Acı Çeken Herşeyi Gömemezsiniz… Savaş, yıkım ve zulme rağmen gülüşleri bulutlara çizilen, oradan düşlere uzanan yaşamlar…

Acı Çeken Herşeyi Gömemezsiniz… Savaş, yıkım ve zulme rağmen gülüşleri bulutlara çizilen, oradan düşlere uzanan yaşamlar…

-1- 

Babaannemi her ziyaretimizden, günümüzün yol ayrımını besleyen çuval dolusu öykülerle dönerdik. Gizlice videoya çektiğimizi fark eder,  

“Açmayın şu makineyi. O çalışınca kendim olamıyorum. Yaklaşın şöyle yanıma…” 

Kardeşimle iyice yanına sokulur, toprak evin duvarına dayanmış saman dolu yastıklara iyice kurularak, çamurla sıvanmış küçücük ocağında yanan çalı çırpının genzimizi yakan dumanına aldırmadan bütün dikkatimizi onun anlatacaklarına verirdik. 

“ Benim babam çok okurdu. Tuzsuz Hafız’ın bütün kitapları Ceylan Dedeye, ondan da babama kalmıştı. Tuzsuz Hafız ki, okuya okuya kilitli kapıları açtığı, Kocakır altındaki Topal Periyi sadece onun yola getirdiği anlatılırdı.” 

Adı Muhittin olmasına rağmen Ziya Bey diye anılırdı babası. Askerde almıştı bu adı… Sülale lakabı Kallenciler’di. Kızardı bu lakaba. 

“ Macır dili işte. Kalyoncular’dır bizim sülalenin adı. Macır’ın dili dönmediği için Kallenci demek kolayına gelmiş. Dava edeceğim Kallenci diyeni. Kalyoncular derler bize. Aslı, budur…” 

Sözcüklerinin sağlamlığını güçlendirmek; sarsıcı, okkalı, inandırıcı kelimeler bulmak için beynini zorluyor, anlaşılması zor düşüncelere yönelmiyordu. 

“ Osmanlı’da askerlik yedi yıl sürüyor o zamanlar. Dedem askere, ne zaman döneceği bildirilmeden alınıyor. Yıllar geçiyor. Savaş, açlık, hasret. Bitmiyor askerlik bir türlü… Göçmen köyü bizim köy. Çok olmamış Razgrad’tan buraya göçeli. Yoksulluk var o zaman. Irgatlık ve çiftçilikten başka bir iş bilmezmiş dedelerimiz. Buraları ormanlık bölge. Köyün Kaynak başı bile ulu çam ağaçlarıyla kaplı o zamanlar. Tarlalar kıraç… Gurbete yevmiyeye gidecekler de ekmek girecek eve… Askerde bunlar gelir aklına dedemin. Çoluk çocuk ne yer ne içer… Kaçar askerden, tutar köyün yolunu. Asker kaçağı çok. Her birinin izini süremez devlet. Babam on üç, on dört yaşlarında delikanlı o zaman… Birkaç gün hasret giderdikten sonra, babamı da alıp yanına İnegöl köylüklerine orak işi aramaya giderler. Harman dediğin yirmi gün, bilemedin bir ay. Çalışırlar biraz. İşleri bitince sırtlanırlar tırpanlarını, Mezit deresini takip ederek Kavaklı sırtlarına ulaşırlar.” 

Avluda, yeşil domates dallarının, cıbırıssa ve fesleğen çiçeklerinin yaydığı insanın içini açan şiddetli bir koku vardı. Yılların yıpranmışlığıyla bel veren çitlerin tepesine yaslanmıştı karafatma gülleri. Bahçenin en uzak köşesine doğru uzanan kabak bitkisi, iri meyvesini yapraklarıyla kucağına gizlemiş incecik bağlantısıyla emziriyordu çocuğunu… Babaannem, poplin entarisi içinde, omuzlarını kahverengi fırınlık duvarına dayamış gelinlik genç gibi diriydi. Çocuksu bir bakışla merak uyandıran konuşmasını sürdürüyordu. 

“Yoruldum be Muhittin, şu çamın gölgesine uzanalım biraz, demiş babama. Başını babamın dizine yaslamış, kala kalmış öylece. Uyudu zannetmiş babam. Gün batımına birkaç saat varmış. Şu tepeyi aşsak gündüz gözüyle diye düşünmüş. Seslenmiş, dürtmüş birkaç kere uyanmaz dedem. Ne yaptıysa uyandıramamış… Uykusu da ağır değildi rahmetlinin derdi… Oradan geçenlerden yardım istemiş. Dedemin öldüğünü söylemişler. Daha çocuk denecek yaşta babam, anlayamaz olan biteni. Mezarını oracığa kazarlar… Babamın ölüsünü gencecik yaşta Kavaklı sırtlarında bir çam altında bıraktım.. derdi bize. O zamanlar nerede ölürsen oracığa mezarını yaparlardı…” 

Daracık upuzun avluya güneş ışınları tepeden vuruyordu. Sabah ve akşam vakitleri komşu evlerin gölgesiyle güneşten yoksun kalan avlu, onun deyimiyle en çok biber fidelerinin gelişmesini engelliyordu. Buna rağmen bunaltıcı sıcaklardan kaçıp sığındıkları tek yerdi. Bu yıl dini bayram sıcağın en cavcavlı zamanına denk gelmişti. Ağustos güneşi gökyüzüne acılan daracık boşluktan bunaltıcı sıcağını saçarak aşağıya bakıyordu. Evin giriş kısmında, güneşin ulaşamadığı köşeye bir halı serilmiş, duvar boyunca içi ottan yastıklar uzatılmış serin gölgelikte birbirimize sokulmuş, babaannemin bazen fısıltıyla söylediği sözcülerinin bir tekini bile kaçırmadan anlamaya çalışıyorduk. Ama o başını birden geriye çevirdi, titrek bir sesle: ”Bugün bayram! Bugün bayram” dedi. Sonra dudaklarında genç bir gülümseme belirdi… 

“Her bayram ilk en küçüğümüz gelir erkenden elimi öpmeye. Ötekilerin ne zaman geleceği belli olmaz. Kiminin gelmediği de olur.” 

Son sözünü boğazını sıkan bir kelimeyi tükürüyormuşçasına boşluğa doğru fısıldadı. Sonra yüzünü odanın giriş kısmına çevirdi. Ev işleriyle ilgileniyormuş gibi görünerek gerginliğini gizlemeye çalışsa da, yaşlı gözlerindeki hüzün özlemin zamanla ne hal aldığının ipuçlarını veriyordu... Belli etmek istemese de, gözleri avlunun daracık girişini her fırsatta yokluyordu... 

“ Abuuu… Evde misin?” 

Kendinden geçercesine hızla sesin geldiği yöne döndü. Ayağının altındaki sert toprak zemine çakılmış gibiydi. Kendine doğru gelen gürültülü gülümseyişe ellerini uzattı... Sonra gözleriyle ışık yaydığı boşluğa bıraktı kendini... 

“Muhittin oğlu Mahmut bu işte. Ziya Bey’in en küçük oğlu… Aynı Babam… Çalımı, yürüyüşü, inatçılığı, sevecenliği. O da yaşlandı artık. Bakmayın bana ben çok yaşadım. Doksan seneyi geride bıraktım artık.” derken başka bir zamanda yaşıyordu sanki... 

Biz de merakla sesin geldiği yöne baktık. Başında, kenarına yaban çiçekleri iliştirilmiş fötr şapka, ufak tefek bir adam aksaya aksaya kısa bayram ziyaretlerine acıklı bir yaşamın izlerini taşıyordu peşi sıra… 

***

-2- 

Gelincik, gökbaş ve papatyaların nadas tarlaları boydan boya kapladığı sıcak bir günde doğduğumu söylerdi babam. 

“O yıl dinlenmeye bırakılmış tarlaların kırmızı mavi beyaz rengi sanki ilk oğlan çocuğumun doğuşunun hatırına çok ve parlaktılar”, derdi... Nüfusa doğumum 1 Temmuz 1926 diye kayıtlıdır...
Çocukluğumu hatırlamıyorum.
Çocuktum da, belki de yetişkin gibi davranmam gerekiyordu. Hep çalışmam, üretmem gerektiğini hatırlarım.
Çalışan zengin olsaydı ben olurdum. Emeğimin önemli bir kısmının yağmalandığını ve sonuçlarını fark edemeden, uzunca bir yolculuğa çıktım..

Yakın geçmişimiz Bulgaristan-Razgrad kökenli olduğu söylenir. Anadolu’ya 93 Harbinde göçmüşüz. Osmanlı-Rus harbini, göç öykülerini babamdan dinledim.
Babamı hep doru bir atın sırtında hatırlarım. Kuşağında çapraz bir pala, barabellum kabzası ve elleriyle dizginleri sıkıca kavrayarak her an bir yerlere gidecekmiş gibi dik duruşu... Yörük köyünden hatırlı bir ailenin kızıyla evlenmiş. Anamı belli belirsiz hatırlarım. Genç yaşta hastalandı. Şehirde kaldı ölüsü. O zamanlar nerde ölürsen orada kala kalırsın. Mezarını kimse bilmez. Başka bir kadını ana diye bellettiler bize. Kucağı nicedir hiç bilmem. Anamdan 'Yörük'lük kaldı adımın başına.
Babam asiydi dik duruşluydu. Hatırlıydı da.
Efe’ydi adı. Erken gitti...Sonra bana dediler efe... 

Anamdan Yörük, babamdan Efe , Bende Memet...

1980 yılında ciğerlerimin kanserli olduğunu fark ettiler. On bir yıl mücadele ettim bu illetle. Soğuk bir kış günü hatırlı, kalabalıktı ardım. Vardım koca meşenin yanına... O günden bu yana oradan seyrederim olan biteni. Üzülürüm, kinlenirim, ağlarım bazen.
Evlatlarımı görürüm, tüm toplumu.
Yaşamı zorlaştıran ne varsa.
Hayınlığı, dalavereyi, ufacık çıkarlar için gırtlak gırtlağa boğuşmaları görürüm.
Umutsuzlanırım geçici bir hüzünle iyi olan şeyler adına, hiç bir iz bırakamadık mı ardımızdan diye..

Beni iyi dinleyin çocuklar.
İzler sizlersiniz. Gözlerim üzerinizde...Güzeli siz yeşerteceksiniz. Yüreğinizdeki korkuyu, umutsuzluğu, kini atarak yeniden çiçeğe duracaksınız..
Başaracaksınız. Daha kalın izler bırakmak adına ardınızda , başaracaksınız.
Mecbursunuz buna.
Yoksa iki elim yakanızdadır bilesiniz..


Konuyla ilişkili diğer makaleler