Yeni Bir Durum, Yeni Bir Dönem (I)
24 Haziran seçimlerine sadece muhalefetin hatta bizim kendi seçim hedeflerimiz açısından bakarsak ortada kesin bir başarısızlık olduğunu tespit ediyoruz. Erdoğan, yani MHP destekli AKP-SARAY Rejimi seçimlerden (sonucu her nasıl almış olursa olsun, usülsüzlükleri de engelleyemediğimize göre) amacına ulaştı. Diğer açıdan ise HDP’nin barajı aşmasının önemli olgu olduğunu saptayabiliriz. Sonuçların tümünü irdelediğimizde ve bu seçimler sonucunda nasıl bir yapısal durum ile karşı karşıya kaldığımızı incelediğimizde genel fotoğrafın kapkaranlık olduğu görülmektedir.
Bu anlamda HDP’nin tüm baskı, engellemeler, tehditler ve yasaklamalara rağmen bu seçmen oranını yakalamasını selamlamak doğruyken, bundan sonrası için izlenecek süreçler açısından bazı önemli ayrıntıları da irdelemek gerekmektedir.
Yıllardır AKP’ye karşı tavrı muğlak ve tanımsız olan kesimlerden, seçimleri önemsemeyen grup ve kişilere kadar, oy kullanmaktan, mitinglere gitmekten dahi uzak duran kişilerden, sosyalistligi 'devrim günlerine' erteleyen insanlara kadar geniş bir kesim, bu seçimlerde aktif olmuş, siyasi bir enerjide örgütlenmiştir.
HDP’nin yorgun ve iç çelişkilerle de yaralı bünyesi bu enerjiden de beslenmiş, onlarla buluşma becerisini de büyük ölçüde göstermiştir. Bu seçimlerde CHP’yi destekleyen demokratların, CHP ve HDP için bütünsel bir bakış açısıyla emek harcayan binlerce insanın emeği önemli idi ve görmezlikten gelinemez.
Birleşik güç oluşturma konusu, ilk kez bu kadar geniş ve farklı çevreler tarafından zorunluluk olarak gündeme getirildi ve yaşama geçirilmesi dayatıldı, ne ki yeterli olamadı ve başarılamadı.
Yığınların ve farklı güçlerin, emek, barış, demokrasi, bağımsızlık, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm istemlerinden yana çoğunluğunu oluşturmak, bunun için çalışmayı ilmik ilmik örmek bugünden sonra belirleyici önem taşımaktadır. Ve de 24 Haziran 2018 seçimlerinde bu istemler uğruna oy kullanmış tüm yurttaşların gücünü tek bir kanala yöneltmek ana hedef olacaktır. Bu yurttaşlar arasında CHP’ye oy vermiş kendini demokrasi isteyen olarak niteleyen, AKP’ye oy vermiş, eşitlik isteyen olarak niteleyen, MHP’ye oy vermiş bağımsızlık isteyen olarak niteleyen yurttaşlarımız da olabilmelidir. Kısacası milyonlarla ifade edilmesi gereken bir yurttaş sayısından, bir kitleden söz ediyoruz.
Seçim sürecindeki bütün bu olumlu gelişmelere rağmen seçimlerden bir gün sonra Türkiye’nin devrimci, demokratik, sosyalist kesiminin tam bir yenilgi psikolojisi ile davranması ayrıca tartışılması ve nedenlerinin çözümlenmesi gereken bir konudur. Halbuki, 1980 faşist darbesinden beri Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketi üzerine inen karabasan nasıl ki ilk defa 2013 Gezi Direnişi ile yarılabildiyse, 24 Haziran seçimleri öncesi oluşan siyasi aktivite ve hava da benzer bir niteliği taşıyordu. Milyonlar sadece HDP, CHP veya S.Demirtaş ile M.İnce için değil, bir değişim yaratma istemiyle bu seçim sürecinde aktifleştiler, motive oldular ve alanlara, sokaklara çıktılar. Bu saik ile HDP’yi, CHP’yi, Demirtaş ve İnce’yi desteklediler. Kapitalizmin kırk yıla yakın yarattığı uygulama ve tahribatlara karşı bir başkaldırı psikolojisini içinde barındıran bu dinamiği görmek gerekir. Alanlara yansıyan enerji, çok farklı siyasi eğilim ve katmanlara bağlı, kendisini değişik biçimde ifade eden çok geniş sınıf ve halk kesimlerinin dinamiğinini yansıtıyordu ve seçimler sonrası çalışmalarımızda bu dinamikler ile bağlanmak en doğru tutamak noktası olacaktır.
Yeniden doğuş için toplumsal enerji kendisini seçimler öncesi ifade etmiştir. Bu enerji ile buluşmak ve bu enerjiyi yönetmek en başta komünistler olmak üzere tüm devrimcilerin ve sosyalistlerin görevidir. Bunu başarmak için ise yine başta komünistler olmak üzere devrimciler kendilerini süreklilik temelinde yenilemeli ve görevlerini yerine getirecek nitelik ile düzeye yeniden kavuşmalıdır.
Konuya HDP’nin seçim başarısı ile başladığımızdan dolayı kimse bu misyonu HDP’ye yüklediğimizi zannetmesin. Bu misyon Türkiye Komünist Partisi’nin tarihsel misyonudur. HDP güncel koşullarda ciddi bir başarı olarak nitelendirilmesi gereken ve belki de cumhuriyet tarihi boyunca en uzun vadeli süren, en fazla bileşeni bir araya getiren, parlamenter mücadele ile parlamento dışı mücadeleyi -kimi dönem eksikliklerine karşı- başarıyla uyumlaştıran bir oluşumun (HDK’nin) siyasi temsiliyeti olmuştur. Eğer bugün dönemin HDP Eş Genel Başkanı ve lideri Selahattin Demirtaş, Kobane Direnişi sırasında yığınları ayaklanmaya, sokağa çağırdığı için yargılanıyorsa, bu sadece ve sadece parlamenter mücadele ile parlamento dışı mücadelenin uyumunun somut bir örneği olduğu için öyledir. Ancak, bu bileşim ülkenin değişimi için bundan sonra önümüzde duran görevleri yerine getirmek için yeterli olamayacaktır. En azından bugünkü tablo bunu ifade ediyor. HDK/HDP içinde dışarıya itilen, pasifleştirilen sosyalist güçleri ve sürekli daha fazla yer kaplayan ve politikaların geliştirilmesinde söz sahibi olan çevrelerin niteliğini irdelediğimizde devrimci mücadelenin yeni bir örgütsel ve politik sıçramaya ihtiyaç duyduğunu ve bunun öznel bir değerlendirme değil, dayatan koşulların sonucu olduğunu tespit ediyoruz. Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketi kendi dinamizmini tekrar yaratmalı, tabiri caiz ise ‘eski günlerine dönmeli’ ve o güçle Kürt özgürlük hareketi ile birlikte birleşik mücadelenin sonuç alıcı olması konusunda mesafe kat etmelidir. Bu perspektifin koşullarının varlığı seçim sürecinde ortaya çıkmıştır. O açıdan karamsarlığa yer vermeden dinamikleri harekete geçirme rotasını seçmeliyiz. Kapkara atmosferi bu şekilde dağıtmamız mümkün olacaktır.
Ne Değişti?
Burada uzun uzadıya “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” olarak adlandırılan yönetim biçiminin mevzuatına girmeyeceğiz. Bu konuyu öğrenmek isteyenler ve ilgi duyanlar çoktan okumuş ve öğrenmiş olmalıdır. Çünkü bu konu bilinmeden yığınlar içinde siyasi propaganda, ve örgüt çalışması yürütmek mümkün değildir.
Öncelikle “Birinci Cumhuriyet” ve “İkinci Cumhuriyet” tartışmalarını, rejimde biçimsel ama aynı zamanda niteliksel bir değişimi ifade ettiği halde bu kavramlarla yürütmeyi doğru görmüyoruz. Anlatılmak isteneni anlıyoruz. Ancak maddeyi adıyla çağırmazsanız doğru teşhis koyamazsınız ve de doğru teşhis koyamayınca onu tedavi de edemezsiniz. Tedavi de bu durumda onarmak veya iyileştirmek anlamında değil, kesip atmak veya yıkıp yeniden kurmak anlamında kullanılmalıdır. Neden?
Türkiye’de gel-gitler ve inişler çıkışlar ile 2011 yılından beri yürüyen bir süreç yaşanıyor. Bu rejimin kapitalist niteliğini değiştirmeye yönelik bir amaç taşımıyor. Önce bunu tespit etmek gerekir. Mesele, yıpranmış, sorunlar içinde debelenen, can çekişen bir kapitalist düzenin nasıl ayakta tutulabileceği meselesidir. Kimin açısından? Burjuvazi ve emperyalist merkezler açısından. Dolayısıyla Türkiye’de 24 Haziran seçimleri sonucunda bir rejim değişikliği olmadı. Kapitalizm vardı ve sürüyor. Ama bir değişiklik var. O da yönetim biçimi. Parlamenter burjuva demokratik bir yönetim biçiminden bir açık sivil görünümlü faşist diktatörlüğe geçiş yaşanmıştır. Ve maalesef bunun onayı halka, seçmene, yurttaşlara verdirilmiştir. O zaman özerlersek; Kapitalist devlet ayakta kalabilmek ve burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmek için “finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist ögelerinin açık terörist diktatörlüğünü” tercih etti.
Dünya Komünist Hareketi’ni oluşturan Komünist Partiler, Komünist Enternasyonal - KOMİNTERN çerçevesinde, kendi aralarında faşizmin anlamını ve tanımını uzun süre tartıştılar. Georgi Dimitrov, III. Enternasyonal’in 1935 yılındaki VII. Kongresine sunduğu raporda ayrıntılı olarak gerekçelendirdiği ve ele aldığı faşizmi şöyle tanımladı: “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.”
Pekiyi, Türkiye’de finans kapitalin bu en gerici, en şovenist ve en emperyalist kesimi kimdir? R.T. Erdoğan’ın bu pozisyona getirilmesini kim örgütledi ve onayladı? Onu destekleyen güçler kimlerdir? Biz buna İşbirlikçi Oligarşi adını veriyoruz. Burjuvazi’nin emperyalizm ile işbirliği içindeki finans kapital temsilcilerinin, emperyalizm ile işbirliği içindeki asker, istihbarat ve güvenlik örgütleri temsilcilerinin ve sivil bürokrasinin temsilcilerinin oluşturduğu bu yapı ülkede hem devlete hakimdir hem de iktidarları belirliyor. Erdoğan’ı iktidara getiren, devlet olarak Erdoğan ile anlaşan ve uzlaşan işbirlikçi oligarşinin devletidir. Kimilerinin “derin devlet” olarak nitelendirdikleri devletin ta kendisidir.
Süreç Nasıl Gelişti?
Erdoğan bu hedefine bir adımda kolayca erişmedi. Yorularak, yoğrularak, didişerek, kavga ederek yaklaşık sekiz yıllık aktif bir mücadele sürdürdü. Öncesi de var. Çünkü Erdoğan, Belediye Başkanlığı sonrası yedi aylık ABD ikameti sırasında eğitildi, yetiştirildi, hazırlandı ve belli bir amaçla Türkiye’ye geri yollandı. 2001 - 2011 arası tecrübe edindi, tribünlere oynadı, taraftar kazandı, örgütlenmesini geliştirdi, yerini sağlamlaştırdı. 2011 seçimleri kampanya sürecinde çıraklık ve kalfalık sürecini tamamlayıp ustalık sürecine geçme amacını açıklaması kendisi açısından anlamsız değildi.
İktidara Fethullah Gülen’in referansı ve güvencesiyle gelmişti. ABD’nin uluslararası politikalarının desteklenmesi, bölgede ABD ve NATO’nun ileri karakolu rolünün oynanması ile Türkiye’nin Dünya Bankası ve İMF ekonomik finans politikaları doğrultusunda yönetilmesi ana hattı belirliyordu. Temel bürokrasi kadrolarını Fethullahçılar sağlayacak, Erdoğan da “karizmatik” bir lider pozisyonu içinde yığınları Türk-İslam Sentezi politikaları konusunda seferber edecekti. Yaklaşık 8-9 sene bu düzen böyle gitti. Fakat Erdoğan’ın sürekli özel bir gündemi vardı. Günü gelecek kendi kadroları yetişecek ve Fethullahçı kadroları tasfiye ederek onlarla yer değiştirecekti.
Onun için Kürdistan, İran ve Suriye - Irak politikalarında Fethullah ile uyuşmuyordu. O dönemde Fethullah, Erdoğan’ın Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımını onaylamıyordu, İran ile gelişen ilişkilere karşıydı ve İran’ı Türkiye için bir tehdit olarak değerlendiriyordu. Aynı zamanda Suriye ve Irak’ta ABD politikalarının yüzde yüz takipçisiydi. Erdoğan Suriye ile ilişkileri germeye başlayana kadar, Erdoğan da ABD’nin Ortadoğu politikalarının takipçisi görünüyordu. Asıl hedefi ise farklıydı. ABD’nin desteği ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kendi etki alanını yaratarak “bölge lideri” olmayı hedefliyordu. Fakat ülke içinde Fethullahçılar ile giriştiği hesaplaşma hareketi bazı stratejilerinin hedeflediğinden daha erken zamanda gündeme gelmesine neden oldu ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika politikalarındaki kendi gündeminden kaynaklı farklı yaklaşımları çelişkileri keskinleştirmek için bir araç olarak devreye soktu. Bu süreçte ABD ve NATO ile karşı karşıya gelmiş oldu.
Bu aşamadan sonra ABD Erdoğan’a alternatifler geliştirmeye başladı. Aynı süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri - TSK içindeki derin görüş ayrılıklarının da dışa vurduğu dönem oldu. Bir yandan Amerikancı NATO’cu paşalar, diğer yandan ise Avrasya yanlısı ulusalcı (nasyonalist) paşalar. Bir anda dört cephe oluştu. Erdoğan, Fethullah, Amerikancı paşalar ve Avrasyacı paşalar. Amerikancı ve Avrasyacı askerlerin arasındaki ayrımın arkasında farklı sermaye fraksiyonlarının desteği ve yönlendirmesi varken, Erdoğan ve Fethullah da iktidar olanaklarını kullanarak kendi sermaye çevrelerini oluşturuyorlardı. Ne ki devlet hala Amerikancı ve Avrasyacı olarak ayrışan ve de iki tarafa da oynama yanlısı olan sermaye çevrelerinin denetimindeydi. Bu olgu da hem Fethullah’ın hem de Erdoğan’ın elini kolunu bağlıyordu.
AKP 2007 yılında yasaklanmak istendi. Amerikancı paşalar bunun gerçekleştirileceğine kesin inandıkları için AKP kurucusu Abdüllatif Şener’e Türkiye Partisi’ni (TP) kurdurdular. Erdoğan’ın yolsuzlukları ve “milli” düşmanlığı deşifre edilecek, şeriatçı bir parti olarak AKP yasaklanacak, TP ise laik ama mütedeyyin kitleye hitap eden bir parti olarak bu kitleyi sürüklemeye devam edecek. Abdullah Gül’ü da tüm engellemelere rağmen Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi kendisiyle yapılan bir anlaşma ve karşı aday olan Amerikancı Paşa Çevik Bir’in geri çekilmesi ile gerçekleşmiştir.
O dönemde Fethullah ile Erdoğan henüz anlaşmak zorundalardı. Fethullah Avrasyacı paşaları ortadan kaldırmak için büyük bir hazırlıkla o güne kadar kimsenin cesaret edemeyeceği bir operasyona hazırlandı. Ergenekon ve Balyoz Operasyonları ABD desteği ile gerçekleşti. O döneme kadar statükonun (devletin) bir bileşeni olan yüzlerce gerici, faşist paşa sadece Amerikancılıktan Avrasyacılığa saf değiştirdikleri için tutuklandılar ve yargılanmaya başlandılar. Erdoğan bu konuda çekingen davranıyordu, diğer yandan da işine geliyordu. Ve bu “cesaret” ile arı kovanına kolunu soktu. Aslında Fethullahçıların amacı kimi paşaları yakalayıp, tutuklayıp, yargılamadan likide etmekti. Ancak Erdoğan bu plana itiraz etti. Ona rağmen Fethullah planını kısmen uyguladı ve onun için kimi paşalar ve görevli askerler ya tutukluyken cezaevlerinde “hastalıktan” öldüler ya da daha sonra tahliye edilince teker teker döküldüler.
Bu süreçleri önce 2013 Gezi Direnişi, daha sonra da 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonu izledi. Gezi Direnişi’nin üçüncü gününden sonra Erdoğan resmen ülkeyi terkederek Tunus’a gitti. Yolsuzluk Operasyonunda yayınlanan tüm veriler ve belgeler de doğruydu. Aynen Ergenekon ve Balyoz Operasyonunda ortaya konan belgelerin doğru olduğu gibi. Ancak arada büyük fark vardı. Yolsuzluk Operasyonunda ortaya konan belgeler devlete rağmen Erdoğan ve şürekasının yolsuzluk pratikleriydi. Ergenekon ve Balyoz Operasyonlarında ortaya konan belgeler ise TC Devletinin tam da kendisini yansıtan belgeler, provokasyonlar ve iç ve uluslararası savaş senaryolarıydı. Tasarlayıcılar, yöneticilerin bir kısmı, taşeronlar ve tetikçiler de tutukluydu. Ancak bu aradaki fark niteliksel bir önem taşıyordu. Bu koşullarda ABD destekli Fethullah saldırısı altında olan Erdoğan konumunu zor da olsa koruyabilmek için bir uzlaşmaya girmek zorundaydı. Yolsuzluk Operasyonu sonrası bu uzlaşma sağlandı. Harp Akademileri Törenin’de yüzlerce askerin önünde “aldatıldığını” öne sürerek özür diledi ve bu ziyaretten sonra Balyoz ile Ergenekon davalarında yargılanan tüm sanıklar, - kimi Generaller üçer, dörder idam karşılığı ağırlaştırılmış müebbet cezası almalarına karşın-, sadece tahliye edilmediler, beraat ettirildiler. Bu yeni ittifakın gerçekleştirilmesinin ilk işaretiydi.
Yeni ittifakın kurulması ABD ve NATO’yu aşırı derecede çok rahatsız etti. Bu sorunu çözmek ve Türkiye’nin başta Rusya Federasyonu olmak üzere Avrasya’ya yönelmesini engellemek için Rusya savaş jeti provokasyonu gerçekleştirildi. İncirlik Üssü’ndeki ABD görevlileri Türk uçağının konuşma sinyallerini kesti, Rus uçağı uyarıyı almadı, Fethullahçı kadın pilot (ki daha sonra bir uçak kazasında öldürüldü) düğmeye bastı ve iki yıla yakın süren Rusya - Türkiye gerginliği yaşandı.
Rusya ile tüm ilişkilerin kesildiği o gergin dönemde ABD 15 Temmuz 2016 darbesi ile son noktayı koymak istedi. Amerikancı Fethullah kadroları bu plan içinde önemli görevler aldılar. Neki, “düşman” Rusya bu darbe planının istihbaratını aldı ve İran vasıtasıyla Türkiye’yi uyardı. Bunun sonucunda Erdoğan aslında darbe girişiminin içinde bulunan Hulusi Akar ve Hakan Fidan’ı o plandan gizli olarak kopararak darbe planını kendi akışına bıraktılar ve karşı-darbe yani asıl darbeyi örgütlediler. Ordunun dörtte biri sokağa çıkarken dörtte üçü kışlalarında kalarak son dakikada planı bozdu ve hazırlıklı olan paramiliter güçler sokağa indiler. Bu organizasyon uzlaşan kesimlerin yani Erdoğan ile Avrasyacı paşaların ve devlet içinde eskiden ABD’de eğitim gördükleri halde oradan uzaklaşan güçlerin ortak operasyonuydu. Ülkücü faşistlerin Turan hayali ile bu projenin içinde kalmaları, eskinin tüm taşeron ve tetikçilerinin de AKP-MHP ittifakına destek vermelerini sağladı.
Bu aşamadan sonra seçimlerin öne alınması için gereken bütün hazırlıklar yapıldı, devlet içinde sağlanan yeniden yapılanma sonucunda MHP destekli AKP-SARAY Rejimi ile devam kararı alındı. Bu arada şunu belirtelim ki CHP, İYİ Parti bu durumda devletin sözünün dışına çıkacak durumda olmamalarına rağmen Amerikancı güçlerdirler. Saadet Partisi ise desteğini Almanya’dan almaktadır. Buraya kadar yazılanlardan Vatan Partisi’nin üstlendiği rol sanırız anlaşılmaktadır.
Bundan Sonrası…
Bu gelişmelere rağmen ABD, NATO ve AB tabii ki Türkiye’nin peşini bırakmayacaktır. Özellikle seçimlerden önce İngiltere ile yapılan görüşmeler sonucunda ABD ve NATO ile ilişki yayı yeniden kuruldu. Fakat bir fark olacak. Türkiye bir müttefik olarak ABD ve NATO’nun her istediğini yapmayacak. Rusya, Çin ve Hindistan’la kurulan ilişkiler sonucunda çok yönlü ilişkiler ile yürüme stratejisi izlenecek. Böylece pazarlık gücü olacak.
Türkiye’nin en önemli sorunu sermaye yatırımılarının artması ve dış ticaret açığı ile iç bütçe açığının kapatılmasıdır. Bunun sağlanması ancak dış yatırımların, özellikle kapital yatırımlarının artması ile mümkündür. Akabinde Türkiye’de sanayii ve teknolojik üretimin artırılması sonucu dış satımın artırılmasıdır. Bunun kilit sektörü de askersel-sinayı-kompleksler olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin savaş sanayiine yatırımları da artırılacaktır. Yeni dönem ile birlikte Milli Savunma Bakanı’nın kim olacağı bu konuda bir takım işaretleri doğrulayacaktır.
Pekiyi bu sermaye nereden akacak? Öncelikle Rusya Federasyonu, Hindistan ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden. Bu projenin “İpek Yolu Projesi” çerçevesi altında maddi temelleri yıllardır Erdoğan tarafından hazırlanmaktadır. Aslında Çin, Hindistan ve ve Rusya’nın bu amaçlı yaklaşımına uygun tavır belirlemiştir. Dolayısıyla “Kanal İstanbul” projesi ve tıkanan büyük devlet projeleri, “yap-işlet-devret” projeleri dahil, Çin Halk Cumhuriyeti’nin finansmanı ile aşılacaktır ve bu sadece bir finansman değil aynı zamanda lisans ve sermaye ortaklığı da olacaktır. Savaş ve savunma sanayiinde Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ile lisans ve sermaye ortaklığını içeren projeler mevcuttur. Uzay teknolojisi alanında Rusya ve Çin ile somut projeler hazırdır. Nükleer alanda Rusya’nın Akkuyu Projesi, Türkiye’nin nükleer silah da üretebilecek bir güç olmasının yolunu döşeyecektir. Yerli patentli araç üretimi için Rusya ile hem Rusya hem de Türkiye’de ortak üretim projeleri hazırlanmaktadır. Hindistan özellikle sanayii projelerinde yer alacaktır.
Avrasya’dan bu şekilde sermaye, teknoloji ve lisans akışının olması ABD ve AB emperyalistlerinin dengeyi bozmamak için yatırımlarını artıracaklarına işaret etmektedir. Böylece Türkiye’ye çok yönlü sermaye akışı artışı beklenmelidir. Kısa vadede ABD ve NATO ile müttefiklik anlaşmaların korunması ve AB ile ilişkilerin iyileştirilmesi görünmektedir. Ancak, bu Türkiye’nin ABD ve AB’nin her istediğini uygulayacağı anlamına gelmeyecek gibi anlaşılmaktadır.
Bu beklentiler çerçevesinde Türkiye’de ekonominin toparlanacağı ve dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarının düzeleceği, yoksulluğun azalacağı, tarımın da sanayiileşmesi ile yoksul kır emekçilerinin gelir düzeyleri ve sosyal yaşamlarının yükseleceği düşüncesi aklınıza gelebilir. Ancak bunun kapitalist düzende karşılığı yoktur. Tam tersi; dış pazarları besleyecek ihracatı verili rekabet koşullarıda yakalamak için işçi ve emekçi ücretleri ile yoksulluk düzeyinde bir değişim olması beklenmemelidir. Ucuz iş gücü, ucuz üretim ve azami kazanç bu düzenin temel ilkesidir. İşçi ve emekçilere ise aç kalmaktan ölmeyecek kadar bir gelir reva görülür. Dolayısıyla bu süreçte emek-sermaye çelişkisi büyüyerek keskinleşecektir.
Böyle bir düzeni sürdürmek, sömrülen işçi ve emekçileri, açlık sınırında yaşayan işsiz ve emeklileri, yoksulların ayaklanmalarını engellemek ancak ve ancak kültürel ve ulusal değerleri istismar etmek, ülkede nüfusun eğitim düzeyini alt düzeylerde tutmak ve bu amaçla dini hassasiyetleri sömürmek ve milliyetçiliği körüklemekle mümkündür. Türkiye’de uygulanan bundan başka bir yöntem değildir.
Burada ciddi bir çelişki ile karşı karşıyayız. Bir yandan Türkiye’yi ABD ve NATO’dan uzaklatabilecek güçlerle uluslararası ilişkilerin gelişmesi ve güçlenmesi. Diğer yandan ise ülke içinde sınıf ve ezilenler üzerinde baskı, sömürü ve terörün azami olarak artacak olması. Bu çelişki belki de Türkiye’de, Kürdistan’da ve Orta-Doğu’da çözümün anahtarı olacaktır. Bunu zaman içinde mücadele ederek yaşayacağız.
Çokyönlü Örgütlenme ve Direniş:
Bu oyunu bozmak hangi siyasi tercihi kullandığına bakmaksızın tüm işçi, emekçi, işsiz, emekçi ve yoksulların içinde bulundukları durumun farkına varmaları ve bu koşullara isyan etmeleri ile sağlanabilir. İşçi sınıfının politik örgütü olarak TKP’nin ana görevi budur. Bu amacı gerçekleştirmek tekdüze çalışma ve örgütlenme biçimleri ile mümkün değildir. Karşımızda finans kapitalin en gerici, en şoven en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü var. Yani sınıfa karşı en gerici yöntemleri kullanacak, başta Kürt halkı olmak üzere tüm ulusal azınlıklara karşı en şoven asimilasyon ve kimliksizleştirme yöntemleri kullanacak, gerek ekonomik gerekse savaş yöntemleri ile en emperyalist politikaları izleyecek bir niteliğe sahiptir. Onun işin sınıf güçleri dışında tüm ulusal kimliklerin, din ve mezhep mensuplarının da bu alanda direniş hareketi içinde aktif yeralımı sağlanmalıdır. Bu direniş stratejisinin tek bir yöntemi olamaz. Açık çalışmalarda rejimin baskı ve tutuklamalarından korunarak, konspiratif çalışmada her tür savaşım yöntemlerine uygun bir tarzı yeni koşullarda derinleştirerek, bütün toplumsal, siyasal, demokratik ama gerici-faşist örgütler içinde de dahil çalışarak uzun soluklu bir mücadele stratejisine hazır olmalıyız. Ezilen ve sömürülen kitlelerin tepkilerini zor ve direniş yöntemleri ile dışa vurmaları veya mazlum yurttaşların desteğini alacak haklı hesap sorma eylemlerinin gelişmesi devrimciler, sosyalistler ve komünistler tarafından yadırganmayacak gelişmeler olacaktır. Sosyal demokratların burjuva bir devlet bileşeni olarak her dönem rejimle işbirliği yapacaklarını ve sınıfı satacaklarını göz önünde bulundurarak hareket etmek gerekmektedir.
Bakınız 3. Enternasyonalin VII. Kongresi durumu o günün koşullarında nasıl tarif etmiş:
“Belirli tarihi koşullarda burjuva-emperyalist gericiliğin saldırı süreci faşizm biçimini alır. Şu türden koşullar söz konusu: kapitalist ilişkilerin istikrarsızlığı; toplumsal bakımdan deklase (sınıfından kopmuş) öğelerin hatırı sayılır miktarda bulunması; kentlerdeki geniş küçük-burjuva ve aydın tabakalarının yoksullaşması; kırsal küçük-burjuvazinin hoşnutsuzluğu; ve nihayet, proleter kitle eylemlerinin yarattığı sürekli tehlike. İktidarını daha kalıcı ve sağlam kılmak için, burjuvazi, parlamenter sistemden, partiler arasındaki ilişkilerden ve kombinasyonlardan bağımsız olan faşist yönteme geçmeye giderek daha fazla zorlanmaktadır. Faşizm, dolaysız burjuva diktatörlüğü yöntemidir ve ideolojik bakımdan “ulusal topluluk” (“Volksgemeinschaft”) ve “mesleki kol”lara (işkollarına) göre temsil (yani aslında egemen sınıfın değişik gruplarının temsil edilmesi) düşüncelerinin ardına gizlenmiştir.
Faşizm, kendine özgü bir toplumsal demagoji (anti-Semitizm, ara sıra tefeci sermayeye yöneltilen saldırılar, parlamenter “gevezeler meyhanesi”ne beslenen öfke) aracılığıyla, küçük-burjuva, aydın vb. kitlelerinin hoşnutsuzluğunu sömüren bir yöntemdir. Faşist mücadele birlikleri, faşist parti aygıtı ve faşist bürokrasiden oluşan kapalı, paralı bir hiyerarşi inşa ederek, rüşvet dağıtma yöntemidir. Faşizm, aynı zamanda, işçilerin hoşnutsuzluklarından, sosyal-demokrasinin pasifliğinden vb. yararlanıp en geri tabakalarını kazanarak işçi sınıfı içinde de var olmaya çalışmaktadır. Faşizmin ana görevi, işçi sınıfının devrimci öncüsünü, yani proletaryanın komünist kesimlerini ve onun önder kadrolarını yok etmektir. Toplumsal demagoji ve parayla satın alma, aktif beyaz terör ve öte yandan dış politikada emperyalist saldırganlığın en üst noktaya dek yükseltilmesi, faşizmin karakteristik çizgileridir. Burjuvazi için özellikle kritik olan zamanlarda faşizm, anti-kapitalist bir terminoloji kullanır; fakat iktidarını güven altında görür görmez, büyük sermayenin terörist diktatörlüğü oldu-ğunu gittikçe daha fazla gösterir ve üzerindeki anti-kapitalist maskeyi fırlatıp atar.”
(Stalin Eserler, 11. Cilt, Sayfa: 176)
Bu tarif günümüzde de aynen geçerlidir ve karşımızdaki tehlike budur. Kısacası neresinden bakarsanız bakın durum yeni bir durumdur. Ancak hiç bir baskıcı yönetimin ilelebet yaşadığı görülmemiştir. Hitler, Mussolini, Franko, Pinochet, Batista, Evren ve daha niceleri gibi diktatörler yerlerini tarihin çöplüğünde bulmuşlardır. Erdoğan da tarihin çöplüğündeki yerini alacak, söndürdüğü ocakların, açlık sınırında yaşattığı ve kendi yolsuzlukları ile yarattığı zenginleşmenin hesabını tek tek verecek. Eğer gerçekten savunduğu felsefeye inanıyorsa ondan bu hesapların ‘öbür dünyada’ lime lime cehennemde yanarak sorulacağını en iyi kendisi bilmektedir. Bütün mesele işçi sınıfı ve yoksul emekçi halkların bu sömürü ve sömürge eziyetini fazla çekmeden, çok fazla ocağa ateş düşmeden bu haksız düzene son verilmesidir. Bunun yolu da SARAY CEPHESİ’ne karşı HALKIN CEPHESİ’nin yaşama geçirilmesidir. KOMİNTERN’in VII.Kongresi’nin en belirleyici örgütsel ve poltitik sonucu olan, en geniş demokratik muhalefet çevrelerini ve toplumsal katmanları kapsayan HALK CEPHESİ STRATEJİSİ ayrıntılarıyla incelenip günümüz koşullarında DEVRİMCİ YENİLENME süreci çerçevesinde irdelenmelidir. Bu konuyu yazının devamında ele almaya çalışacağız.