerilemelere karşın geniş tarihsel perspektifte süreklidir. Hatta birçok kuşağı aşacak ölçüde uzun olsa bile tarihsel perspektifte engellenemez.

Büyük kaynama ve çatışma dönemlerinin ardından gelen ağır durgunluk dönemleri teslimiyete dönüşmemelidir.

Bugün farklı bir yerdeyiz, fakat davamız yine aynı dava, yolumuz yine aynı yoldur.

Davamız emek ve özgürlük davasıdır; ulusal ve sosyal kurtuluş davasıdır. Yolumuz işçi sınıfının yoludur. Bayrağımız, Suphi, Bilen, Talip, Mehmet ve Deniz Yoldaşların bize emanet ettiği mücadele bayrağıdır.

Türkiye ve dünyada, gelenek bazında büyük sorunlar birikmiştir ve bu sorunların çözümleri kolay değildir.

Dün yoldaşlarımız, bu sorunların çözümü için savaştılar.

Sömürüye, baskıya, adaletsizliğe karşı savaştılar.

Sermayenin dayattığı çağdaş köleliğe karşı, emeğin evrensel kurtuluşu için savaştılar.

Emperyalizme karşı bağımsızlık için savaştılar.

Faşizme karşı demokrasi için savaştılar.

Ulusal baskıya karşı “başkasını ezen uluslar özgür olamaz” savını yaşama geçirmek için savaştılar.

Çağı geçmiş, arkaik, fosil zihniyete karşı uygarlık için savaştılar.

Ve nihayet antikomünizmin ve tasfiyeciliğin her biçimine karşı, proletarya enternasyonalizmi için savaştılar.

Bağımsızlık için, emeğin özgürlüğü için, demokrasi için, barış için, uygarlık için, enternasyonalizm için savaşma zorunluluğu bugün bütün gerçekliğiyle gündemimizdedir.

Şimdi biz diyoruz ki, bu savaş bugün artık bizim savaşımızdır.

Bu savaş, güçlerimizi son kertesine dek birleştirmeyi gerekli ve zorunlu kılmaktadır.

Çünkü hiçbir savaş çarpışmadan ve hiçbir çarpışma da birlik olmadan kazanılamaz.

Birlik süreci, savaşın nesnel mantığında yatar. Dolayısıyla hedefi uzun yıllara göre belirlerken; birlik, dayanışma ve mücadeleye “hemen şimdi!” demeliyiz.

Onların davası dönemden döneme devredilecek, onların isyanı kuşaktan kuşağa yankılanacaktır.

Mücadelemiz sürecektir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler