Gorbaçov Öncesi Sosyalist Sistem (1960-1982) Parlayan Yüz, Çürüyen Gövde Brejnev Dönemi

Gorbaçov Öncesi Sosyalist Sistem (1960-1982) Parlayan Yüz, Çürüyen Gövde Brejnev Dönemi

Brejnev dönemi “madalya enflasyonuna” tanık oldu. Brejnev’e toplam 200 madalya verildi.

İkinci Bölüm: İdeolojik Hegemonyanın Yitirilmesi

İdeoloji: Sosyalizm Döneminde İdeolojik Hegemonyanın Hayati Önemi

Lenin’den sonraki birçok Marksist düşünür, egemen sınıfın (burjuvazinin) kendi iktidarını sadece baskı ve şiddet yoluyla değil, aynı zamanda kitleleri ideolojik olarak kontrol ederek, yani yaşanılan düzenin yegâne doğru sistem olduğuna ikna ederek, bir tür kolektif “rıza” üreterek hakimiyetlerini sürdürdüklerini belirttiler. Başta değerli İtalyan komünist düşünür Gramsci “hegemonya” kavramını geliştirerek bu olguya dikkat çekti. 1970’lerde Fransız KP üyesi ve Marksist filozof L. Althusser bu kavramı derinleştirerek “Devletin İdeolojik Aygıtları” yaklaşımıyla bu hegemonyanın hangi mekanizmalar ile üretildiğini ortaya koymaya çalıştı.

Fiziksel baskının yanı sıra ideolojik hegemonyanın varlığı, dünya komünistleri tarafından hep “mevcut kapitalist düzeni yıkma” kavgasının bir bileşeni olarak; yani “ofansif” planda ele alındı. Bu doğru ve haklı olmakla beraber, işin bir de ihmal edilen “defansif” yanı vardı: Egemen sınıf halinde örgütlenmiş proletaryanın da, sınıfsız topluma kadar iktidarını sürdürebilmesi, baskı aygıtlarının yanı sıra başarılı ve etkin bir ideolojik hegemonyayı zorunlu kılmaktadır. Öncelikle dünyada kapitalizmin varlığı bunu gerekli kılmaktadır; ama bahsettiğimiz ihtiyaç bununla sınırlı değildir. Troçkistlerin hayal ettiği gibi (simültane veya zincirleme) bir “Dünya Devrimi” dahi olsa, sadece kapitalizmin hortlamasını engellemek için değil, sınıfsız komünist topluma temel teşkil edecek yüksek insani değerlerin herkesçe benimsenmesi, 6000 yıllık sınıflı toplumların uğursuz mirasının kafalardan silinebilmesi için sosyalizmin ideolojik hegemonyası şarttır. Sosyalizmin ideallerine, temel değerlerine, onlara temel teşkil eden bilimsel önermelere sahip çıkan, bunları özgür iradesiyle ve bilinçli olarak benimsemiş bir halk kitlesi olmadan (öngördüğümüz gibi) devleti eritmek, “halkın kendi kendini yönetimi”ne geçmek, sadece sınıfsız toplum için değil, sosyalist kuruluş için de gerekli olan dinamizmi ve atılımı sağlamak mümkün olamaz. Bu önermeyi son sınırına kadar götürürsek, şu gerçek de netlik kazanmaktadır: Sosyalizm fikri ve onun teorik çerçevesi olan Marksizm, halkın geniş kesimlerinde inandırıcılığını yitirirse, “güzel ama boş laflar” muamelesi görürse, bıyık altından gülünürse, en güçlü ve şiddetli baskı aygıtı bile sosyalizmi bir düzen olarak ayakta tutamaz. 1989-91 çöküş sürecinin belirleyici olgusu budur, yani sosyalizmin ideolojik hegemonyasının yitirilmesi, sosyalist ülke toplumlarının adım adım bu noktaya getirilmiş olmasıdır. Değil 1930’larda, 1960’larda dahi örneğin bir Lenin heykeline saldırı yapacak birinin, daha polise gerek kalmadan halk tarafından durdurulup “cezalandırılacağı” muhakkaktı. 1989’da ise değil Lenin’e, sosyalizmin en temel değerlerine en azgınca saldırılar toplumu sararken, değil sıradan vatandaşlar, baskı aygıtları dahi buna müdahale etme gücünü ve haklılığını kendilerinde hissetmediler; zira büyük ihtimalle onların “amirleri” de sosyalizm ideolojisine olan inançlarını yitirmişlerdi. Bu noktaya nasıl gelindiğini tarihsel süreç içinde inceleyelim.

SSCB ve Halk demokrasilerinde sosyalizmin ideolojik hegemonyasının (birkaç istisna dışında) aslında güçlü bir temeli vardı. İç dinamiğin çok zayıf olduğu Polonya, Macaristan, Romanya haricinde, bu ülkelerin hepsinde sosyalizme geçiş anında KP’lerin güçlü bir tabanı ve kitle desteği vardı (SSCB, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Çekoslovakya ve Demokratik Almanya); sosyalizm kuruluş sürecinin ilk yıllarında elde edilen ekonomik ve kültürel başarılar, bu ideolojik etkinliği daha da perçinledi. Hatta köylülüğün toprak için 1000 yıldır mücadele verdiği Macaristan’da, KP’den önce ülkeye giren Kızıl Ordu komutanlığının “toprak reformu” başlatması, Macar köylülüğünde önce şaşkınlık, daha sonra güçlü bir kolektif sevinç duygusu yaratmış, bu ülkede dahi sosyalizmin ideolojik gücünü önemli oranda artırmıştı.

İdeolojik gücün öneminin bilincinde olan Sovyet ve Doğu Avrupa liderleri propaganda çalışmalarına muazzam bir önem verdiler ve afiş, slogan, marş, bildirilerin yanı sıra sinema ve edebiyatı da bu amaçla seferber ettiler. Gerçekten de bugün incelendiğinde Sovyet propaganda sanatı, hayatın her alanında, ülke savunmasından üretim seferberliğine, sabotajlara karşı uyanıklıktan dinin zehirli etkilerine, işyeri güvenliği ve işçi sağlığından çocuk haklarına, aile yaşantısından kadın sağlığına, alkolizmden maçoluğa, ABD’li siyahların mücadelesinden Arap halklarının anti–siyonist kavgasına kadar HER alanda son derece etkili, yani hem doğru, haklı ve insani bir içeriğe, hem de başarılı bir biçimsel sunuma sahip olağanüstü güzellikte afişler üretti. Müzik alanında Kızıl Ordu korosu, bugün bile insanları etkilemeye devam eden parçalar icra etti. Sinemada Ekim Devrimi’ni ve Büyük Anti-faşist Savaşı konu alan filmler, Batı ülkelerinde dahi ödüller kazandı. Propaganda çalışması gerçekten etkili ve başarılıydı.

İdeolojideki “Yolsuzluklar”

Ancak sorun burada başlamaktadır: İdeolojik hegemonya, propaganda demek değildir, ve salt propaganda ile sağlanamaz!... Bir insanın ideolojik tavrı, bir yandan kendisine iletilen fikirlerin (ki burada propaganda etkili olabilir), öte yandan da maddi yaşantısında, toplumsal ilişkilerde bulunduğu noktada kendiliğinden oluşan algı ve izlenimlerinin bir bileşimidir. Bu iki unsur, yani “rejimin ideolojisi” ile vatandaşların “kendiliğinden ideolojisi” çakışıp uyum içinde olursa (ki başta Batı olmak üzere kapitalist ülkelerinin istikrar dönemlerinde durum tamı tamına budur) ideolojik hegemonya sağlam demektir. Ancak bu iki unsur arasında çelişki ve ciddi bir uyumsuzluk varsa, ideolojik hegemonyada çatlakların çıkması ve büyümesi kaçınılmazdır. Maalesef sosyalist ülkelerde 70’lerden itibaren gelişen durum bu olmuştur.

Kendi maddi yaşantısında yukarda zikrettiğimiz çarpıklıklara tanık olan, bunları yaşayan, bunlardan ötürü canı sıkılan, ancak bunlar değiştirme gücünü de kendinde hissetmeyen (zira kendisine hiçbir müdahale mekanizması sunulmayan) bir emekçi için, en parlak ve etkili propaganda ürünlerinin dahi bir etkisi olamaz. Afişler “insanların eşitliği”nden dem vururken, üst düzey bürokratların ayrıcalıklarını gözlemleyen (örneğin sadece Parti yöneticilerinin alışveriş yapabildiği “özel” mağazaları gören), resmi söylem “ekonomik başarılar”ı yüceltirken ekmek (veya et, veya ayakkabı…) kuyruğuna giren, afişler “dürüstlüğü ve idealizmi” vurgularken hayatın her alanında rüşvet vermeden iş yaptıramayan, hatta devlet eliyle yolsuzluklara tanık olan bir emekçi için, bu propagandada somutlaşan “sosyalist ideoloji” en hafif deyimiyle “boş laf” haline gelecektir. Emekçilerde maddi hayatın yarattığı bu demotivasyon ekonomide (aşağıda ele alacağımız) yıkıcı etkilere sebep oldukça, mevcut yönetim “aradaki boşluğu kapatmak” için propagandaya ağırlık vermiş, ancak propaganda insanları motive etmek bir yana, var olan motivasyonsuzluğu bir içsel tepkiye (“bizle alay ediyorlar” türünde) dönüştürmüştür.

Pratikteki çarpık uygulamalar, ideolojik hegemonyadaki bu zaafı daha da katmerlendirmiştir. Hesap sorulamayan her yönetim aygıtında baş gösteren ilk hastalıklardan biri “klanlaşma”, ve onun en dolaysız ve kolay biçimi olan nepotizmdir (akrabaları kayırma). Orta Asya cumhuriyetlerinde bazı Parti Bölge Komiteleri tümüyle aynı aile (ya da sülale) fertlerinden oluşurken Romanya’da Çavuşesku eşini Bakanlar Kurulu’na, oğlu Nicu’yu da Gençlik Bakanlığı’na atıyordu. Ama sistemin ta merkezinde ve zirvesinde bu soruna rastladığımızda işin boyutu daha iyi anlaşılacaktır. Brejnev’in damadı Yuri Çurbanov, genç bir polis memuru iken 10 yıl içerisinde önce müfettişliğe, sonra SSCB İçişleri Bakanı Birinci Yardımcılığına getirildi ve bu süre zarfında 650.000 rubleyi zimmetine geçirerek büyük bir skandala imza attı. (11)

SSCB tarihi boyunca ideolojik motivasyonu en önemli mekanizmalarından biri emekçilere verilen ödül ve nişanlardı. Lenin ve Stalin döneminde cephede kahramanlık gösteren, üretimde büyük başarılar sağlayan, bilimde önemli buluşlar yapan, günlük hayatında ciddi fedakarlıklar yaparak herkese örnek olan vatandaşları nişan ve madalya ile ödüllendirmek, onları halka deklare etmek son derece doğru ve saygınlığı olan, gerçekten motivasyon yaratan bir mekanizma idi. Brejnev dönemi ise bir “madalya enflasyonuna” tanık oldu. Sosyal ve siyasal prestij için herkesin herkese madalya taktığı bu dönemde, “kayırma” gene devreye girdi. 2.Dünya Savaşı esnasında 9 yaşında olan Brejnev’in damadı için “Büyük Anayurt Savaşı” madalyası verilirken, Brejnev’in kendisine toplam 200 adet madalya verildi (cenazesinde bu madalyaları toplam 44 subay ancak taşıyabildi). Bir insanın, şayet bir mitoloji kahramanı değilse, 200 madalyayı hak etmesinin söz konusu olamayacağı açıktır ve burada devasa bir dalkavukluğun egemen olduğu ortadadır. Bir zamanlar kan ve terle kazanılan, çöküşten sonra ise tezgâhlarda incik boncuk misali üç otuz paraya satılan Sovyet madalyalarının yıkımdan çok önce “tezgâhlara düştüğü” açıktır. Herkesin iyi kötü gözünün önünde ve bilgisi dahilinde gerçekleşen bu olaylar, sosyalizmin ideolojik saygınlığını tam anlamıyla torpillemiştir.

Bu durum, yani bir yandan pozitif değerlerden bahseden bir resmi propaganda, öte yandan bununla 180 derece çelişen sosyal olgular karşısında halkın tavrı ne oldu? En yaygın tavır, dahili sosyal olaylar karşısında (değiştirme ve müdahale mekanizmaları sunulmadığı için) kayıtsızlık, ilgisizlik ve pasif kabullenme idi. 60’lı yılların ikinci yarısını Sovyetler Birliği’nde geçiren Z.Sertel şu gözlemi yapmaktadır:

Bu (mevcut durum), Sovyet vatandaşlarının çoğunu vurdum duymaz, nemegerekçi yapmıştır. Dünya yıkılsa umurunda değildir. İnsan ilişkilerinde kayıtsızdır. Hükümet, memleket, devlet işlerine karışmaz. Çünkü nasıl olsa ondan kimse fikir sormaz. Bir sorun üstüne kendisine başvurulduğu zaman, ne emredilmişse onu yapar. Onun için Sovyetler Birliği’nin geniş halk yığınlarında hareket, isyan, hoşnutsuzluk gösterileri görülmez.” (12)

Elbette Sertel, bulunduğu yerden (genellikle Kafkasya Cumhuriyetleri) bu gözlemi yapmaktadır ve bunun “ne kadar genelleştirilebileceği” sorgulanabilir. Ancak yukarda belirttiğimiz olguların mantıksal olarak kaçınılmaz sonucunun da bu olacağı net görülmelidir. Doğu Avrupa’nın Halk Demokrasisi ülkelerinde sorun daha da ağır biçimde yaşanmaktadır.

Sosyalist Macaristan’da önceleri KP üyesi olan, ancak 1956 karşı devrimi ve onu izleyen Sovyet müdahalesinden sonra Batı’ya geçen ve siyasal yaşamını bir sosyal demokrat olarak sürdüren yazar Ferenc (François) Fejtö, 3 ciltlik ve 1500 sayfalık “Halk Demokrasileri Tarihi” adlı kapsamlı bir çalışma yayınladı. Bu çalışmanın ilk iki cildinde iktidara geçen KP’lerin hatalarının yanı sıra başarılarını da teslim eden, bu arada Batılı güçlerin ve yerel gericilerin de komplolarını sergileyen Fejtö, çalışmasının “Halk Demokrasilerinin Çöküşü”nü konu alan üçüncü cildinde bu ideolojik çöküşe (sosyal demokrat bir kafayla da olsa) değinmektedir. Resmi propagandanın vaaz ettiği üstün insani değerler ile, bu toplumlarda da gitgide belirgin hale gelen rüşvet, adam kayırma, hesap sorulmama gibi olguların yarattığı ikili dünya, Fejtö’ye göre bir tür “sosyal şizofreni” ve ahlaki çöküş yaratmış, haksızlıkların hesabını soramamanın “intikamını” vatandaşlar işe gelmeyerek, düzgün çalışmayarak, kendi bireysel dünyasına kapanarak ve içten içe alay ederek almıştır.

Fıkra Cenneti

Brecht “Mizahsız bir ülkede yaşamak zordur; ancak herşeyin mizah olduğu bir ülkede yaşamak daha da zordur” demişti. Rus halkının geleneksel olarak üstün ve üretken mizah anlayışı, sosyalizmin tarihi boyunca ilginç bir gelişme göstermiştir. Stalin dönemindeki fıkralar, genel olarak Bolşevik Parti yöneticiler arasındaki çekişmeyi (Stalin-Troçki, Stalin - Radek…) sıradan vatandaşın gözünde “tiye alan” hikayelerdi. 2.Dünya Savaşı ve ertesinde ise fıkra konusu olacak hiçbir şey yoktu. 1960’lardan sonra ise fıkralarda patlama yaşandı. Batı’nın Soğuk Savaş endüstrisi tarafından da kullanılan bu fıkralar, aslında en inançlı komünistte bile tebessüm yaratmaktan geri kalmayan, siyasal yaşamdaki arızaları konu alan zekâ ürünleriydi. Bu fıkralara 1960’lardan bir örnek verelim:

Soru: Kapitalizm nereye gidiyor?

Cevap: Kapitalizm son süratle kendi yıkımına doğru gidiyor

Soru: Bizim hedefimiz ne?

Cevap: Onu yakalamak ve geçmek!

Buradaki her 2 “cevap” da resmi propagandada yer alan ifadelerdir ve ikisi arasında ciddi bir mantıksal çelişki vardır (yıkılmaya mahkum bir sistemi “yakalamak ve geçmek” !). Yöneticilerin görmediği bir çelişkiyi halk yakalamış ve fıkraya dönüştürmüştür. Bu örnek başka bir açıdan da anlamlıdır. Zira “kapitalizmi yakalamak”tan kastedilen elbette ki Batı’nın hayat seviyesini yakalamaktır; ancak tüm dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömüren, bu muazzam kârın bir kısmını kendini ülkesine aktararak bir tür “bolluk” yaratabilen bir sistemin “hayat seviyesi”ni yakalama iddiası mantık dışıdır, imkânsızdır ve ayrıca da gereksizdir. Ancak emekçilere gerçekten alternatif bir komünist yaşamı ve onun değerlerini sunmakta giderek zorlanan bir yönetim, bu yüzden de bütün ağırlığı “halkın tüketim seviyesi”ne vererek her alanda anlamsız bir yarışa girmiş, sonuçta bu “Batı’yı geçme” iddiası onu (diğer unsurlarla birlikte) Batı’dan önce “yıkıma” götüren unsurlardan biri olmuştur.

Sosyalizme İnanç Çok Mu Düşüktü?

Elbette hayır. Yıllar sonra Gorbaçov’un da belirteceği gibi “... toplumda oluşan yozlaşmalara rağmen Ekim Devrimi’nin idealleri ve değerleri halkın içinde bir şekilde yaşamaya devam etmekteydi.” Bütün bu çarpıklıkları “sosyalizmin halletmesi gereken ve mutlaka halledeceği sorunlar” olarak gören, sosyalizme ve onu değerlerine inanan bir kesim hem halkın, hem de (daha az olmakla birlikte) yönetim aygıtının içinde mevcuttu. Glasnost yıllarında SSCB’ye giden ABD’li gazeteci Martin Walker, orada Parti tabanından tanıştığı değişik üye tiplerinden bahsetmektedir. Bir tanesi “Parti toplantılarında emperyalizm semineri verilirken sevgilisine aşk mektuplarını yazdığını” açık açık anlatan bir kariyeristtir. Ancak Murmansk bölgesinde bir Kolhoz’da tanıştığı parti ekibi, Pravda’daki her makaleyi tartışan, Das Kapital’i bölüm bölüm okuyup inceleyen, teorik ve ideolojik konularda dipdiri bir ekiptir. Öte yandan, parti üyesi Sibiryalı bir demiryolu işçisi şunları söylemektedir:” Partiyilim, çünkü bu yaşamıma bir anlam kazandırıyor. Beni tarihin parçası yapıyor. Sibirya insanlığa bir armağandır; bu armağan paketini açmamızı Parti sağlamıştır. Ben de Parti sayesinde bu sürecin bir parçasıyım.” (13)

Yönetim kademelerinde en gurur verici tavır, SBKP yönetiminde yıkımdan sonra da sosyalizme sadık kalan TEK Politbüro üyesi Egor Ligaçev’e aittir. Ligaçev 1983 yılında Örgütlenme Bürosu’nun başına geçtiğinde kendisine lüks bir limuzin tahsis edilir. Ligaçev bunu red ederek daha mütevazi bir araç verilmesini resmen ister. Bu 1960 sonrasında “ilk” olan bir tavırdır. Ancak mütevazi araç” talebi Parti Genel Koordinasyon birimi tarafından “ayrıcalık yaratacağı” gerekçesiyle reddedilir. İdealist tavırlara Nomenklatura’nın tahammülü yoktur! (14)

Vereceğimiz son örnek, tüm insanlığın gözleri önünde cereyan etmiş bir olaydır. 1986 yılında Çernobil nükleer santralinde herkesin bildiği felaket meydana geldiğinde, felaketin “sıfır noktası”na giden itfaiyecilerin görüntüsü tüm dünya televizyonlarından yayınlanmıştır. Sıfır noktası, radyasyonun en yüksek olduğu noktadır ve orayı boşaltmaya giden itfaiyeciler net ve kesin bir ölüme gitmektedir. Hepsi, kendilerini uzaktan çeken TV kameralarına gülerek, ellerini sallayarak ve sıkılı yumruklarıyla selam vererek santrale girdiler. Sonuçta, görevlerini yaptılar, ancak hiçbiri kurtarılamadı. “Toplumun iyiliği için kendini feda etme” ruhu, tıpkı İç Savaş’ta, Stalingrad’da, Smolensk’te olduğu gibi 1980’lerde de bir kez daha kendini gösterdi.

Bugün Putin’in Rusya’sında karşılaşılan çok sayıda Rus vatandaşında hala kolektif çıkarları gözetme, ülkesine ve insanlığa saygı, kültüre ve emeğe yüksek değer verme gibi değerlerin güçlü bir biçimde yaşadığı gözlenmektedir. 70 yıllık bir sürecin izlerinin birden silinmesi ve yok olması mümkün değildir. Ancak soru şudur: Bu pozitif tavır (şimdi değil) 1970’lerde ne kadar etkili ve belirleyiciydi?

İnançlı Komünistlerin Karşısındaki Öbür Uç: “Organize Kötülük”

Bu pozitif tavrın tam karşı ucunda ise “organize kötülük” vardır. Kastettiğimiz şudur: Yolsuzluğun, rüşvetin yaygınlaşması 70’lerin sonuna doğru öylesine olağanlaşmıştır ki, bu tarzda “kuralları çiğneyerek işi halletme” anlamında Rusça bir deyim dahi üretilmiştir: “Na iyeva” (“yolun solundan” anlamında). Mevcut ülke yönetimi, son derece güçlü bir istihbarat ve kontrol aygıtına sahip olmasına rağmen, “Partinin egemenliği”ni sorgulamadığı sürece ne yazık ki bu çarpıklıklara göz yummuş (ya da önüne geçemediği için göz yummak zorunda kalmıştır). Bu ortamda sosyalizme saygısı hala süren insanların zıt ucunda tümüyle negatif bir profil ortaya çıkmış, bu çarpıklıklara “mecburen katlanan” vatandaşlardan farklı olarak bu çarpıklıkları bizzat ve sonuna kadar kullanan, bu sayede güç (para ve etkinlik) sağlayan, bunu akıllıca ve otoriteleri karşısında almadan, hatta onları da “idare ederek” yapan ahlaksız ve acımasız bir kesim hızla gelişmiştir. Özellikle idari kontrol müesseselerinin (Parti, polis, istihbarat…) etrafında ve içinde yuvalanan bu profil, aşağıda değineceğimiz “yeraltı ekonomisi”nin gelişmesiyle daha da büyümüş ve bununla bütünleşmiştir. Bırakalım sosyalizmi, en temel insani değerlere dahi yabancı, açgözlü, entrikacı, hiçbir ahlaki ilkesi olmayan, çıkarı için şeytanla dahi işbirliği yapabilecek, şiddet uygulamaya hazır, herhangi bir burjuva demokrasisinde dahi tiksinti uyandıracak bir profil, ondan daha ileri olması gereken (ve birçok açıdan da olmayı başarmış) sosyalist toplumumuzda ve Kızıl Bayrak’ın ve Lenin portrelerinin altında palazlanmaya başlamıştır. 70’lerde ve 80’lerde dışarıdan varlığı hissedilmeyen bu kesimin varlığının ve çapının en somut ispatı, sosyalizmin çöküşüyle birlikte gözümüze sokulmuştur: Ulusal düzeyde örgütlenmiş mafyalar!... İstisnasız tüm sosyalist ülkelerde sosyalizmin çöküşünün hemen ertesinde, daha “ne oluyoruz” demeden mantar gibi ortaya çıkan ve ülke yaşamına ağırlığını koyan bir dizi mafyaya şahit olduk: Rus mafyası, Azeri mafyası, Arnavut mafyası, Sırp mafyası, Macar mafyası… Bu tiksindirici yapılanmaların gökten zembille inmediği ortadadır. Devletin dışında oluşup devlet içinde yandaş bulan Batı mafyalarının aksine, bu Sovyet ve Doğu Avrupa kökenli mafyaların hepsi devletin içinden çıkan, onun parti, polis ve istihbarat aygıtlarından koparak oluşmuş ve kökü 70’lerdeki yukarda değindiğimiz “organize kötülük” profilinin doğal ve direkt birer uzantısıydı.

1970’lerde SSCB Ve Doğu Avrupa’nın İdeolojik Haritası

Sonuç olarak, “sosyalizme ideolojik olarak bağlı olma ve onu savunma” anlamında 1960’lar sonrasında bu toplumlarda 3 kategoriden söz etmek mümkündür:

  1. Oluşan tüm çarpıklıklara rağmen, Marksizme ve sosyalizme inancını ve gönül bağını sürdüren, bu sorunların mutlaka çözüleceğine güvenen inançlı bir kesim (halkta daha çok, yönetim organlarında daha az)

  2. Oluşan sorunlar karşısında kabuğuna çekilen, resmi söyleme inancı sarsılmış, “adamsendeciliğe” kapılmış, ilgisiz ve pasif bir kitle

  3. Oluşan sorunlardan rahatsız olmak bir yana bunları sonuna kadar kullanarak, yani “gemisini yürüterek” (Rusça deyimiyle “soldan giderek”) güç kazanmaya kararlı zehirli bir kesim.

Bu üç bileşen için birer rakamsal veri (yani bunlar yüzde kaç idi?) veremeyiz; kimsenin de verebileceğini sanmıyoruz. Ancak diyalektiğe biraz aşina herkes, bir durumun “fotoğrafı”ndan çok “filmini” bilmenin, yani resmi oluşturan bileşenlerin her birinin gelişme gücü ve hızını anlamanın daha anlamlı olacağını bilir ve görür. Dolayısıyla yukarda verdiğimiz “fotoğraf”ın kendisi bir bilgi verse dahi, asıl mühim olan “film”, yani parçaların gelişme hızıdır. Rüşvet, yolsuzluk ve insanların buna müdahale araçları tanımsız kaldığı sürece 1. Kategorinin gerileyeceği, 2, ve 3. Kategorilerin güçleneceği aşikardır. Pratikte de olan bu olmuştur.

76. Sayı 2. Bölümün KAYNAKLARI (Geçen sayıda yayınlamadığımız için özür dileriz)

  1. Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi”, Li Shenming, Canut Yayınları, 2013, s.77

  2. La Nomenklatura: La Classe des Privilégiés en URSS”, Mikhail Voslensky, Belfond, 1980, s.134

  3. Party, State and Citizen in Soviet Union” M.E.Sharpe, s.37

  4. La Nomenklatura” , s.133

  5. Kızıl Babalar: Sovyetler’de Mafya”, Andrei İllesch, Sel Yayıncılık, 1991, s.104

  6. Molotov Anlatıyor”, Feliks Çuyev, Yordam Yayınları, s.274

  7. Kızıl Babalar”, s.115

  8. Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi”, s.77

  9. La Nomenklatura”, s.229

  10. Olduğu Gibi: Rus Biçimi Sosyalizm”, Zekeriya Sertel, İletişim Yayınları, 1993, s.86

 

Bu Sayı KAYNAKLAR:

(11)“Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi”, s.75

(12) “Olduğu Gibi: Rus Biçimi Sosyalizm”,s.183

(13) “Dev Uyanıyor” Martin Walker, Altın Kitaplar, 1989, s.142

(14) “Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi”, s.74

 

(Devam edecek)

Sonraki Bölüm: Ekonomide Büyüyen Çarpıklıklar

 

 

 


Konuyla ilişkili diğer makaleler