Burjuvazi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın En Çetin Aşamasında Mustafa Suphi ve 14 Yoldaşını Katletti!
Burjuvazi Onbeşler'i katletmekle, TKP'nin Leninci ilkelerini katletmeyi amaçladı.
Sermaye sınıfının egemenliğini en saldırgan, en terörist, en kanlı yöntemlerle sürdürmek isteyen faşistler, her yerde, her zaman komünistleri katlederek, işçi sınıfının bilimsel öğretisi Marksizm-Leninizm'in yüce değerli fikirlerini yok edebileceklerini zannettiler.
Mustafa Suphileri katlederken de, bugüne kadar işledikleri cinayetlerle de Marksizm-Leninizm’i, TKP'yi yok edemediler.
Burjuvazinin Mustafa Suphi ve yoldaşlarını, TKP'yi neden yok etmek istediğini çok iyi anlamak, bilmek gerekir.
Bunun başlıca nedeni, burjuvazinin ulusal kurtuluş devrimini sonuna dek götürmek, onu emekçi halkların kurtuluşuna kadar geliştirmek istememesiydi.
Burjuvazi, feodal Osmanlı'dan kalma sosyo-ekonomik düzene, kapitalist bir cumhuriyet cilası çekmekle yetinip, demokratik bir toprak reformuna bile yanaşmadı.
Mustafa Suphilerin, TKP'nin, anti-emperyalist savaşı, kurtuluş uğruna kanını döken emekçilere özgürlük ve demokrasi getirecek olan sosyalizme açılan bir düzen için savaşa dönüştürmek istemesi, burjuvazinin ve onun önderi Mustafa Kemal'in kabul edeceği bir durum değildi.
Halkların kurtuluşunun sosyalizmde olduğu gerçeğine karşın, burjuvazi ve önderi Mustafa Kemal, kovulan emperyalizmin yeniden arka kapıdan girmesini engelleyecek tedbirleri almadığı gibi, Batı Emperyalizmi ile gizli ve açık işbirliğine girişmiştir. İşbirliğinin temelini anti-sovyetizm (anti-komünizm) teşkil ediyordu.
Onbeşleri katledilmelerinin 100. yıl dönümünde anarken, anti-emperyalizm, demokrasi, ulusal bağımsızlık ve sosyalizm konularının diyalektik bağı üzerine düşüncelerimizi aktarmak istiyoruz.
Kapitalist Türkiye Cumhuriyeti hiç bir zaman bağımsız olmamıştır!
İşbirlikçi burjuvazi ve devleti, her geçen yıl emperyalizmin boyunduruğuna daha fazla girmiş, sosyalizme karşı ne kadar anti-komünist uluslararası örgüt varsa, hepsinin içinde yer almıştır.
Burjuvazinin ulusal kurtuluş savaşının eseri olarak kurduğu kapitalist Türkiye cumhuriyetinde, düzen sorunu hiç bir zaman gündemden inmedi, inmiyor, inmeyecektir.
İşbirlikçi burjuvazi, dayandığı vurgun, sömürü düzenini kanla, kurşunla, ne pahasına olursa olsun sürdürmek hevesinde ve azmindedir. İşçi sınıfı, emekçi halklar, bu asalak düzene karşı her zaman inişli, çıkışlı mücadeleler verdi, veriyor.
Günümüzde dünya işçi sınıfı ve emekçi halklar, azgın bir saldırganlıkla karşı karşıyalar. Her ülkede işçi ve emekçilerin yaşamlarının her alanında hissettikleri, her geçen gün yıkıcı sonuçlarıyla daha çok yüz yüze kaldıkları bu saldırganlığın adı artık yaygın olarak bilinmektedir.
"Küreselleşme" ya da orijinal adıyla "globalleşme"
Bu adı taşıyan neo-liberal politikalarla amaçlanan da yine yaygın olarak bilinmektedir. Kurulmak istenen, sözüm ona bir "Yeni Dünya Düzeni" dir.
"Küreselleşme" saldırganlığı ve onunla amaçlanan "yeni dünya düzeni"nin, adlarının ötesinde içerikleri de biliniyor. En azından uygulamaları ve görünür sonuçları açısından, sadece ileri işçiler değil ama, sınıfın ana kitlesi ve geniş bir emekçi çoğunluğu, kararlı bir karşı hareket içine girmiş olsun ya da olmasın, olan bitenden haberdardır. Hele Türkiye gibi, "küresel topun ağzındaki", krizin yüklerinin asıl ağırlığının yıkıldığı çöküntü halindeki ülkelerde bu haberdar oluş, salt pratik nedenlerle daha yaygındır ve öfke biriktiricidir. Ama kuşkusuz bu "kulak dolgunluğu"nun yeterli olduğu ileri sürülemez.
İşçi ve emekçi kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları; çalışma ve yaşam koşullarının durmaksızın ve katlanılmaz ölçüde kötüleşmesine, işsizlik, yoksulluk, sefalet ve giderek açlığın yaygınlaşması ve artışına, hak ve özgürlük yoksunluğunun derinleşmesine, tüm ulusal zenginliklerin yağmalanmasındaki yükselişle sömürgeleşmenin neredeyse tamamlanmasına götüren neoliberal küresel saldırganlığın püskürtülmesi ve kendilerinin efendileri olacakları insanca bir yaşamın, sömürü ve zorbalıktan kurtuluşun yolunun açılmasıdır.
Bu nedenle, sınıf bilinçli işçi, işçi sınıfının ileri kesiminin, öncü işçilerin toplanma ve mücadele merkezi olan sınıfın devrimci partisi; küreselleşme saldırganlığının gerçek içeriğini, bu saldırıya karşı ve onun üstesinden gelinmesi için mücadelenin içeriği ile birlikte geniş işçi ve emekçi kesimlere açıklamak, onların böyle bir mücadele için, kuşkusuz bu mücadele içinde birleşmelerine ve mücadelelerini ilerletmelerine yardım etmek durumundadır.
Türkiye'nin ivedi gereksinimi bağımsızlık, barış ve demokrasidir !
Uluslararası emperyalist kuruluşların kölelik programlarının maddelerini oluşturan çeşitli yönleri, görünüş biçimleri ya da uygulamaları; düşük ücret dayatması, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, özelleştirme ve taşeronlaştırma, bireysel sözleşme vb. aracılığıyla sendikasızlaştırma, toplu iş sözleşmesi düzeni ve çalışma mevzuatının kaldırılması, esnek çalışma, kıdem tazminatı da içinde olmak üzere tüm sosyal hakların gaspı; tütün, şeker vb. yasaları, ithalatın serbestleştirilmesi ve gümrük duvarlarının kaldırılması gibi araçlarla sanayinin yanı sıra tarım ve hayvancılığın da öldürülmesi; borsa işlemleri, özelleştirmeler ve Türk parasının korunmasından vazgeçilmesiyle, başta devlet işletmeleri olmak üzere, tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi, ülkenin neredeyse milli gelirine yaklaşan bir borç sarmalı içine sokulması ve faizlerinin zorunlu tüketim maddeleri üzerinden yeni vergi ve zamlarla karşılanması yoluna gidilmesi olan küresel saldırganlık, uluslararası tekellerin, önlerindeki bütün engellerden kurtuldukları sömürü alanı olarak Türkiye ekonomisinin, bir serbest pazar halinde kapitalist dünya ekonomisine tam entegrasyonu çerçevesinde azami karlarının garanti altına alınmasını amaçlıyor.
Türkiye Komünist Patisi (TKP) kurulduğu günden bu yana, iki düşmanla, iki ateş boyunda savaşagelmiştir!
Baş düşman emperyalizm ve onunla işbirliği kuran sömürgen sınıflar, onların hükümetleri, NATO'ya dayanan büyük (kodaman) burjuvazi, ulusal bağımsızlık düşmanı kesilen militarist klik (paşalar-generaller).
Türkiye Komünist Partisi, bir de işçi sınıfının içine sızan ters akımlara karşı, komünist partisini içinden vurmak isteyen burjuva ajanlarına karşı ölüm-kalım savaşı sürdüregelmiştir. Bu savaş, bugün çok daha sert ve çok açık bir nitelik kazanmaktadır.
Ülkenin bağımsızlığı, bugün her zamankinden daha çok ayaklar altında çiğnenmektedir ve ulusal bağımsızlık her zamankinden çok, kazanılmak durumundadır. Bunun tartışılır bir yanı yoktur ve anti-kapitalizm demek olan anti-emperyalizm ve bağımsızlık bayraklarının her zamankinden çok yükseltilmesi zorunludur.
Üstelik uluslararası tekellerin küresel saldırganlığının ihtiyacı, bir yönü ya da zorunlu sonucu olarak her alanda yaygınlaştırılıp güçlendirilen tekelci gericiliğin, hem de "demokratik" söylemler ortasında neredeyse tümüyle yok ettiği ve gelişmesine her türlü yöntemi kullanarak izin vermediği politik, sendikal ve ulusal örgütlenme özgürlüğü, engelsiz grev hakkı, düşünce, basın ve toplantı özgürlüğü, anadilde eğitim ve kültürünü yayma özgürlüğü, hukuk karşısında eşitlik, emekçilerin sağlık, eğitim ve emeklilik hakkı, iş güvencesi ve işsizlik sigortasından yararlanma hakkı, toplu sözleşme hakkı gibi hak ve özgürlükleri kapsayan siyasal demokrasi, yine her zamankinden çok ayaklar altında çiğnenmektedir ve kazanılmak durumundadır. Örgütsüz, haksız, hukuksuz bir toplum, yalnızca kendi dayatmalarının geçerli olacağı ve bu dayatmalara karşı koyma ve muhalefet geliştirme ihtiyacındaki ezilenlerin hiçbir hakkının tanınmadığı, hiçbir demokratik hak ve özgürlükten yararlanamayacakları bir politik düzen, bir "dikensiz gül bahçesi"; azami tekel karını gerçekleştirme yönelimiyle ezilenlerin tüm ekonomik ve sosyal haklarını gasp etme peşindeki tekellerin çıkarları gereğidir.
Türkiye toplumunun yaşamadığı, şimdi fiilen kazanılmış kırıntılarının da yok edilmeye uğraşıldığı siyasal demokrasinin elde edilmesi için mücadelenin yükseltilmesi zorunludur. Bunun da tartışılır bir yanı yoktur ve Türkiye'nin demokratikleştirilmesinin her zamankinden daha acil bir gereksinim olduğu ortadadır.
Tekellerin, büyük para babalarının egemenliği, ne ulusal bağımsızlık ve ne de siyasal demokrasi koşullarında gerçekleşemez değildir. Ancak emekçilerin bu koşullarda tekellere ve saldırılarına karşı mücadelelerini daha elverişli koşullarda yürütecek oluşlarından söz edilebilir ki, bu da görecelidir; sınıf güç ilişkilerinin belirli koşullarında, tekeller, genellikle göstermelik türden olan bir bağımsızlık ve demokrasiyi egemenliklerinin sürmesi bakımından tercih edebilir. Hemen eklenmelidir ki; bu "tercih", ancak bağımsızlık ya da demokrasinin tekellere dayatıldığı koşulların ürünü olabilir, yoksa onlar bağımsızlık ve demokrasi dinamiği ya da yanlısı olduklarından değil; bağımlı kılma ve gericilik, tekellerin genel eğilimidir.
Anti-emperyalist mücadeleyle birleşmeyen demokrasi mücadelesinin yedeklenmesi kaçınılmaz olur!
Uluslararası burjuvazi, tekeller, çağımızda gericiliğin başlıca kaynağı ve kalesi durumundadır. Diğer gericilik biçimleri, şöyle ya da böyle ama mutlaka tekelci gericiliğe bağlanmakta, onun tarafından beslenmekte ve onunla birleşmektedir. Bağımsızlık mücadelesi, uluslararası tekelleri, emperyalizmi hedef almadan gelişemez.
Siyasal demokrasinin kazanılması açısından durum çok farklı değildir. Demokrasi, kuşkusuz tek tek ülkelerin toplumsal siyasal yaşamının örgütlenmesi, bu örgütlenmenin şu ya da bu biçim altında gerçekleşmesi sorunudur ve bu nedenle ülkelerin iç sorunu görünümündedir; ülke içindeki dinamiklerin çatışmasının bir ürünü olarak demokrasiden söz edilecek ya da edilmeyecektir.
Ancak, artık gericiliğin başlıca kaynağı ve temel dayanağı olan uluslararası tekellere ve emperyalizme karşı mücadeleye bağlanmayan bir demokrasi mücadelesinin başarı şansı yoktur ve emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmeyen bir "demokrasi" mücadelesi, bu adla anılmaya layık da değildir. Bu, hem ülke içindeki bütün gericilik biçimleri gibi demokrasi düşmanlığı da tekelci gericiliğe bağlanmış, onun tarafından beslenmekte olduğu için böyledir, hem demokrasi en başta uluslararası tekeller tarafından engellendiği için ve hem de demokrasi düşmanı saldırganlık ve sınıf egemenliğinin asıl temsilcisi ve sahibi, emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendisi de, iktisadi bakımdan, uluslararası tekelci sermayenin bir parçası durumundaki yerli ya da "ulusal" tekelci sermayenin sahipliğini yapan bir sınıf olduğu için böyledir. Dolayısıyla başlıca tekelleri ve egemenliklerini hedeflemek zorunda olan demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı da bir mücadele olmak durumundadır.
Küreselleşme saldırganlığı, tekellerin günümüzdeki saldırganlığına takılan isimdir. Günümüz emperyalizminin görünümüdür. Dünya çapında uygulanmakta olan küreselleşme politikaları, Sovyetler Birliği'nin çöktüğü, görünüşteki ayrımlar da aşılarak tek bir kapitalist dünya pazarının yeniden oluştuğu, dünya işçi sınıfı ve ezilenlerini bir "kötü örnek"i izlemekten caydırmak üzere "ağızlara çalınan bir parmak bal"dan başka bir şey olmayan "sosyal devlet" yatıştırmacılığının yüksek maliyetine katlanmanın tekeller açısından bir ihtiyaç olmaktan çıktığı günümüz koşullarında, uluslararası tekellerin emperyalist çıkar, yönelim ve tutumlarını yansıtmaktadır.
Dolayısıyla ulusal bağımsızlık ve siyasal demokrasi, en başta uluslararası tekellerin, emperyalizmin saldırısı altındadır. Ulusal bağımsızlık mücadelesi, ancak bir anti-emperyalist mücadele olabilir ya da emperyalizm, bağımsızlık mücadelesinin başlıca hedefi durumundadır. Çünkü bağımsızlık mücadelesi, ülkenin emperyalizmden bağımsızlaştırılması, uluslararası tekellerin sultasından kurtulması mücadelesidir.
Nitekim bugün Türkiye'de ekonomi alanının olduğu kadar tekelci toplumsal siyasal örgütlenme (başlıca devlet) alanının da yeniden yapılandırılmasının dayatıldığı koşullarda, emperyalist "Yeni Dünya Düzeni"ne ayak uydurulmasına, "küreselleşme"nin gereklerinin yerine getirilmesine yönelik bir "demokratikleşme" tartışması yürütülmektedir.
Bir iktidar sorunu olan demokrasi sorunu, kuşkusuz en başta kapitalistlerin (tekellerin) egemenliğine karşı mücadele demektir!
Tekel karı uğruna her türlü hak ve hukuku ayaklar altına alan ve -bugünkü "küresel" saldırganlık koşullarında gericilik eğilimi daha da artmak üzere- çıkarlarına, talan ve iktidarlarına yönelik her türden toplumsal muhalefeti, gelişmesini önlemek üzere, yararlanacağı politik özgürlükler “silahından" mahrum bırakmayı, bastırıp ezmeyi çare sayan tekelci burjuvazi ve siyasal gericiliğine, bu gericiliğin toplumsal örgütü olan baskı aygıtına karşı mücadele, demokrasi mücadelesinin özünü oluşturur.
Burada demokrasi mücadelesinin bağımsızlık mücadelesiyle kopmaz bağına geliriz ki; bu, işbirlikçi tekeller, uluslararası tekellerin bir parçası ve yerli tekelci burjuvazi emperyalizmle birleşmiş, çıkarları emperyalist çıkarlardan ayrılamaz hale gelmiş olduğu için ve uluslararası merkezlerde geliştirilip uygulamaya aktarılan politikalar, bu doğrultudaki ekonomik ve siyasal yeniden yapılandırmalar, işbirlikçi tekellerin de yolunu çizen, benimseyip uygulamaya yöneldikleri amentüler olduğu için kopmaz bir bağdır. Daha basitçe, ülkeyi emperyalizme onlar bağımlı kıldığı, burjuvazi ve tekellerin egemenliğinin bundan başka bir sonuca yol açması olanaksız olduğu ve yol açtığı için, işbirlikçi tekelleri hedefleyen demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmek zorundadır. Aksi durumda "küresel" haydutluğun basit bir aleti ve aklayıcısı olmaktan ileri gidilemez.
Demokrasi mücadelesiyle birleşmeyen ulusal mücadele kaçınılmaz olarak yedeklenir!
Demokrasi mücadelesinin anti-emperyalist mücadeleye bağlanması nasıl zorunluysa, anti-emperyalist mücadelenin de demokrasi mücadelesi ile birleşmesi o denli zorunludur. Uluslararası tekelleri ve emperyalizmi hedefleme iddiasındaki bir mücadele ve anti-emperyalist bir ulusal hareketin; uluslararası tekelci sermayenin bir parçası durumundaki işbirlikçi tekelci sermayeyi, uluslararası tekeller ve emperyalizme bağımlılığın ve sömürgeleşmenin dayanağı olan işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun sınıf egemenliğini, başlıca bu egemenliğin (kuşkusuz genel olarak burjuvazinin egemenliğinin) siyasal örgütü ve aleti olan bürokratik-militarist aygıtı hedef almaması düşünülemez.
Aksi durumda, uluslararası tekelci sermayenin bir parçasından başka şey olmayan işbirlikçi tekelci sermaye ve egemenliği "ulusallık" ve sözde "ulusal devlet" adına desteklenmiş olacaktır. Bu durumda, uluslararası tekeller ve emperyalizmin azgın sömürü, yağma ve ulusal köleleştiriciliğinin, sömürgeciliğin temel dayanağı olan "ulusal" tekelci burjuvazinin ve siyasal egemenlik aygıtının "ulusal" aldatıcılığına alet olunmuş, propaganda edildiği gibi "aynı gemideyiz" masalında rol üstlenilmiş olunacaktır. Ulusun ve ulusal mücadelenin çıkarları ileri sürülerek, cüzdanları, borsada bugün şu yarın bu kağıtlara olan yatırımları ve banka hesaplarından başka hiçbir "değer" tanımayan, ulusal değerleri, bildiği tek değer cinsi, "değişim değeri" olarak görmekle yetinmeyip tümünü Dolar ve Euro ile değiş-tokuş eden, ulusun içinden zuhur etmiş ama emperyalizmle birleşmiş olan, ulusla ilişkisi, ona ihanet etmiş olmaktan ibaret işbirlikçi tekelci burjuvazi ve doruğuna kurulup dizginlerini -en çok emperyalistler adına- elinde tuttuğu siyasal egemenlik aygıtı bürokratik militarist makine kutsanmış olacaktır.
O tekelci burjuvazi ki, halkın başlıca iç düşmanı ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin taşıyıcısıdır; o egemenlik aygıtı ki, emekçiler üzerindeki diktatörlüğün, baskı ve zulmün aletinden başka bir şey değildir ve en başta emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda işlemekte ve onların tarafından yönetilip yönlendirilmektedir...
Böyle bir yaklaşımla, ulusun ve ulusal çıkarların sahiplenilmesi ve bağımsızlık mücadelesinden, anti-emperyalizmden söz edilmesi boş bir iddia olmaktan öteye gitmez. Demokrasi mücadelesi ile birleştirilmeden, dolayısıyla emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi tekeller ve iktidar aygıtları -"ulusallığı" ileri sürülerek- hedef alınmadan, emperyalizme karşı bir mücadele tasarlanamaz ve az çok tutarlı bir ulusal bağımsızlık hareketi geliştirilemez. İç gericiliğin yedeğine düşülmekle kalınmaz ama emperyalizmin de yedeğine düşmekten kaçınılamaz.
Bu tür "bağımsızlıkçılık"la belirli bir emperyalist mihraka karşı ancak bir başka emperyalist mihrakın dümen suyunda derlenebilir. Böyle bir "anti-emperyalist" mücadele, emperyalist bağımlılık ilişkilerine dokunamadan kalır, ancak emperyalist efendi değişimini amaçlayabilir. "En iyi" durumda, emperyalistler arası çelişmelerin kaygan zemininde manevralar yapma olanağı yakalanabilir ki, bu, "bir yerine birden fazla ayı ile yatağa girmek" anlamına gelir, tehlikeli sonuçları açısından hiç de tek bir emperyaliste uşaklığa tercih edilir değildir, üstelik gerçekleşme olanağı da son derece sınırlıdır.
Hayali senaryolar üretip devleti bugün Türkiye'nin en çok bağımlı olduğu Batı'lı emperyalistlere karşı tavır almaya ve Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu ile birleşerek "Şanghay Beşlisi”nin yanında bir "Doğu Bloku" oluşturmaya cesaretlendirme çabası içinde olan, böyle bir yönelimin adını da "ulusallık" ve "anti-emperyalist mücadele" takan Aydınlıkçı karşı-devrimci burjuvalar, aslında bu türden bir "en iyi durum"un hayalini kuruyorlar.
Dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisi arasında yer alan ekonomik büyüklüğü, güçlü ordusu, nispeten gelişkin insan kaynakları ve önemli jeostratejik pozisyonuyla büyükçe bir "bölgesel güç" olan Türkiye'nin -kuşkusuz egemenlerinin- "bileğinin hakkı" olan parsadan payını ve bölgesel söz sahipliğini talep etmek anlamına gelen bu "en iyi durum"un peşine düşmek, ne talep edilenleri ulusal çıkar ne de talepte bulunanları ulusal yapar.
Örneğin tarihsel bir haksızlık olarak tespit edilebilecek olan, ama elin kaptırıldığı koşullarda kol da istenerek iyice köşeye sıkıştırılmalarının aracı kılınmaya çalışılan Ermeni soykırımı konusunda Türkiye egemenlerinin "haklılığını" savunmak ne kadar "ulusal değer" sorunuysa Kıbrıs'ta bugünkü durumun devamını savunmak da o kadar "ulusalcılık"tır.
Türkiye'nin "Müttefikimiz" dediği İsrail'in mezalimi karşısında, Filistin halkının taleplerini görmezden gelerek, Ortadoğu'da pozisyonunu güçlendirmeye çalışmak ne kadar "ulusal" ise, sözde Irak'ın toprak bütünlüğü adına, Kuzey Irak'ta 20, 30, 100 kilometre derinliklerinde hatlar tutmak ya da Bulgaristan, Arnavutluk ve Makedonya'daki sözde Türk asıllı halkların "hakları uğruna" yalnızca siyasal da değil, askeri girişimler peşinde olmak ve kuşkusuz Kafkaslardan Uzakdoğu'ya "Türki Cumhuriyetler" üzerine hesaplar yapmak, o kadar "ulusal”dır. Ama herhalde "en ulusal" olanı, Bakü-Ceyhan hattının alternatifi olarak bin bir yolsuzluğa konu olmuş, üstelik maliyeti de yüksek Türk-Rus ortak yapımı "Mavi Akım" filmi karşısında kendinden geçmek olmalıdır!
Kuşkusuz Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin derlenip toplanarak, ABD emperyalizmi karşısında güç oluşturmaları kötü değil, hatta Türkiye devriminin yararına olduğu söylenebilir. ABD emperyalistlerinin tek dikte edici konumunu dengeleyecek odakların ortaya çıkması, Yugoslavya, Irak, Afganistan, bugün de Suriye ve Libya’ya tek yanlı savaş ilan edilmesi ve bu ülkelerin vahşice bombalanması gibi oldu bittileri zorlaştırması ve manevra olanakları yaratması bakımından iyidir. Ama bundan, "ulusallık" adına, palazlanmakta olan Rusya devlet kapitalizminin ve henüz nereye evrileceği kesinleşmemiş olan Çin’deki sosyalizm kuruculuğu arayışının devlet gücünün yanında yer almak ve gönüllü olarak sistem içi bloklaşmalar arası çelişmelerin sarmalına takılmak sonucu üretilemeyeceği gibi, henüz ne Çin Halk Cumhuriyeti, ne de Rusya Federasyonu böyle bir pozisyonda değildir.
Ulusallık ve anti-emperyalizm iddiası bir yana, Türkiye'nin devlet geleneğinde, daha öncesinden başlamakla birlikte, Sultan Abdülhamit'Ie doruğuna çıkan ve II. Dünya Savaşı döneminde de yinelenen emperyalistler arası çelişkiler üzerinden oynayarak "ulusal çıkarları" gözetme ve emperyalistleri birbirine karşı kışkırtarak "postu" kurtarmaya yeltenme önemli bir yer tutmuştur. Bugün AB ve ABD emperyalizmi arasındaki çelişkiler bu anlamda kullanılmaya çalışılmaktadır. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ABD ve AB arasındaki çelişkiler de buna benzer bir şekilde ele alınmaktadır. Şimdi yine "bölge gücü" olma "büyüklük" kompleksi içinde egemenlerin benzer bir yönelimi ihtimal dışı değildir ve tarihsel deney birikiminden yararlanılarak bu açıdan daha titiz ve dikkatli bir tutum geliştirilmesi sürpriz olmaz.
Hayallere kapılmadan yürütülecek anti-emperyalist mücadele, sadece şu ya da bu emperyalist mihraka karşı değil, ama genel olarak emperyalizme, tüm emperyalist bağımlılık ilişkilerine karşı olduğu kadar, emperyalizmin dayanaklarına, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve egemenlik aygıtına da karşı yükseltilebilir ve öyle olmalıdır.
Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci gericiliğin dümen suyunda ulusal köleliğe, özelleştirme vb. saldırganlığına, öldürülmekte olan tarım ve hayvancılık dolayısıyla kitleler halinde topraklardan sürülmeye, hak ve özgürlük yoksunluğuna mahkûm olmaktan kaçınmak için, anti-emperyalist ve demokratik yönleri olan birleşik bir mücadelenin geliştirilmesi ihtiyacı açıktır.
"Küresel" saldırganlık, işçi ve emekçileri açlığa mahkum etmek üzeredir. Kamu işletmelerinde geçinilebilecek olana yakın ücretlerle çalışmaya devam edebilen işçiler, sert bir saldırı ile karşı karşıyalar. Büyük çoğunluk, sigorta ve sendika başta olmak üzere tüm haklarından yoksun halde asgari ücretin bile altında çalışmak zorunda bırakılmıştır, işsizler, 20 milyonu aşkın dev bir ordu oluşturmaktadır. Özellikle büyük kentlerin kenar semtlerinde her an her şeyi yapabilecek işsiz kitleleri yığınağı sürekli artmaktadır. Toplumsal çöküntü ve çürümenin belirtisi olarak dilencilik ve fuhuş olmadık ölçüde yaygınlaşmıştır. Tarım işçileri, yarı-proleterler ve topraksız köylülük, son derece düşük ücretle kent ve özellikle fabrika işçilerinden daha zor koşullarda çalışıp yaşama durumuna sıkıştırılmışlardır, işsizlik ve sefaletin pençesindedirler.
Küçük üretici köylülük, küçük ve orta köylü, tahıl fiyatları, şeker ve tütün yasalarıyla, istediği ürünü ekemez kılınmış, üretim maliyetlerini karşılayamamaya, dolayısıyla ekim yapamaz duruma, giderek mülksüzleşmeye ve sefalete itilmiştir. En çok birkaç yıl içinde büyük kentlerin kenar semtlerinin nüfusunu kabartmaya teşvik edilmektedir.
Bilinçli işçiler kuşkusuz ulusal değerlere sahip çıkacaktır, emperyalist talan ve zorbalığa karşı ulusal bağımsızlık bayrağının en önde taşıyıcılığını yapacaktır. Bu zorunludur. En çok işçi sınıfı ve emekçilere, onların çıkarlarına, hak ve özgürlüklerine yöneltilmiş olan emperyalist ve bugünkü özel küreselleşme saldırganlığı bunu zorunlu kıldığı kadar, sömürü ve zorbalığın, tüm haksızlık ve savaşların son bulacağı ve insanın kendi kendisinin efendisi olacağı yeni bir dünyaya atılacak ilk adım olan sosyalizme ulaşmanın başka bir yolu olmadığı için de bilinçli işçi emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin örülmesi görevini üstlenmekten kaçınamaz.
Kısacası, işçi sınıfının hem acil hem de asgari ve azami genel taleplerinin elde edilmesinin yolu anti-emperyalist mücadelenin gelişmesinden geçmektedir. Özelleştirme ya da diğer IMF dayatmalarını püskürtmek de, bağımsız ve demokratik bir Türkiye'nin kurulması ve başka aldatıcılıkların yanı sıra ulusal sorunlarla da önü tıkanıp geri plana itilen, gelişmesi engellenen sosyalizm mücadelesinin önünü açmak da ancak anti-emperyalist (ve demokratik) bir mücadelenin yükseltilmesiyle olanaklıdır.
Ancak, bilinçli işçi "ulus", "ulusal bağımsızlık" ya da "ulusal devlet" adına herhangi bir burjuva kesimin özel çıkarlarının peşinden yürümeyi savunamaz. Zaten anti-emperyalist mücadele, bu kapitalist kategorilerin içine sığmamaktadır.
Bilinçli işçi, her şeyden önce "ulusçu" değil, enternasyonalisttir. Davası, ulusal değil uluslararasıdır; ülke farkı olmadan tüm dünya işçilerinin kardeşliği ve kapitalist sömürüden kurtuluşu davasıdır. Bilinçli işçi bakımından ve nesnel olarak işçi sınıfının bütünü açısından şu ya da bu "ulusal" sınırlar içinde şu ya da bu bayrak altında sömürülüyor olmanın, bu sömürünün dış koşullarının şu ya da bu burjuva devlet tarafından sağlanıyor olmasının tek bir önemi vardır: Kendi sınıfsız sömürüsüz toplum davasını gerçekleştirmek üzere, belirli ulusal sınırlar içinde, belirli ulusal özellikleri olan bir toplumsal çerçevede ve belirli bir "ulusal devlete" karşı mücadele etmek. Yoksa burjuvazinin ulusal aldatmacalarının papağanlığını yapmak değil.
Kısacası bilinçli işçi, sosyalisttir, kapitalizm savunucusu değil; enternasyonalisttir, ulusalcı değildir.
Bundan ne sonuç çıkar? Ulusal sorunlar ve değerler karşısında ilgisizlik ve ulusal bağımsızlık mücadelesine karşı kayıtsızlık ve aşağılama mı? Bu sonucu çıkaracak olanlar, sosyalizmden hiçbir şey anlamayanlar ya da "ulus" adına her kendi peşine takılmayanı "kafir" ilan eden ve yine "ulus" adına yalnızca olumsuz tutum almalarla (emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığın savunulması) yetinmeyip olumlu tutumları da (ulusalcı bir perspektife dayanarak başka uluslara düşmanlık yöneltmek ve örneğin işçi sınıfının başka uluslardan işçilerle sınıf ve dava kardeşliği yerine kendi burjuvalarının peşinde çatışmaya girmesini, ulusal ayrımcılığı körüklemek) farz gören burjuva milliyetçileridir.
Burada, Lenin'den, ulusal sorunun henüz daha feodalizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alındığı döneme ilişkin olmakla birlikte, konumuz açısından öğretici bir aktarma yapmak gerekiyor:
"En 'adil', 'saf’, en ince ve uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz. Onun yerine Marksizm, enternasyonalizmi ileri sürer, her yeni kilometre demiryoluyla, her yeni uluslararası tröstle, (hem iktisadi eylemiyle ve hem de fikirleri, özlemleriyle enternasyonal olan) her yeni işçi örgütüyle gözümüzün önünde gelişen bütün ulusların tek bir yüksek birlik içinde kaynaşmasını koyar.”
Ulusal özellik ilkesi, burjuva toplumunda, tarihsel bakımdan kaçınılmaz ve zorunlu bir ilkedir ve bu toplumu ele alan bir Marksist-Leninist, ulusal hareketlerin tarihsel haklılığını, kesin olarak kabul eder. Ama bu kabul edişin, milliyetçiliği savunma biçimini almaması için, o, ulusal hareketlerde ileri ne varsa, ancak onu desteklemekle yetinmelidir; öyle ki, proleter bilinci, burjuva ideolojisi tarafından karartılmış olmasın.
"Feodal uyuşukluktan çıkan yığınların uyanışı ileri bir şeydir, nasıl ki bu yığınların halkın egemenliği uğruna, ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşımı da ilerici bir şeyse.”
Marksist-Leninist’in en kararlı ve en tutarlı demokratizmi, ulusal sorunun bütün yönlerinde mutlak savunma görevi, buradan gelmektedir. Bu, özellikle olumsuz bir görevdir. Proletarya milliyetçiliği desteklerken aşırı davranışlara gidemez, çünkü daha ileride, milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef tutan burjuvazinin olumlu eylemi başlar.
Ezilen yığınların emperyalist zorbalık karşısındaki ulusal uyanışı ve ulusal bağımsızlık ve egemenlik uğruna mücadelesi de ileri bir şeydir. Bu alanda yine en tutarlı demokratizmi savunmak, komünistlerin, sınıf bilinçli işçinin görevidir; ancak artık kapitalist emperyalizm koşullarında bu, ancak sosyalizme bağlanan halkçı, emekçi demokratizmi olabilir, çünkü artık emeğin ve emekçilerin haklarından hareket etmeyen "yukarıdan" burjuva demokratizmi, tekellerin egemenliğine karşı mücadele kapsamında yetersizleşmiş ve güdükleşmiştir.
Ulusal mücadele, evet mutlak bir zorunluluktur ve demokrasi mücadelesiyle birleşmelidir; ne ki, hem bu birleşmenin ve hem de ikisinin bir arada başarıyla gelişmesi ve zaferinin garantisi, sosyalizm için mücadeleyle bir arada ve sosyalist perspektifle ele alınmalarından, dolayısıyla işçi sınıfının bu mücadelelere kendi damgasını vurmasından geçmektedir.
Artık emek eksenine oturmayan ve buradan yükselmeyen ulusal bağımsızlık mücadelesi; sadece burjuvazinin kötürümleşmesi (devrimci olanak ve yönelimlerinin son derece cılızlaşması) ve tekelci kapitalizme karşı mücadeledeki yeteneksizliği nedeniyle değil, ama asıl işçi ve emekçileri ve taleplerini dışlaması, ancak aldatıcılık nesnesi olarak kucaklamaya yönelmesi nedeniyle başarısızlığa ve sonuçta ezilmeye ya da emperyalizme ve tekelci kapitalist düzene bağlanmaya mahkumdur.
On milyona yakın işçiyi, ona yakın yarı-proleteri ve yoksul köylüyü, kentlerin ve kırın alt ve orta küçük burjuvazisini, kamu emekçilerini, küçük esnafları ve taleplerini hareket noktası almayan ama soyut "ulusal" sloganlarla burjuvazinin özel çıkarlarının örgütlemesi olarak gelişme arayışına girecek bir "ulusal" hareket, milliyetçiliği güçlendirmeye yönelen burjuvazinin "olumlu eylemi" olmakla kalmayacak, ama sömürülen ve ezilen yığınları dolgu maddesi olarak burjuva amaçları uğruna bir kez daha istismar etme girişimi olacaktır.
Sosyalist, ulusal ve demokratik görevler !
Peki, bunun için ne yapılmalıdır? Emperyalist yağma ve tekelci zorbalık koşullarında, bugünkü "küresel" saldırı karşısında Marksist-Leninistlerin, sınıf bilinçli işçilerin görevi nedir?
Sınıf bilinçli işçilerin, ileri işçilerin toplanma ve mücadele merkezi olan devrimci işçi partisinin -teorik alan bir yana- tüm pratik çalışması, işçi sınıfının ana kitlesini kucaklamak ve emeğin diğer tabakalarıyla birleşmek üzere sınıf mücadelesini belli başlı iki biçimiyle örgütlemeye yönelik olmak durumundadır. Sosyalist mücadele ile bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi.
Sosyalist mücadele, burjuvaziye ve kapitalizme karşı, sınıf karşıtlığına dayalı sömürücü ve baskıcı toplumu kaldırma ve burjuvazinin sınıf egemenliğine son vererek sosyalizmi kurma, sınıfsız, sömürüsüz, baskısız topluma ulaşma mücadelesidir. Ulusal ve demokratik mücadele, genel olarak demokratik içerikli, burjuva karakterde olan bir mücadeledir. Ulusal baskı da içinde olmak üzere siyasal baskıya karşı, (ulusal bağımsızlık ve egemenliği içeren) ulusal özgürlük de dâhil siyasal özgürlükler için, ulusal köleliği yok etme ve siyasal ve toplumsal düzeni demokratikleştirme amaçlı mücadele olarak özellikle emperyalizmin ve tekellerin egemenliğine son vermeyi hedef alır.
Anlaşılacağı gibi, bilinçli işçinin pratik çalışması, birbiriyle bağlantılı bu iki mücadelenin örgütlenmesine yönelik olarak iki yönlü olacak ve görevinden değil görevlerinden söz etmek gerekecektir.
Sosyalist çalışma, işçi sınıfının diğer sınıflar ve özellikle burjuva etkinliği içinde erimesinin, yedeklenmesinin önlenmesi, kendi nesnel çıkarlarını gerçekleştirmek üzere kendi hedeflerine sahip bağımsız (politik) bir sınıf olarak örgütlenebilmesi açısından olmazsa olmazdır. Bu çalışma, sürekli ve kararlı olarak yürütülmezse, işçi sınıfı kurtuluşunu hiçbir zaman sağlayamayacağı gibi, ulusal ve demokratik mücadele içinde kaçınılmaz olarak burjuvazi tarafından yedeklenecektir.
Bu çalışma; işçilerden başlayarak emekçilerin diğer kesimleri arasında da bilimsel sosyalist öğretinin propagandasını yapmayı, kapitalist toplumsal ekonomik düzen, tekellerin egemenliği, onun temelleri ve gelişmesi, toplumsal sınıflar, birbirleriyle ve devletle olan ilişkileri ve aralarındaki çelişkiler ve mücadele, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, işçi sınıfının diğer sınıflarla, egemenlerle, ara sınıflarla ve ezilenlerle ilişkisi, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı olarak bu sınıfın ülkemizde ve dünyadaki tarihsel görevi, uluslararası işçi sınıfının birliği ve dava kardeşliği konularında doğru ve bilimsel anlayışı yaymayı kapsar.
Ancak sosyalist çalışma, propaganda faaliyetiyle sınırlanamaz. Üstelik işçi sınıfı içindeki ajitasyon, bugünkü gibi sınıfa yönelik saldırganlığın pervasızlaştığı, toplumsal siyasal ortamın sertleştiği ve işçi ve emekçi kitlelerinin öfke birikimi ve mücadele eğilimlerinin arttığı koşullarda, propaganda çalışmasının önüne de geçmek durumundadır. İşçi sınıfı içindeki sosyalist ajitasyon, önemli bir yönüyle ekonomik ajitasyon olmak durumundadır. Siyasal özgürlükler, ulusal baskı vb. gibi demokratik içerikli sorunlarla ilgili olarak işçi yığınlarına yönelik ajitasyon yapanlar boldur ve üstelik siyasal alanda, -tutarlılığı ya da aldatıcılığı bir yana- bağımsızlık ve demokrasinin savunulmasında işçi sınıfı yalnız değildir, bu alan sınıfın başka sınıflarla, hatta burjuvaziyle ortak talep ve sloganlara sahip olabileceği bir alandır.
Ancak ekonomik alanda işçi sınıfı -yarı-proleter vb. tabakalar bir yana-, örneğin esnek çalışma ya da ücretlerin düşürülmesi, iş güvencesi ya da kıdem tazminatı vb. türünden talepleri açısından yapayalnızdır. Üstelik ekonomik ajitasyon, işçilere burjuvazinin ya da başka hiçbir sınıfın temsilcileri tarafından götürülmez. Bu alanda işçi sınıfı burjuvazi ile cepheden karşı karşıyadır. Dolayısıyla ekonomik ajitasyon tamamen sosyalist nitelikli bir ajitasyon çalışmasıdır ve bu yaklaşımla yürütülmek zorundadır.
Bu ajitasyon, işçi sınıfının kendiliğinden ya da bizzat öncü işçiler ve parti tarafından örgütlenen ekonomik nitelikli eylemlerinde ücret, sosyal ve sendikal haklar, esnek çalışma, çalışma süresi, iş güvencesi gibi çalışma koşulları, özelleştirmeler, işten atmalar, krizin yüklerinin emekçilere yıkılması vb. nedeniyle işçi ve emekçilerle ayrımsız tüm kesimleriyle kapitalistler arasında patlak veren çatışmalara katılmak, bunları kışkırtmaktan oluşur.
Ajitasyon, bu çatışmaların yönü ve çarpıtmalar konusunda da işçilere yardımı kapsamalı; ama her şeyden önce bu çalışma, çalışma yaşamının günlük pratik sorunları ile işçi ve emekçilerin acil ekonomik ve sosyal talepleri ile sıkıca kaynaşmak, taleplerin en tam ve amaca en uygun biçimde belirlenmesinde sınıfa yardım etmeli, işçilerde dayanışma ve birlikte mücadele etme bilincini -hem de yalnızca ulusal değil uluslararası planda da- geliştirmelidir. (Sosyalist ajitasyonun, siyasal ajitasyon çalışması olarak en belli başlı yönü ise, işçi ve emekçilerin kendi kaderlerini ellerine almaya ve bunun için bağımsız politikalarını yapmaya çağrılmalarıdır.)
Bu ajitasyonun propaganda çalışması ile kopmaz bir bağ içinde olması ayrıca bir zorunluluktur. Gündelik acil talepler için ajitasyon, bu talepler üzerinden yürütülecek kapitalizmin teşhiriyle birleşmelidir. Bu, başarılı bir aydınlatma çalışmasının gereği olduğu kadar, sosyalist örgüt çalışması açısından da zorunludur. Sınıf bilinçli (sosyalist) işçi gruplarının oluşturulması ve parti örgüt ve komiteleri olarak birleştirilip merkezileştirilmeleri, bu ilişkinin sürekli kılınması, yayınlarla (merkezi işçi basını, bildiri ve broşürlerle) beslenmesi, ajitatör ve örgütçüler yetiştirilmesi gibi yönleriyle örgüt çalışması, sosyalist çalışmanın diğer biçimi olarak, ajitasyon ve propaganda çalışmasının devamıdır, onu tamamlar, ürününü toplar.
Bu çalışmanın başlıca işçi sınıfı içinde, özellikle kent işçilerine yönelik olarak ve fabrikalara öncelik verilip temel alınarak yürütülmesi, onun sosyalist bir çalışma olmasının gereğidir. Fabrikalarda sosyalist işçilerden oluşacak ve günlük parti çalışması olarak, sosyalist çalışmanın yanı sıra işçileri ve emeğin gereği kalan kesimlerini (ve tüm halkı) ortak talepler etrafında birleştirecek, emperyalizme ve tekellerin egemenliğine karşı mücadelenin omurgasını oluşturacak, yönetip yönlendirecek işçi örgütleri kurulmadan ve bu örgütler her türden gericiliğe karşı mücadelenin asıl yükünü yüklenmeden, ne işçi sınıfının geleceği ve ne de ülkenin geleceği sağlama alınabilir. Hem sosyalizmin ve hem de bağımsız ve demokratik Türkiye'nin kazanılabilmesi, her şeyden önce ve en başta buna bağlıdır. Fabrikalarını kalesi haline getirememiş işçi sınıfının, hâlâ "zincirlerinden başka hiçbir şeyi yok" demektir.
Bilinçli işçinin ya da devrimci işçi partisinin ikinci görevi, demokratik içeriklidir; ulusal baskı da içinde olmak üzere örgütlenmiş kapitalist gericilikten (tekelci gericilik) kaynaklanan her türlü baskıya karşı, ulusal özgürlükler dâhil siyasal özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin geliştirilmesi uğruna yürütülecek çalışmadır. Sosyalist çalışmaya kopmaz bir bağla bağlıdır.
Bilinçli işçi ya da onun öncü devrimci partisi, işçiler arasında propaganda ve ajitasyon çalışması sürdürürken, politik sorunları yok sayamaz, hatta ihmal edilmesini de ciddi bir sapma olarak görür.
Sosyalist işçi, parti olarak örgütlenmiş işçi davası savunucusu, bilimsel sosyalizmin propagandası yanında işçiler ve emekçiler arasında ulusal hak eşitliğini de kapsayan demokratik fikirlerin de propagandasını yapar; tüm görünüş biçimleri ve politikalarıyla emperyalizmin ve tekelci gericiliğin siyasal egemenliğinin özü, ulusal bağımlılık ilişkilerinin ve mali oligarşinin niteliği, sınıfsal içeriği, tarihsel olarak yıkılma zorunluluğu konusunda yığınları aydınlatır, ulusal özgürlük de dahil siyasal özgürlükler elde edilmeden, ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan bağlar koparılıp atılmadan, siyasal ve toplumsal düzen demokratikleştirilmeden, dolayısıyla bir iktidar değişikliği olmadan, sosyalizm davası uğruna başarılı bir mücadele geliştirilemeyeceği gerçeğini yayar.
Bilinçli işçi yanı sıra, sosyalist ekonomik ajitasyona çözülmez bağlarla bağlı siyasal ajitasyonu yürütme görevini de üstlenir. İşçi sınıfının en acil siyasal ihtiyaçlarına, zorluk, hak yoksunluğu ve taleplerine ilişkin bu ajitasyon, kuşkusuz işçi sınıfına ulusal ve sosyal köleliği dayatan küreselleşmenin her "memuru" ve temsilcisine karşı ajitasyonu da kapsayacak, emekçilerin politika yapma ve ülkenin kaderini ellerine alma zorunluluğunu döne döne vurgulayacaktır. Siyasal ajitasyon, kuşkusuz ekonomik ajitasyonu tamamlar, sınıf bilincinin gelişmesi bakımından aynı ölçüde değerli ve sınıf mücadelesinin yol göstericisi olarak aynı ölçüde gereklidir. Bu tür ajitasyon olmadan işçilerin örgütlenmesi, dayanışma eylemleri için ve sosyalizm mücadelesi için eğitilip hazırlanması olanaksız olduğu gibi; işçilerin en acil sorunlarından kalkarak kendi güçlerini sınayıp farkına varmaları, kimi acil talepleriyle ilgili burjuvazi ve gericilikten tavizler koparmaları, haklarını genişletmeleri ve daha ileri mücadeleler için eğitilmelerini sağlayan, en başta ekonomik ajitasyonla birleştirilmiş siyasal ajitasyondur. İşçi yığınları, partinin bu çalışmasına bağlı olarak eğitimlerini tamamlayabilecekler, geçici bir süre de olsa hangi sınıf güçleriyle hangi talepler etrafında birleşebileceklerini görüp anlayabilecekler, bu ortak talepler için mücadelede görece tutarlı ve tutarsız dost ve düşmanlarını ayrıntılı olarak tanıyabilecekler ve bu tür talepler için mücadele içinde erimemeyi ve örneğin tekel-dışı burjuvazinin yedeğine düşmemeyi öğreneceklerdir. Bu eğitim, kuşku yok ki bilimsel sosyalizmin propagandasıyla pekişecektir.
Demokratik içerikli mücadelenin, ulusal ve siyasal özgürlükler için mücadelenin bugün, feodalizmin gericiliğin kalesi olduğu günlerden farklı olarak, kapitalist gericiliğe, tekellere ve kapitalist emperyalizme karşı bir mücadele oluşu; sosyalist ve demokratik (ve ulusal) propagandanın olduğu kadar sosyalist ve demokratik ya da ekonomik ve siyasal ajitasyonun da birbirlerini çok daha yakından tamamlamalarını, üzerinde yükselecekleri kapitalist zemin dolayısıyla birbirlerine çok daha yaklaşmalarını, sadece birbirlerine bağlanmalarını değil ama iç içe girmelerini koşullandırmaktadır.
Artık anti-kapitalist bir temele sahip olmayan başarılı bir anti-emperyalist mücadele düşünülemeyeceği, bu mücadele burjuvazinin eline kaldığında yarım yamalaklığının ötesinde dönüp dolaşıp emperyalizm ve tekellerin egemenliğine bağlanacağı bir gerçektir. (Bu, emperyalizmden zarar gören çeşitli burjuva kesimlerin anti-emperyalist bir ulusal hareket geliştiremeyecekleri, artık emperyalizm karşısında devrimci barutlarını tümüyle yitirdikleri anlamına gelmiyor -zaten emperyalizme karşı çıktıkları ölçüde bu kesimlerle birleşme kaygısı, buraya dayanıyor-; ama böyle bir hareketin, kapitalizmin sınırları nedeniyle tutarsızlığını ve geçici başarılar sağlasa bile, önünde sonunda başarısızlığa mahkûm oluşunu koşulluyor.) Dolayısıyla artık sosyalist mücadele ile anti-emperyalist demokratik mücadele daha yakından birbirine bağlanmış, iç içe geçmiştir. Milyonlarca işçi, anti-emperyalist demokratik mücadelenin başarısına bağlı olarak durmaksızın sosyalizme geçmenin garantisini sağlayan gerçeğin ta kendisidir. Ve artık emperyalist küreselleşme saldırganlığının da temel yönü ve ağırlığını oluşturan emekçilerin haklarının gaspına karşı talepleri başlıca hareket noktası olarak almayan ve emek eksenli bir mücadele olarak öngörülmeyen bir anti-emperyalist demokratik mücadele, -en azından işçi sınıfı açısından- anlamsızlaşmıştır. "İşçi sınıfı", "solculuk" ve "sosyalizm" adına omurgasını bağımsız emek hareketinin oluşturmadığı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi önermek, sınıfa düpedüz ihanet etmek anlamına gelmektedir. O nedenle, sosyalist propaganda ve ekonomik ajitasyonu hiçbir şekilde küçümsemeden ve ihmal etmeden, bugün sosyalist propaganda ve ajitasyonla birleştirilmesi çok daha kolaylaşmış siyasal propaganda ve ajitasyonla kuşkusuz birleştirerek, bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmekte olan işçi sınıfı ve bağımsız bir hareket olarak gelişme yönünde ilerleyen emek hareketini ulusal bağımsızlık mücadelesinin omurgası olarak tasarlamak, sosyalisti sosyalist yapan temel bir kıstas durumundadır. Artık "önce ulusal mücadele, ardından sosyalist mücadele" aldatmacasına kulak asılamaz, aynı anlama gelmek üzere ulusal mücadele burjuvazinin eline bırakılamaz, sadece genel ulusal ve demokratik taleplerle sınırlı olarak yürütülemez.
Marksizm-Leninizm’in, bilinçli işçinin ulusal ve demokratik mücadeleye başkaca bir yaklaşımı olamaz.
Türkiye Komünist partisi işçi yığınlara indikçe, örgütsel bakımdan Leninci ilkelerden yürüdükçe, oportünistlere, polis ajanlarına, her soydan ve boydan likidatörlere karşı savaş keskinleşecektir. Mücadele mantığı böylesine diyalektiktir.