Gorbaçov Ve Çöküşün Anatomisi - Dördüncü Bölüm: SSCB Ve Doğu Avrupa’da Sosyalizmin Sonu
Bir “Tien An Men” Çözümü Mümkün Müydü?
O yıllarda gelişmeleri giderek kaygıyla izleyen tüm dünya komünistlerinin özlemle bekler hale geldiği “karşı devrimcilere karşı demir yumruk”un Gorbaçov eliyle engellenmesi örnekleri, bugün birçok sosyalist tarafından “sosyalizmi korumak için kaçırılan son fırsatlar” olarak algılanmakta ve içini burkmaktadır.
Öte yandan, aynı yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nde “reform yanlısı” olarak başlayan hareketler düzeni sarsan bir noktaya, Pekin Tien An Men meydanındaki cüretkâr gösterilere dönüşünce ÇKP liderliğinin, hiçbir tereddüt göstermeksizin gösteriyi kanla bastırdığı hatırlardadır. Bugüne bakıldığında, “Tien An Men” çözümünün başarılı olduğu, yıkıcı dinamiklerin engellendiği, “sosyalizm sınıfsız toplum..vs” kavramlarının ötesinde en azından toplumsal istikrarın korunduğu açıktır. Dürüst olmak gerekirse, “ÇKP yönetimi bürokratikti” ya da “ kapitalist reformların önünü açtılar” gibi haklı olabilecek itirazların çok ötesinde, SSCB’deki benzer, ama ondan çok daha büyük çaplı bir katastrofik çöküşün, Rusya’da şahit olduğumuz kaosun, siyasi vahşetin, emperyalist yağmanın, mafya ve fuhuşun 1,2 milyar insanı kapsayacak şekilde gerçekleşmesinin tüm insanlık için ne korkunç bir felaket olacağı göz önüne getirildiğinde, söylenecek tek şey vardır: Tien An Men’de muhalefete vurulan darbe, ÇKP’ye yönelik Marksist eleştirilerimiz saklı kalmak kaydıyla, haklıdır, yerindedir, doğrudur, iyi yapılmıştır. Bugün cılızca da olsa yeniden ısıtılan “onlar aslında gerçek sosyalizmi hedefleyen emekçi gösterileriydi” iddialarına inanmak ise, yukarda Doğu Avrupa’da benzer iddialarla başlayan süreci incelediğimizde, saflığın da ötesinde artık aptallıktır.
Şunu da net vurgulayalım: Gerek Tien An Men darbesi, gerekse diğer sosyalist ülkelerde umulan ama yapılamayan benzeri darbeler, geçmiş yazılarımızdan beri bahsettiğimiz sosyalizmin yapısal sorun ve çarpıklıklarını “çözmeyi başaracak ve gerçek sınıfsız topluma gidişi başlatacak” adımlar olarak algılanamaz. Bunların tek olumlu yönü, yukarda da vurguladığımız gibi, milyonlarca insanı perişan eden bir sosyo-ekonomik felaketi engellemek, emperyalizmin kudurganlığının zirve yapmasına set çekmek ve pratik karşılığı ne olursa olsun “sosyalizm” fikrinin muteber ve saygın olduğu bir coğrafyayı ayakta tutmak olabilirdi.
Bu duruma baktığımızda, Doğu Avrupa’da ve SSCB’de bu tarzda bir çözüm mümkün müydü? Doğu Avrupa’da bu tarzda bir çözümü kesinlikle zorlayacak 3 özne vardı: Birincisi, yönetim seviyesinde devrim öncesini ve sosyalist devrim sürecini yaşamış, yapılan fedakarlıkları ve verilen emeği hisseden, ve bunu kaybetmemek için her şeyi yapmaya kararlı liderlerdi; ancak 1989’a gelindiğinde bunlardan ayakta kalan sadece Honecker idi; onu da elinin Gorbaçov tarafından nasıl bağlandığını aktardık.
İkinci özne ise fabrikalardaki silahlı işçi milisleriydi. Çekoslovakya’da 1948’de iktidarın komünistlere geçmesini sağlayan temel güç olan silahlı işçi milisleri, Macaristan ve Demokratik Almanya’da da örgütlüydü, ve bilinçli işçiler olarak (bariz sebeplerle) sosyalizmin kazanımlarına sonuna kadar sadık ve savaşmaya hazırdılar. 1989’a doğru bu ülkelerde açıkça kapitalizmi hedefleyen muhalif güçler insiyatifi ele geçirince, bu silahlı milisler gösterilere şiddet kullanarak müdahale etmeye hazır ve istekliydiler. Tam bu noktada, komünistler olarak sahip olduğumuz örgüt doktrininin, ilerde mutlaka sorgulamamız gereken bir zaafı devreye girdi: Sosyalist ülkelerde Parti’den bağımsız sosyalist bir işçi insiyatifi asla var olmadı. En bilinçli işçiler (bu arada yukarda adı geçen silahlı işçi milisleri) Parti’ye sıkı sıkıya bağlılıkla yetiştirilmişti; bir adım atmak için önce (ve kesinlikle) Parti’den, yani Parti MK’sından talimat beklediler. İdeolojik olarak çürümüş Parti MK’sı ise bu silahlı güçlere müdahale talimatı vermek şöyle dursun, muhalefet pazarlıklarında onların tasfiyesini kabul etti!. Kendilerine sahip çıkan hiçbir siyasi otorite olmadığını gören işçi milisleri de çaresizlik içinde silahlardan arındırıldılar. Sınıfı Parti’ye, Parti’yi de Parti MK’sına sıkı sıkıya bağlayan bu hiyerarşik “zincir”, bu momentte açıkça işçi sınıfının eline ve ayağına vurulmuş bir “zincir” haline gelmiştir. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir konudur, zira aynı “zincir” birkaç ay sonra SBKP tabanındaki milyonlarca dürüst komünistin elini kolunu bağlayacak, sosyalizmin kazanımlarını kurtarmak için fiilen çürümüş ve dağılmış bir “merkez”den beyhude yere talimat bekleyeceklerdi.
Üçüncü özne ise SSCB’den gelecek, 1956 veya 1968’e benzer bir askeri müdahaleydi. Polonya ve Macaristan’da açık Batı yanlısı yönetimler kurulduğunda, sanılanın aksine Batı’da “zafer çığlıkları” atılmadı; zira (özellikle Batı Avrupa’da) “Sovyetler buna göz yumamaz; acaba ne yapacaklar” türünde derin bir endişenin tüm yönetici çevrelere egemen olduğunu bugün öğreniyoruz. Dolayısıyla şu soru bu noktada önem kazanmaktadır. Sovyetler’de bu gidişe tepki duyan siyasi güçler açısından durum neydi?
Doğru Adım, Yanlış Zamanlama
Kaderin bir cilvesi olarak, yıllar önce Stalin’in haklı biçimde önerdiği, ama o dönem reddedilen “Parti dışı bağımsız adayların seçime girme hakkı” Gorbaçov tarafından gene merkezi Parti aygıtının gücün sarsmak için devreye alındı. Aslında 1930’larda, Partinin ve sosyalizm fikrinin prestijinin zirvede olduğu bir dönemde anlamlı ve faydalı olabilecek, Partiye bir miktar ideolojik canlılık, topluma da politik dinamizm katabilecek bu adımı, sosyalizmin her yönünün tartışılıp ayaklar altına alındığı bir dönemde devreye almak, açıkça ateşe su yerine benzin dökmekti. Somut örnek olarak, Parti sekreteri olduğu Moskova’da kendine maddi-manevi çıkar ilişkileriyle bir “müşteri tabanı” oluşturmuş olan Boris Yeltsin, bağımsız aday olarak Parti’nin adayını yendi ve seçildi. Açıkça gelişmeye başlayan sağ-burjuva eğilimler her yerde bu yeni düzenleme sayesinde siyasi meşruiyet kazandılar. Bu, tipik bir “doğru adımı yanlış zamanda atma” vakasıydı.
İkinci benzer adım ise, SSCB Anayasa’sında yer alan “SBKP’nin öncü rolü” konusu idi. Parti’nin bu kanun maddesinden güç alarak toplumsal yaşamın her alanına yukardan müdahale etmesinin nasıl bir deformasyona rol açtığına daha önce ayrıntılarıyla değinmiştik. Doğru olan ise, hiçbir kanuni hükme (yani “devlet gücüne”) dayanmadan, partinin kendi öz çalışması, yaratıcı fikirleri, üyelerinin sergilediği duruş, etik profili ve örnek davranışları ile toplumda “fiilen” öncü olmasının sağlanmasıydı ve bu anayasa maddesi, yıllar boyu Partiyi bir tür devlet organı haline getirmişti. Başka bir deyişle, yanlış olan “Parti’nin öncü olması” değil, bu öncülüğün kanun ve devlet gücüyle ilelebet garanti edilmesiydi.
Gorbaçov bu maddenin SSCB Anayasasından çıkarılmasını önerdiğinde ise, değil kanunen, pratikte dahi topluma önderlik edebilecek bir Parti ortada kalmamıştı. Milyonlarca üyenin hayal kırıklığı içinde istifa ettiği, değişik yönetici fraksiyonların hiçbirinin birbirini takmadığı, her yönetici ekibin “gemisini kurtarma” peşinde planlar yaptığı bir dönemde, Parti önderliğini anayasadan çıkarmanın tek anlamı, ”komünizm fikrinin artık Sovyet toplumuna yön veren ilke olmaktan çıktığının” ilanı oldu. Yangına dökülen bu ikinci benzin, fiilen sosyalizmin sonunun ilanıydı.
Operet Darbesi Ve Son
SSCB’de bu gidişe tıpkı Çin’deki gibi “dur” diyecek güçler var mıydı? Hayır, yoktu! Bu tarzda bir çözümü hayata geçiren Deng Xiao Ping, ya da geçirmeyi planlayan Honecker ve Çavuşesku gibi önderlerin ortak yönü neydi? Çok farklı açılardan bunların hepsi eleştirilebilir, Deng’e “kapitalizm yolcusu”, Honecker’e “bürokrat”, Çavuşesku’ya “kişisel diktatör” vs denebilir. Ancak inkâr edilemeyecek objektif olgu şudur: Her üçü de devrim öncesi kapitalizmi, devrimi ve devrim sonrası sosyalizmin kuruluş sürecini yaşamış kadrolardı. Ülkede kurulan sosyalist yapının ne kadar emek, fedakârlık gerektiren bir süreç olduğunu bizzat bu sürecin içinde ve başında yer alarak yaşamış ve hissetmiş unsurlardı ve kendilerinin de dahil olduğu bu devasa emeğin heba edilmesine asla göz yummayacakları kesindi.
SSCB’de ise durumun bununla en ufak bir ilgisi yoktu. Ülkeyi yöneten kadrolar için “devrim” geçmişte kalan bir eylemdi; ve Sovyet sistemi onların gözünde milyonların emeği ve fedakarlığıyla kurulmuş bir sistemden çok kendilerini o pozisyona getiren, yönetme gücünü ve birtakım ayrıcalıkları sağlayan bir sistemdi ve “devrim ve sosyalizm” kavramları esas olarak bu iktidara meşruiyet oluşturan kavramlar, Marksist teori ise, birçoğu için, o pozisyona gelebilmek için “ezberlenmesi zorunlu dualar”dı. 1977’de Batı’ya sığınan ve “SSCB 1984’e Kadar Ayakta Kalacak Mı?” adlı kitabı yazan Sovyet muhalifi Andrey Amalrik doğal olarak komünist hareketimiz tarafından o yıllarda topa tutulmuş, ancak (maalesef) sadece “6 yıllık sapmayla” dedikleri çıkan Amalrik, kitabında SSCB’de iktidar konusunda şunları yazmıştır: “..(sistem) öyle bir noktaya gelmiştir ki, iktidar kavramı ne bir doktrine, ne bir şefe, ne de bir geleneğe bağlı olmaktan çıkmıştır. İktidarın amacı gene bizzat kendisidir, kendi kendini korumaktır.” (1)
Aslında üst yönetim kademelerindeki ideolojik erozyona işaret eden, ama bir dönekten geldiği için o yıllarda kaale alınmayan bu iddia, çöküş anında yüzde yüz doğrulanmıştır. Ortada bir teoriye bağlılık, bir ideale bağlılık, bir toplumsal hedef ve buna yönelik gerçek bir irade olmadığı için, oluşan ve hızla tırmanan kaos karşısında, yukarda da belirttiğimiz gibi, yönetici kadrolar (Gorbaçov’u eleştirenler dahil) sosyalizm konusunda ısrarı bırakıp kendileri için en az zararla işin içinden sıyrılmayı mümkün kılacak çözümlere yöneldiler. Böyle bir camia ve ortamın içinde yapılan “darbe”nin de komedi olmaktan öteye gitmesi mümkün değildi.
Ağustos 1991’de Parti MK ve Politbüro üyesi Gennadi Yanayev, içinde silahlı kuvvetler, KGB, sendikalar ve köylü birliklerinin temsilcilerinin de bulunduğu 8 kişilik bir “Devlet Olağanüstü Durum Komitesi” ile iktidara el koyarak Gorbaçov’u görevden aldı. Bu darbe birçok ülkede, bu arada Türkiye’de “kötü gidişe dur denildi” anlamında ciddi bir sevinç yarattı; ancak gene Türkiye’de “bu kadar yozlaşmış bir yapının darbeyle kurtarılamayacağı, darbenin de bir işe yaramayacağı”nı söyleyen ileri görüşlü unsurlar vardı. Bu darbe aslında tam bir komediydi, zira söz konusu “komite”de yer alanlar pratikte hiçbir şeyi (ne Silahlı Kuvvetleri, ne de KGB’yi) temsil etmiyorlardı. Nitekim toplam 3 gün süren darbenin sonunda, Silahlı Kuvvetler muhaliflere ateş açmayı reddetti, Batı’nın tam desteğini almış olan Yeltsin bir tiyatro sergileyip tankın üzerine çıkarak “demokrasiyi kurtardı”. Orak çekiçli kızıl bayrak Kremlin gönderinden indirilerek dünyanın gözleri ve SSCB halklarının sessiz bakışları önünde çöpe atıldı. İşin en ilginç tarafı, darbenin lideri olan Yanayev, önce tutuklandı, daha sonra Yeltsin tarafından “affedildi” ve gene bizzat Yeltsin yönetimi döneminden başlayarak 2010’a kadar Rusya turizm idaresinde görev aldı!.
Darbeden birkaç ay önce tüm SSCB’de yapılan ve “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin halkların ortak siyasal yapısı olarak korunmasına taraftar mısınız?” sorusunun sorulduğu referanduma 148 milyon kişi (tüm seçmenlerin %80’i) katılmış, bu katılımcı kitlesinin %77’si “evet” cevabı vermişti. “Evet” oylarının cumhuriyet bazında oranı Orta Asya cumhuriyetlerinde %90 ve üstünde, Ukrayna’da %83, Azerbaycan, Belarus ve Rusya’da %75 seviyesindeydi (Ermenistan, Gürcistan, ve Baltık cumhuriyetleri referanduma katılmadılar). Bu net sonuca rağmen 3 yozlaşmış lider, Yeltsin, Nazarbayev ve Kravçuk başarısız darbe girişiminden sonra bir araya gelerek “SSCB’nin feshedildiğini”, tüm insanlıkla alay edercesine ilan ettiler.
Sosyalizme sadık Rus emekçilerinin gerçek politik enerjisi, hiyerarşik olarak bağlı oldukları çürümüş SBKP aygıtından kurtulduktan sonra, biraz geç de olsa ortaya çıktı. 1993’te Yeltsin’in vahşi kapitalizm yanlısı “reform”larını yeni parlamento Duma reddedince, bunu desteklemek için binlerce vatandaş sokağa döküldü. Bu, kapitalizme dönüşü belki de durdurmak için son (ve gerçek) atılımdı; ancak Yeltsin’in destekçisi haline gelen ordu (1991 operet darbesinin aksine) halka ve parlamentoya ateş açmaktan çekinmedi. Parlamento binasının topa tutulduğu, göstericilere ateş açıldığı bu eylemlerde gayrı resmi rakamlara göre 2000’in üstünde insan öldü. Siyasal karşı-devrim konsolide olmuştu.
AEP Yanlısı Eleştirilerin Hazin Sonu: “Anlatılan Senin Hikayendir”
Bugün Stalin’e duyulan sevgi ve bağlılığın kitlelerde güçlenmesi ve o döneme ilişkin karalamaları boşa çıkartan çalışmaların yayınlanması, Arnavutluk Emek Partisi ve Enver Hoca taraftarı devrimci kesimlerde “bizim dediklerimiz çıktı, biz haklıydık” türünden bir “iç rahatlığına” yol açmıştır. Bu rahatlık oldukça beyhude ve anlamsızdır. Açıklayalım:
1956 sonrasında gerek Mao’nun önderliğindeki ÇKP, gerekse Enver Hoca önderliğindeki AEP, SBKP'nin sağ ve revizyonist eğilim taşıyan tezlerini eleştirdi ve bu eleştiriler teorik planda haklıydı. Bu eleştirilerin salt teorik hassasiyetten mi, yoksa ulus-devlet seviyesindeki kaygılardan mı kaynaklandığı ayrı bir tartışma konusudur ve burada o konuya girmiyoruz. Ancak bir süre sonra Mao önderliğindeki ÇKP, SBKP’yi “karşısında pasif kalmakla” suçladığı ABD emperyalizmiyle bizzat kendisi son derece utanç verici bir ilişkiye, açık bir işbirliğine girdi. SSCB’ye (ve onun desteklediği devrimci hareketlere) karşı tüm dünyada açıkça gericileri destekledi (Angola’da, Afganistan’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da…). Dolayısıyla ÇKP açısından bu eleştirilerin tarih önünde hiçbir değeri ve anlamı kalmadı. Buna karşılık Arnavutluk ve Enver Hoca, emperyalizmle uzlaşmayı reddetti ve bir izolasyon pahasına hem Batı emperyalizmine karşı tavır almaya, hem de SBKP’nin sağ eğilimini eleştirmeye devam etti. Provokatif ve saçma bir tez olan “Sovyet sosyal-emperyalizmi” tezi bir taraf bırakılırsa, Enver Hoca’nın genel olarak Marksist bir tutarlılığı koruduğu düşünülebilir. Bu ortodoks tavır, AEP’ye sempati duyan devrimci kesimlerde “SSCB yıkılıyor, ama Arnavutluk bir kale gibi ayakta” şeklinde oldukça “erken” sevinçlere yol açtı. Sonra dünya çapında gelişen yıkımın seli, sosyalist Arnavutluk’u da sildi süpürdü.
Burada dikkat edilmesi gerek nokta şudur: Gerek Enver Hoca’nın Arnavutluk’u, gerekse Tito ve sonrası sosyalist Yugoslavya, SSCB’yi politik planda eleştiren ve “farklı” olduğunu iddia eden ülkelerdi. Yugoslavya, SSCB’yi “Stalinci” ve despotik olarak tanımlayıp kendi modelini “gerçek özgürlükçü sosyalizm” olarak lanse ederken, Arnavutluk ise tam tersine “SSCB’nin Stalin’in mirasına ihanet ettiğini, kendilerinin bu mirasa sahip çıkan tek gerçek sosyalist model” olduğunu iddia etti. Kaderin cilvesi (ve asıl üzerinde düşünmemiz gereken konu) ise şudur: SSCB’ye bu kadar zıt açılardan eleştiri yönelten her iki ülke ve model de, SSCB ile yüzde yüz aynı semptomlarla, aynı belirtilerle, birebir aynı utanç verici manzaralarla yıkıldılar ! Sayalım: Üretim araçlarının yönetim içinde ve ona yakın isimlerce yağmalanması, gücünü eski istihbarat aygıtından alan ve birden bire ülkede güç haline gelen pervasız bir mafya, kendi cemaatlerinin başına geçen parti liderlerinin etnik çatışmaları körüklemesi, ahlaki çöküş, fuhuş ve uyuşturucunun eski emniyet görevlilerince örgütlenmesi, Batılı kapitalistlerin ülkeyi yağmalamak için buralara üşüşmesi, (eski KP’li) yerel politikacıların bunlarla iş yapmak için adeta yarışması, dinin hortlaması, ve sosyalizm namına ne kadar sembol ve eser varsa hoyratça tahrip edilmesi (Rusya’daki Lenin heykellerini Yugoslavya’da Tito heykelleri izledi, Enver Hoca’nın değil heykeli, mezarı dahi birkaç kere tahrip edildi!) …
Çıkan sonuç açıktır: Bu kadar farklı, hatta zıt söylemli ülke ve yapılar, aynı hastalık belirtileriyle hastalanıp aynı şekilde can veriyorsa, hastalığın kökeni ortaktır ve bu köken, resmi tezlerde yer alan “ılımlı” veya “militan” veya “Ortodoks”, “Stalin’ci” veya “anti-stalinist” söylemlerdeki farkların ötesinde aranmalıdır.
KAYNAKLAR:
- “L’URSS Survivra-t-elle Jusque’en 1984 ?”, Andrey Amalrik, Librairie Générale Française, 1977)