Ütopya ve Sosyalist Ütopyalar III
“Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak is- tedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.” (Kehf Suresi, 79)
Taylorist ve Fordist kırbaçların çalışma yoğunluğu ile Cogagne tembellikleri arasında savrulan çalışma ahlakı felsefesi, işçi sınıfının ve onun politik örgütünün çözmesi, en azından üzerinde tartışması gereken önemli bir sorundur. Hangi koşullarda ve nasıl bir çalışma süresi ile, yaşamın yeniden üretilmesi gerekliliği arasında kurulması gereken optimal dengeler sosyalist ütopyanın temelini oluşturur.
Toplumun emekçilerden oluşan ve her geçen gün daha da çoğalan bu dinamik kesimine devrimci politikaların çalışma süreleri ve koşulları konusunda daha belirgin ve somut cevapları olmalıdır. Bu cevaplar sadece ve sıradan bir politik program içeriğinden çok, içselleştirilmiş ve gelecekte içinde hep beraber yaşayabileceğimiz mutlu, üretken ve sömürünün olmadığı bir toplumun müjdecisi de olmalıdır.
5-6 yüzyıl önce, üretmenin temel yükü kapitalizmle beraber ortaya çıkan tarihsel işbölümünde emekçilerin sırtına yüklenmiştir. Marx, Kapital’de işçi sınıfının kapitalizmin gelişme sürecinde hangi zorlu koşullarda çalıştığının detaylarını anlatır. Fabrikalar cehennem gibi- dir, keyfi ve düşük ücretler ancak kölece bir dayatmanın, uzun çalışma saatlerinin ve karın tokluğuna çalışmanın karşılığıdır. Upton Sinclair daha sonraki yıllarda Türkçeye ‘‘Şikago Mezbaları’’ olarak çevri- len (orjinal adı The Jungle) kitabında, Şikago eyaletindeki bir sanayi bölgesinde kapitalizmin acımasız çarklarında emeğin nasıl sömürülüp; çocuk, kadın, hasta demeden nasıl ve hangi koşullarda çalışıldığını anlatır. Ünlü sosyalist yazar Jack London da ‘‘Ay Vadisi’’ adlı eşsiz romanında kapitalist kâr hırsının sistemi nasıl hızla krize soktuğunu ve emekçilerin nasıl zorla burjuvazi için savaşa zorlandığını anlatır.
Emile Zola “Germinal” adlı romanında maden ocaklarında çalışan işçilerin yaşamlarını bizzat yeraltına inerek gözlemlemişti. “Gülümsediklerinde yalnızca gözleri ve dişleri parıldayan, yüzleri kara toza bulanmış forsalarla” karşılaştığını söyleyen Zola şunları yazıyordu:
Aşağıda sıcaklık 35 dereceye kadar çıkıyor, hava akımı kesiliyor, soluk alıp vermek öldürücü bir durum alıyordu. Daha iyi görebilmek için lambalarını başlarının yanındaki çiviye tutturmuşlardı. Lamba kafalarını kızdırıyor, kan beyinlerine çıkıyordu. Burunlarının dibindeki kayadan su sızıyor, iri ve sürekli damlalar inatla hep aynı noktaya düşüyordu. Yarım saat içinde tepeden tırnağa ıslanmışlar, terden sırılsıklam olmuşlardı. Her yönden ıslak kumaş kokusu yayılıyordu.
Başlangıçta insanoğlunun üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti yoktu. Doğa ve ilkel üretim araçları bütün toplumun ortak malıyken zamanla fabrikaların, tarım çi iklerinin ve toplumsal üretim sonucunda ortaya çıkan muaz- zam servetin giderek doğanın kendisinin toplumun az sayıda ve hiç çalışmayan bir kesimine ait hale getirilmesinde kapitalist devlet aygıtlarının ve her türden dini kurumların rolleri belirleyici olmuştur. Din, hemen bütün çoğrafyalarda, toprak- ları ve atölyeleri zorbalıkla ve hile ile el- lerinden alınan, mülksüzleştirilen, emekçilerin karşısında toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin yanında oldu. Fabrikalarda ve tarım işletmelerinde kapitalistler ve zengin toprak sahipleri için çalışmanın bir sömürü ilişkisi olarak değil Tanrı’nın ilahi yasaları gereğince mülksüzlerin ‘‘cezalı’’, mülk sahiplerinin ise tanrının bir ödülü olarak zengin olduklarını, Tanrı’nın yasaları gereğince bazılarının hep yoksul kalmak zorunda, bazılarının da hep zengin olma hakları bulunduğunu ve bu ilahi düzene karşı çıkmanınsa Tanrı’ya karşı çıkmak olduğunu savundular durdular. Max Weber, iş-çalışma karşılığı kullanılan Beruf (Almanca), Calling (İngilizce) gibi kavramların ‘‘çağırı’’, ( Tanrı’nın çağırısı) giderek Protestan ve Kalvinist Hristiyan- lık’ta Tanrı’nın verdiği görev anlamında, dinsel bir içerikle kullanıldığından bahseder.’
Bir Roma sömürgesi olan Kudüs’te yoksul köylülerden ve zanaatkârlardan alınan yüksek vergilere itiraz edenlere karşı İsa, ‘‘Sezar’ın Hakkını Sezar’a verin...’’ diyerek, kendi halkından yana değil Roma imparatorluğundan yana tavır alıp, kilisenin ilk emek düşmanı politikalarının temelini atmıştır. Daha sonra gelen ruh- ban sını arı da emekçilerin üretimle or- taya çıkardıkları servetin kaynağı olarak iş gücünü değil kaynağını ‘‘Allah’’tan alan ilahi bir meşruiyetle açıklamışlardır.
İslamiyet de emekçilerin toprak sa- hipleri ve kapitalistler için çalışmasına kutsal ve tanrısal bir yük yükler, ‘‘Çalışmak ibadetin yarısıdır...’’, ‘‘İşverenin, çalıştırdığı insanlar üzerinde hakları vardır. Bunların en başında işçinin aldığı parayı hak etmesidir. Kendisine verilen görevi noksansız yapmasıdır. Yoksa kazandığı helal olmaz.’’ gibi işçilerin çalışma ortamındaki yükümlülüklerini dünyevileştirirken onların haklarını vermeyen patronların yerine getirmedikleri yükümlülükler için cezalarını da öbür dünyaya erteleyerek onları rahatlatır. Patronlar hangi günahı işlerse işlesinler, ‘‘Tövbe kapısı açıktır’’ son nefeslerinde hiç bir bedel ödemeden tövbe ederek bütün günahlarından kurtulurlar.
Allahtan (!) işçi sınıfı kapitalist zorbalı- ğa ve sömürüye karşı kilise ve camilerde- ki patron ideologlarının sömürünün tan- rısal meşruluğu iddialarına karşı, yüzyıl gibi kısa bir sürede kendi sınıf örgütlerini; partilerini ve sendikalarını kurarak tarih sahnesine bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıktı. 1880’lerden sonra çalışma süresinin 14, bazen de 16 saatten 8 saatlere indirilmesi patronların ve parazit ruhban sınıfının yalanlarına rağmen gerçekleşti. 1980’lerden sonra verilen kitlesel müca- delelerle birçok Avrupa ülkesinde çalış- ma saatleri 40 saatten 35 saate indirilirken Türkiye’de, hala 45 saat hatta daha uzun süreler çalışmak zorunda bırakılan işçi sınıfının durumunu, Türkiye’de başta DİSK olmak üzere sosyalist örgütlerde yeteri kadar tartışılmayan hatta hiç gündeme getirilmeyen bu konuyu ‘‘sosyalist ütopyalar’’ çerçevesinde biraz tartışmak istiyoruz...
Rakamlar yüzyılın başından bu yana üretimin % 800 arttığını söylüyor üretim- de ve verimlilikteki bu muazzam artışın işçi sınıfının çalışma süresine ve hayat standartlarına yeteri kadar yansımadığı, yansıtılmadığı açıktır. Madem ki işçi sını- fının üretkenliği bu kadar artmış ve ka- pitalist işletmelerin bilançolarında şişkin rakamlar olarak yansımaktadır o zaman bu verimlilik artışının sonuçlarından işçi sınıfı ve onların aileleri de yararlanmalıdır, yaratılan bu ekstra artı-değerden daha fazla pay almalıdır. Oysa ki işçi sınıfının gün içinde yaşadığımız koşullar işçi sınıfının çalışma şartları ve süreleri açısından sınıfın mücadele geleneği ve tarihsel birikimi karşılaştırıldığına durumun böyle olmadğı çok açıktır.
Yaratılan bu ekstra artı değerden ya da kısaca % 800‘lük verimlilik artışından burjuvazi aslan payını alırken işçilerin payına kırıntı bile düşmemektedir. Oysa
ki verimlilik artışının gerçekte burjuva sınıfıyla hiç bir ilişkisi yoktur, verimliliğin yani birim zamanda daha fazla üretebilmenin becerisi sadece ve sadece işçi sı- nıfına aittir. Bu nedenle yaratılan toplam toplumsal üretimin paylaşımından daha fazla pay almak üzere mücadele edilmeli ve çalışma süreleri ücretler aynı kalmak koşuluyla haftalık çalışma süresi 25-30 saat ile sınırlanmalıdır.
Sınıfın ekonomik örgütleri sendikalar...
Ortaçağ’a bir yolculuk yapmak ister- seniz, geçmişi anlatan tozlu kitap sayfa- larına ya da tarih müzelerine gitmenize gerek yoktur. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çalışmaya ilişkin kurallarına bir bakmak yeterlidir. Bakanlık çalışma yasalarına ilişkin olarak bastırdığı kitabında ‘‘Haftalık çalışma süresi en çok 45 saattir.’’ lafını gururla önümüze sermektedir.
İş Kanununda çalışma süresi haftalık en çok 45 saattir.
Haftalık 45 saatin üzerinde yapılan çalışmalar fazla çalışma sayılır.
Ara dinlenmeleri çalışma süresinden sayılmaz.
“Devrimci” sendikacılık yaptıklarını söyleyen sendikaların durumu da dev- letten daha iyi değildir DİSK’e bağlı sen- dikalar da, 12 Eylül 1980’darbesiyle yat- tıkları kış uykusunda işçi sınıfının hiç bir temel sorununu patronların masasına pazarlık konusu olarak getirmemekte- dir. Bir çoğu yönlerini emekçilere göre değil Nakkaştepe patronlarına göre çizmektedir. Bu nedenle bu günkü yapıları köklü değişikliğe uğratılmadan sisteme angaje olmuş bu sendikalardan çok şey beklememek gerekir. DİSK’in belgelerini ve toplu sözleşme görüşmelerini incele- diğimizde görüyoruz ki talepler devletin, çalışma bakanlığının ve burjuvazinin da- yattığı noktadan pek ileride değiller, hatta yer yer gerisine düşmekteler.
Geçtiğimiz günlerde bakanlık çevrelerinden basına yansıyan haberlerde iş- sizlik maaşının 2.000 TL’ye çıkarılacağından bahsedilmektedir. Bu haber başka kaynaklardan doğrulanmasa da böyle bir talebin hiç bir sendikanın hiç bir talebinde öne sürülmediği halde devletçe söylenti düzeyinde bile olsa dile getirilmesi sendikacılığın ayıbıdır. İleri hiç bir talep için masaya oturamamakta sadece var olanla yetinip günlerini doldurmaktadır.
Uzun çalışma saatleri... Yabancılaşmanın bir başka türü
Uzun çalışma süreleriyle ortaya çıkan aşırı sömürü başka bir yabancılaş- ma türüdür. İşçiler kendilerini ve üretimi geliştirerek, yeni makinalar ve teknikler uygulayarak üretimi ve verimliliği artırmaktadır. İşverenlerse işçi temsilcileri ve sendikalarla görüşmeden tek tek işçilerle uzun çalışma anlaşmaları yapmakta fa- kat fazla mesailer iş yasasının ya da toplu sözleşmelerin amir hükümlerine rağmen ödenmemektedir. Milyonlarca işsiz iş umutlarıyla beklerken uzun çalışma süreleri ve fazla mesailerle patronların kârlarına kâr katmak sınıf bilinçli işçilerin ve sınıf sendikalarının tercih ettiği bir yol olmamalıdır. Sendikal eğitimin ve politikaların üzerinde durması gereken önemli bir konudur. Teknoloji ve verimlilik artışı nedeniyle üretim gittikçe daha az sayıda emekçi tarafından yapılmaktadır. İşçilerin kendi geliştirdikleri üretim teknolojileri bizzat işçilerin iş yerlerini kaybetmelerine yol açmaktadır. İşçi sınıfının verimliliği arttıkça ortaya çıkan değer sa- dece burjuva egoizminin yasalarına göre bölüşüldüğü için ve bunun böyle olma- sının çok doğal bir şey olarak algılanması için sendikalar ve burjuva teorisyenleri ittifak etmiş görünmektedir. Verimliliği artıran işçi sınıfı ödüllendirileceği yerde işsizlikle cezalandırılmaktadır.
İşçi sınıfının hakkı işçi sınıfına
Türkiye’nin sanayi kentlerinde işe gi- diş - geliş zamanlarını ortalama 2 saat (İsta,nbul Ankara gibi kentlerde bu rakam bazan iki katına çıkabilmektedir) olduğundan yola çıkarsak bir saatlik öğle paydoslarını çalışma süresine ilave edersek, bir işçinin hizmetinde olduğu bir işverenin fabrikasında bir haftalık üretimde bulunabilmek için toplam 63 saat fabrikada ve yollarda harcamaktadır. Bu rakam 6 iş gününe bölünürse günlük mesai süresi 10 saatin üzerine çıkmaktadır.
Sekiz saatlik uyku süresini çıkarırsak çalışma saatleri dışında çalışanlara ortalama 6 saat gibi kısa bir süre kalmaktadır. Bu kısa dilim süresine bir işçinin ne çocuklarının eğitimine, ne eşine, ne ebeveynine ne de kendisini geliştirebilecek herhangi bir aktiviteye zamanı kalmaktadır. Gerek teknolojik gelişme gerek emeğin üretkenliğindeki artış, son çeyrek yüzyılda devasa boyutlara varmasına rağmen çalışma sürelerini saniye kısaltmak bir yana, yasaya rağmen fazla mesai ödemeden uzatmanın yolları aranmaktadır. Fazla çalışma işçi sınıfına kurulmuş büyük bir tuzaktır. Bu tuzak ne yazık ki işverenler ve sendikalarca beraber kurulup geliştirilmektedir. Uzun çalışma süreleri patronlara ekstra kârlar sağlarken, işçilerin de sendikalara zaman ayırmasını, onun faaliyetlerini yakından takip etmesinin önünü keserek sarı sen- dikacılığın ve Nakkaştepe Sendikacılığının işini kolaylaştırmaktadır.
Prof. Helmut Spitzley, “Üretkenliği veri alan bir zaman politikası çerçevesin- de, bireysel asgari bir sabit gelirin muha- faza edilmesi koşuluyla, yıllık üretkenlik artışının önemli bir kısmının iş süreleri- nin kısaltılması için kullanılması müm- kün gözüküyor. Yıllık üretkenlik artışının % 1,5 kalması durumunda, sözleşmeli ortalama iş süresi (1999’da) haftalık 35,3 saatten 30 saate (2010’da) ve ardından 26 saate (2020’de) düşürülebilir. Böylelikle yalnızca bir kuşak içerisinde toplumsal zaman refahı ve yaşam kalitesi bakımın- dan görülmemiş bir düzeye ulaşılabilir.” Spitzley, işsizlerin dahil edilmesi suretiyle işin eşit dağılımı durumunda, iş sürelerinin çok daha hızlı bir şekilde kısaltılabileceğini de ekliyor.
“Nispeten düşük bir üretkenliği veri alan bu hesap, iş süresinin kısaltılması bakımından bugün ‘fazla zorlanmadan’, bir bakıma ‘işin doğal evrimi’ içinde bile neyin mümkün olduğunu ortaya koymaktadır. “
Teknolojik gelişme, bilimsel - teknolojik devrim ve otomasyon, üretim sürecine burjuvazinin toplumsal üretime kendisinin kazandırdığı bir şey değildir. Tamamen işçi sınıfının eseridir. Nimetlerinden yararlanmak her şeyden önce işçi sınıfının hakkı olmalıdır. Çalışma süreleri ücretler aynı kalarak acilen kısaltılmadığı takdirde teknololjik gelişme ve robotlaşma, yüzbinlerce işçinin iş yerini tehlikeye sokacaktır. Çalışmayan insanların çalışan insanlara göre artan sayısı ücretlerin git- tikçe düşmesine yol açacaktır, her türlü ücretten ve çalışma koşullarından çalışmayı kabul etmek zorundaki iş arayanla- rın, çalışan insanlar üzerindeki ücret bas- kısı “bir işi” olan diğer ‘‘şanslı’’ çalışanların da çalışma haklarını ve pazarlık güçlerini azaltacaktır. Sınıfın kendi dayanışması azalacak ve bu çelişki her zaman olduğu gibi burjuvazinin, “kapıda bu kadar işsiz....”le başlayan tehditlerinin artmasına yolaçacaktır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde bile savaşım yeteri ağırlıkta yürütülmediği için kazanılmış 35 saatlik çalışma haftası işve- renler tarafından ‘‘Yeni Taylorizm’’ olarak adlandırılan esnek çalışma saatleri aldatmacasıyla geri alınmaya çalışılmaktadır. Çalışma saatleri değişmez değildir, emeğin üretkenliği artmıştır, emeğin değeri de artmıştır. O zaman aynı ücretle daha kısa çalışma süreleri mutlaka gündeme getirilmeli ve çalışma sürelerinin günlük maksimum 5 saate, haftalık 25 saate çekilerek iş bekleyen milyonlarca insanın üretime katılması sağlanmalı genç işsizlere iş yeri açılmalıdır.
Çalışmak bir haktır, burjuva devletinin ve büyük tekellerin yaratıkları toplam toplumsal servet üzerindeki finans oyunlarına, ihale yolsuzluklarına, askeri harcamalarına son verildiğinde bunların gerçekleşmesi hayal değildir. Geçtiğimiz seçim döneminde burjuva partilerin seçim yarışında asgari ücreti birden bire iki misline yakın artırmaları buna örnektir.
Bütün sosyalist sınıf örgütlerinin çalışma saatlerinde radikal kısaltmalar yapılması ve konunun bütün argümanlarıyla tartışılması proleteryanın üretimdeki rolünü silikleştirmeye çalışan liberal ve faşist ideologlara da cevap olacaktır. Kazanılan başarılar burjuva iktidarlarının lütu arıyla alınan haklar değil sınıfın örgütlü mücadelesinin dayatmalarıyla olmalıdır.
(1) http://www.serenti.org sanayi-devriminin-cocuk-iscileri
(2) Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Max Weber, Oda Yayınları.2013
(3) Universität Bremen, Institut Arbeit und Wirtschaft, Prof. Dr. Helmut Spitzley, aktaran Cengiz Ahmet: http://www.ozgurlukdunyasi.org