Yaşanabilir Bir Türkiye İçin Ne Yapmalı?

Yaşanabilir Bir Türkiye İçin Ne Yapmalı?

Yeryüzü Güncesi zoom grubunda “Yaşanabilir bir Türkiye için ne yapmalı?” sorusu üzerine yirmiye yakın arkadaş, düşüncelerini ifade etti. Oldukça verimli bir söyleşiydi. Bu tür söyleşileri çoğaltmalı ve ortak yolun taşlarını birlikte örebilmeliyiz. Ortaya atılan önermelerden önemli gördüklerimi bu yazının konusu yapmak istedim.

Düşüncede yaşanan krizi aşmalıyız

Toplumca, örgütler ya da tek tek bireyler bir düşünce krizinde. Ne yapmak istiyoruz, nereye ulaşmak istiyoruz, hangi yol ve yöntemle, bunu açıkça ortaya koyabilmiş değiliz. İnsan beyninin düşünme organı olarak oluşturduğu düşüncenin, tez, karşı tez ve sentez üçlemesindeki oluşumunu idealist ve metafizik formda mı, diyalektik materyalist formda mı oluşturacağımızı öncelikle netleştirebilmeliyiz. Bilimsel bir yöntem olarak diyalektik materyalizmi kaba ve katılaştırmadan hayata geçirebilmeliyiz. Bunun da yolu ancak kendimizden başlayan zihni bir dönüşüm ve buradan toplumsal sosyolojik dönüşüme doğru ilerlemekten geçmektedir.

Çoğulculuğu hayata geçirmeliyiz

Toplumsal projeksiyonda, çoğulcu demokrasiyi talep ediyoruz ancak, kendi içimizde çoğulculuğu hayata geçiremiyoruz. Özgürlük ve Dayanışma Partisi örneğinde yaşandığı gibi solun nüans farklılığı taşıyan gruplarının bir araya gelmesiyle oluşturulan bir parti yaşatılamadı, önce bireyleri gruplar, daha sonra gruplar birbirini dışlayarak, hali hazırdaki “Sol Parti” haline geldi. Toplumu ya da siyasi organizasyonları oluşturan kümelerin birbiri ile karşılıklı empati, hoşgörü, düşünce, kanaat, ifade özgürlüğü ekseninde bir arada yaşama anlayışı geliştirilerek, birlikte yaşamanın önü açılmalı. Toplum içindeki bireyler, bir çuvala doldurulmuş kediler gibi birbirlerini yerken, doğal olarak sisteme ve iktidara çöreklenmiş olanların işi daha kolay oluyor. Çünkü karşı muhalefet olgusu yaratılamıyor, var olanlar da yeterli güven verici olmuyor. Sisteme ve iktidara kızanlar, muhalefete güvenmediği için, kerhen sistemi ve iktidarı desteklemeye devam edebiliyor.

Fırsat elimize geçse biz ne yaparız?

Mevcut sisteme ve iktidara çöreklenenlere itiraz ederken, “Eğer böyle bir imkan ve fırsat bizim ya da senin eline geçse, ne yaparız, yaparsın?” sorusuna nasıl bir cevap verebiliyoruz. Bu cevabımız samimi bir şekilde sisteme ve iktidara çöreklenenlerden farklı bir sonuç ortaya koymaz ise, bu kervanın böyle devam edeceği aşikardır. Değişim ve dönüşüme önce birey olarak kendimizden başlamalıyız. “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” diyen Marx, bu önermeyi sadece toplum için değil, aynı zamanda birey için de söylemiştir.

Kürt sorunu ve barış

Yaşanabilir bir Türkiye için en önemli önceliklerden biri, “Kürt sorunu”nun çözülmesidir. Bunun devamında “Barış” savunuculuğu esastır. Bu ülkede ne kadar insan var ise, o kadar farklı görüş olsa dahi, bu farklılıklarımızla bir arada yaşayabilmenin yolunu bulmak durumundayız. Türkler kadar Kürtler veya başkaca etnik ya da dini, mezhep kesimleri aynı eşitlik ve özgürlük hakkına sahiptirler. Açık ya da gizli yapılan ve özellikle devlet eliyle uygulamalardan derhal vazgeçilmelidir. Bu arada bireyler olarak bizlerin de, oluşturduğumuz örgütlerimiz aracılığı ile ifadesini bulan iki yüzlülüklerimizden de arınmamız gerekir. Sistemin ve iktidarın içine düştüğü hatayı, onun karşısındaymış gibi görünen muhalif örgütlerin de aynı şekilde yansıttığını çoğu yerde görüyoruz. Büyük çoğunluğun tepkisine maruz kalmamanın da yarattığı korku ile maalesef ikiyüzlü bir anlayışı aşamıyoruz. İçimizdeki şoven, ırkçı ve faşist duygularımızla yüzleşip arınamıyoruz. Yerel demokrasinin geliştirilmesi idealinin gerçekleştirilmesinin adımı olarak, Avrupa Konseyi’nin kabul ettiği, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı sözleşmesini imzalayan[1] Türkiye’nin çekince şerhini kaldırarak, sözleşmenin bütününü kabul etmesi yönündeki bir görüşü, ilerlemenin ilk adımı olarak savunabiliriz.

Gezi örneği

Nasıl bir demokrasi istiyorsak, öyle bireyler, öyle örgütler, öyle bir toplum olmak zorundayız. Bugünün Türkiyesinde anladık ki, Gezi örneğinde olduğu gibi, şiddetsiz ve barışçıl yol ve yöntemlerle de iktidar eleştirilebilir ve sallanabilirmiş. O halde şiddetsiz, demokratik zorun dışında önermelerle değil, insanı, doğayı içine alan hümanist ve ekolojist perspektifle düşünce ve eylem üretilebilmelidir. Nasıl bir toplum istiyorsak, o topluma öyle varmalıyız. Şiddet ile varılan toplum, yine çözümlerini şiddet ile arayacak, kendi içindeki çelişkileri gidermenin bir yolu olarak da şiddeti sürekli hale getirecektir.

Sorgulama ve yüzleşme

Her şeyden önce bütün olay ve olguları, düşünceleri sorgulamalı, önce kendimizle yüzleşmeliyiz. Solun ve sosyalistlerin kendileriyle yüzleşmeleri, hangi konuda hatalı davrandıklarını görüp, bu hatalarından arınarak yeni bir yol haritası oluşturulması önemli bir kriter olarak çıkıyor karşımıza. Biz mazlumların ve mağdurların uğradığı haksızlık konusunda toplumun, devletin yüzleşmesini talep ediyoruz. Ancak kendimiz de yaşadığımız bugüne kadar yaptığımız hatalarımızla yüzleşmekten geri duruyoruz. İster örgütler olarak, ister bireyler olarak bu yüzleşmeyi yapmaya ihtiyacımız var. Bu durum bizi daha samimi, daha gerçekçi kılacaktır. Buna dair arayış yazılarından birisinde Şaban İBA, “Sağda ya da solda siyaset yapan elitler, hiçbir şeyden sakınmadan bizzat kişileri, etnik, kültürel ve inanç gruplarını hedef gösterebiliyor. Kendilerine yönelik ideolojik ve siyasal eleştirileri, insan hak ve özgürlüklerini ve etik değerleri dikkate almadan nefret söylemiyle dillendirebiliyor. Üstelik bunu kendileri için bir hak olarak görüyorlar.”[2] diye tespitte bulunuyor.

Ahlak (etik) sorunu

Bilinçli sorumluluk ve akla dayanan davranışlar bütünü[3] olarak ahlak (etik) sorununda da netleşmeliyiz. İster toplum, ister örgütsel yapılar ya da bireyler olsun, bir değer kaybı içinde olunduğu ortada. Kapitalizmin yarattığı bu moral bozukluğunu[4] toplum yaşarken, onun ürünü olan örgütsel yapılar ve bireyler de yaşıyor. Çifte standart bir ahlak anlayışı hakim durumda. Kendin için istemediğini, başkasına yapmama kuralı işlemiyor. Her yanımız iki yüzlü durumda. Bundan hızlıca arınılamazsa, bir adım ilerleyemeyiz. Dürüstlük, liyakat, insanca yaşama erdemini öne çıkaran bir anlayışı geliştirip, bunu sarsılmaz bir olgu olarak yansıtabilmeliyiz. “İnsanın kurdu değil, yurdu” olan bir insaniliği yansıtmalıyız. Çifte standart ahlak anlayışının bir benzerini siyasette de yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz örgütlerde, “evet evet, hayır hayır!” değil. Bugün “evet!” denilen, konjonktürel olarak, “hayır!” olabiliyor. Oysa, “‘Evet’iniz evet, ‘hayır’ınız hayır olsun.”[5] sözüne sahip dindarlığı aşamayan yeni bir sosyal düzen önermesi kurulabilir mi? Aksi halde dindarlığın geri dünyasından insanları koparıp, kendi dünyanıza nasıl çekebilirsiniz ki?

Kapitalizmi yıkalım ama feodalizme mi özenelim?

Bugün yaşadığımız sorunların kaynağı kapitalizm. Kapitalizmin yerine yeni bir toplum düzeni inşaa edilmelidir. Bunun adı sosyalizm, komünizm ya da ekolojik sosyal bir önerme. Kapitalizmin ürünü olan medeniyete dair ne varsa yakıp yıkan, Pol Pot önderliğindeki Kızıl Kmer’lerin 1975-1978 yıllarında, Kamboçya’da yeni bir siyasî ve sosyal düzen kurmayı amacıyla, kendi halkına yaptıkları katliam hangi düşünce ile savunulabilir? Bundan dolayı solun en sağ yanı temel insan haklarını, burjuva hukukunu ve kapitalizmi savunmak, ondan da ötesi yeni bir hayat kurmak iken; Polpot gibi anlayışlar Marksizme aykırı olarak, daha geri düşmüş, feodalizmi ve ilkelliği savunmayı kapitalizme karşı olarak anlamış ve faşist uygulamalar yapmışlardır. Köy enstitüsü örneği Türkiye’de önemli bir figürdür ancak bugün için, bunun yeniden hayata geçirilmesi ileri bir durum oluşturur mu? Kırsal alanda yaşam arayışları, bugünün kentlerindeki sorunlara çözüm olabilir mi?

Özgürlük sorunu

Bütün canlıların ortak sorunu özgürlük. Her bir dönemin kendine göre akılcı, gerçekçi çözümleri, bir dönem sonra akıl dışı, gerçek dışı hale gelebiliyor ve yeni bir önerme ile yeni bir restorasyona ihtiyaç duyuluyor. Ülkelerin anayasaları, ortak toplumsal sözleşme özelliğini kaybedip, sistemin ve iktidarın sahiplerinin anayasası olmaya başladıkça, itirazlar ve isyanlar haklı hale geliyor. Bu nedenle her bir geçen zaman içinde anayasaların, bunun yansıması olan kanunların toplumun ilerleyişine koşut olarak yenilenmesi, geliştirilmesi gerekir. Değiştirilemez diye öngörülen hükümlerin dahi değiştirilmesi mümkündür. Çünkü toplumun ihtiyacı bunu gerektiriyorsa, tüm anayasal kurallar değiştirilebilir. Bu bir Tanrı buyruğu olarak görülemez. İşte böyle bir bakış bizi düşüncede çelişkiye düşürür ki, toplumun maddi ihtiyaçları yerine, düşüncede soyut olarak oluşturulan idelerin yönlendirmesini öne çıkarmış oluruz ki, bu gerici bir duruma yol açar. Bireyi toplum içinde eriten değil, doğrudan bireyin haklarını tanıyan bir toplumsal sözleşmeyi önermeliyiz. İdealist, metafizik düşüncenin ürünü olarak düşünce geliştirenler, yaşamlarını bu şekilde oluşturanların bunu hayata geçirebilmesi için özgürlükleri olmalı ve bunun dışında yaşam sürdürenlerin bu tarz yaşam ve düşünce biçimlerine anlayışla yaklaşması gerekir. Ancak aynı empatinin de karşılıklı yaşanmasına ihtiyaç vardır. Çoğu zaman modernist, laik ya da çağdaş olduğunu ileri süren düşünce insanlarının da olmazsa olmaz temel kurallar ortaya atarak, gerici tutum içine düştüklerini görüyoruz. Bu nedenle gericilik, her iki yanda da, yani sağda da, solda da görülebilmektedir.

Karşıtlığın ölçüsünü kaçırmak

Şöyle bir bakın çevrenize, daha önce iktidarı destekleyen ya da iktidardan uzak duranların, bugün yer değiştirdiğini, karşı durdukları iktidara yaklaştıklarını görürsünüz. Örneğin CHP gibi bir siyasi parti içinde Kemalist çizgide olup da, bugün CHP’yi yeni CHP diye suçlayan ulusalcı Kemalistlerin, sisteme ve iktidara karşı olan karşıtlıklarının kaybolduğunu, hatta birlikte hareket eder hale geldiklerini görüyoruz. CHP’ye muhalefet edeceğim diye, iktidara yaklaşıp, onların silahşörleri haline geldiklerini görüyoruz. Bunu daha birçok örnekle çoğaltabiliriz. Daha dün MHP ile “Hayır” ekseninde, 12 Eylül darbesi ve geçmiş vesayetçi rejimin savunmasında birlikte hareket edenlerin, bugün MHP’nin iktidar ile oluşturduğu ittifak çizgisine aldırmaksızın, “Yetmez ama evet!” taktiğini uygulayan liberal ve sol cenahı linç etmekten geri kalmadığını görürüz. Şu doğrudur, bu yanlıştır ekseninden söylemiyorum, karşılıklı “linç kültürü” üzerinden hayat sürdürülmesinin ne kadar bölücü ve yıkıcı olduğunu vurgulamak istiyorum. Uzayı ve uzayda tasarlanabilen biçimleri (nokta, çizgi, açı, yüzey vb.) ve bunların birbirleriyle ilişkilerini, ölçümlerini, özelliklerini inceleyen matematik dalı olan geometri aracılığı ile anlatalım: Karşıtlığımızın açısını 0-180 arasında tutabildiğimiz oranda, bir düşüncenin karşısında yer alırız. Bu karşıtlığımızı 180-360 arasına doğru ilerlettiğimizde, karşı çıktığımız düşüncenin içine düşeriz. Düşünce, kanaat, inanç ve ifade özgürlüğünü savunanların da aynı linç kültürü içinde eridiklerine rastlıyoruz. Bu nedenle düşünce krizi maalesef her yanımızı sarmış durumda. O nedenle gerçekten, öncelikle düşünce krizimizden kurtulmaya ihtiyacımız var. Kararında olmalı her şey.

Ekonomik mücadele

Yeryüzünde yaşayan insan toplumları, ortak sosyal sözleşmelerine her geçen yeni bir yön veriyorlar, içinde bulundukları devletlerini daha demokratik, özgürlükçü, sosyal devlet haline getirmeye çalışıyorlar. Dünya’da kabul edilen kriterlerin gerisinde kalınan sağlık, eğitim, adalet, milli gelirden alınan pay gibi sair sosyal imkanlardan yoksunluk insanları mutsuz ediyor. Düşüncesi ile değişmeyen insan ve toplum, tenceresinin boşalması ile değişim gösterebiliyor. İşte bunun için ekonomik mücadele öne çıkıyor. İnsanların ekonomik mücadelesinin temelinde, sınıfsal bir mücadelenin olduğu bilinci, emeği ile geçinen tüm insanlar için açığa çıkarılması gereken temel bir bilinç durumudur. Mavi tulumludan, işveren vekiline kadar herkes emeği ile geçinen büyük bir proleter dünyasının bireyleridir. Bu bilince insanlık varmalıdır.

Adalet arayışı

Adalet arayışlarında görüyor, rastlıyoruz. “Dişe diş, kana kan, intikam!” sloganlarına benzer, kısasa kısas arayışları sürgit gidiyor. Oysa çağdaş burjuva ceza hukuku, cezalandırma yerine topluma kazandırmayı, işin arka planında sosyal devlet anlayışının geliştirilmesiyle, suçun ortadan kaldırılmasını, giderek polisin, mahkemenin, cezaevinin ihtiyaç olmadığı yeni bir toplum düzenini yaratmayı hedefliyor. Bugün Türkiye’de savunmaya, güvenliğe, adliyelere, cezaevlerine yapılan yatırım ve ödemeler, toplumun daha da huzursuz ve mutsuz olmasına yol açıyor. Onun yerine insanların suç işlemesini önleyecek projeler üzerinde kafa yormuş ve bunu hayata geçirmiş olsak, daha mutlu bir toplum ideali yolunda olabiliriz. Taşı tam gediğine koyduğu bir başka yazısında İBA şöyle diyor;“Sol ve sosyalist hareket sosyal medyanın linç kültüründen ve yargısız infazcılığından muaf değil. Yargısız infazlar ülkesinde kendilerini ilerici, devrimci, demokrat, yurtsever olarak nitelendiren insanların polis, jandarma, savcı, yargıç, yalancı ya da gizli tanık yerine koyarak adeta düşman hukuku yöntemleriyle başkalarını yargılıyor.”[6]

Son söz yerine

Yaşanabilir bir toplum ve ülke için devrim kendimizden başlamalı. Salt sınıf çatışmasından hareketle ve bireyi toplum içinde eriterek solculuk yetmiyor, doğrudan bireyselleşen, özgürleşen insanın temel haklarını da -bu arada masumiyet karinesini de- savunmak ve hayata geçirmek gerekiyor. Reel sosyalizmin en büyük handikaplarından biri de buydu[7]. Burjuva kültürü karşısında, proleter merkezli bir kültürün geliştirilmesine ihtiyaç var. Burjuva kültürünü ve aydınlanmasını aşmadan sosyalist olunmaz ve yeni bir toplum kurulamaz. Bundan dolayı proleter kültürü de burjuva kültürünün gerisinde değil ilerisinde, onu aşan bir kültür olarak şekillenmelidir.

Yeni şeyler söylemenin ve yapmanın zamanıdır!

 

[1]  Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı sözleşmesini 21 Kasım 1988 tarihinde imzalamıştır. Ancak, Şartın toplam 30 madde ve fıkrasının 10 (4/6,  6/1, 7/ 3, 8/3, 9/4, 10/2) çekince konulmuş, 20’si kabul edilmiştir.  

[2] Şaban İBA, “Solda ayrımcılık ve dışlayıcılık söylemi!” başlıklı yazısından, https://www.facebook.com/profile.php?id=100008178435165

[3] Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Ayrıntı Yayınları, birinci basım, 1994, syf.47

[4] Demoralizasyon.

[5]İncil, Matta 5:37-40

[6] Şaban İBA, “Sosyal medyada linç kültürü ve yargısız infazcılık!” başlıklı yazısından, https://www.facebook.com/profile.php?id=100008178435165

[7] Taner Akçam, İşkenceyi Durdurun! İnsan Hakları ve Marksizm, Ayrıntı Yayınları. syf.38-81


Konuyla ilişkili diğer makaleler