Her Sözcük Nazım’a ve Yaşama Dair...
Asırlık bir komünist... Asırlık bir şair... Nazım Hikmet Ran. Ona dair yazmak ise sanki yeryüzündeki; yaşama, insana, kavgaya, özleme, aşka, umuda, hürriyete, işçi ve emekçiye, kadına dair tüm sözcüklerin sahibinden sözcük araklamak gibi...
1902’de Selanik’te başlayan, 3 Haziran 1963’te Moskova’da sona eren, göreceli olarak kısa ancak bin yıl gibi yaşanmış bir hayattı onun ki... Sanatçı ve paşalarla dolu bir ailenin çocuğuydu, erken yaşlarda keşfetti sözcüklerin raksını. O sözcüklerden yaşanası bir dünya yaratılabileceğini, o dünya için ağır bedeller ödeyeceğini, hasretlerle, sevdalarla, kavgayla birlikte yolculuğa çıktığını da keşfedecekti kısa zamanda. 1913’te Galatasaray Lisesi’ne ve Bahriye Mektebi’ne devam etti, Bolu’ya öğretmen olarak atandı. Ancak sözcükleriyle kurduğu köprü Sovyet Devrimi’ne ilgisiyle örtüşüyordu ve Batum üzerinden Moskova’ya geçerek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde iktisat ve siyaset eğitimi aldı.
“Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.” düşüncesiyle, 1923 yılında davasından hiç vazgeçmeyeceği TKP’ye üye oldu. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Kemalist devlet tarafından katledilmelerini anlattığı “28 Kanunusani” şiiri, 1924’te Moskova’da sahnelendi ve aynı yıl Türkiye’ye döndü. Aydınlık Gazetesi’nde yazmaya başladı ve Kemalist iktidarlara muhalefeti sebebiyle hakkında -ileride sayıları gittikçe artacak- dava açıldı. Sovyetler Birliği’ne geri döndü. 1928 Af Kanunu üzerine tekrar döndü ve 1929 yılında Anti-Sovyet olmasına rağmen Nazım’ı “Troçkist” olmakla suçlayan Şefik Hüsnü ile ayrıştı. Şefik Hüsnü’nün marifeti ile, Komintern kararı ile partiden atılsa da TKP’li olmaktan hiç vazgeçmediğini duyurdu. Öyle de oldu. Bilen yoldaşla birlikte partinin ayağa kaldırılmasında pek çok görev üstlenmiştir. Merkez Komitesi üyesi olarak Bizim Radyo’nun kuruluşunda yer almış, barış, gençlik ve edebiyat alanlarında uluslar arası alanda önemli katkılar sağlamış, partiye bağlılığını pratiğin içinde de sürdürmüş, partisine sevdalı bir komünistti Nazım Hikmet.
1930’lu yıllar, ekonomik kriz ve faşizmin ayak sesleri, memleketinde de şiddetle esmeye başladı. Baskı, tutuklamalar, sorgulamalar peşini hiç bırakmadı. Ama o sözcüklerini, şiirlerinde de yazılarında da raksettirmeye devam etti. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle üst üste cezalar aldı. Sözcükleri sınırları yıkan bu komünist şairle ilgili mahkumiyet kararları tüm dünya basınında büyük yankı uyandırdı. Dört duvar arasında yazmaya ve üretmeye devam etti. Hem sağlığı hem de maddi durumu bozulmaya başladı. Gelir sağlamak için cezaevi koşullarında, dokumacılıktan tercümanlığa pek çok iş yaptı. 1950’de açlık grevine başladı ve yoğun kampanyalar sonucunda serbest bırakıldı. 17 Haziran 1951’de Karadeniz’e açılan bir motorla ve dönmemek üzere o çok sevdiği halkından ayrılmak zorunda kaldı. Nazım artık Moskova’daydı. Tüm dünyanın birlikte raksettiği sözcüklerinin gücüne rağmen, o ezginin kulaklarını tırmaladığı iktidar, Bakanlar Kurulu kararı ile Nazım’ı vatandaşlıktan çıkardı. Eşi Vera Tulyakova ile birlikte Moskova’da yaşamaya başladı. Başta Küba olmak üzere bir çok ülkeye davet aldı, Emperyalizm ve savaş karşıtı konferanslara katıldı.
3 Haziran 1963 sabahı Moskova’da, bir gazeteye uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Giderken yanına, memleket özlemini ve tanıklık edemediği düşlerini aldı. Bize bıraktıkları ise yaşam değerindedir. Şiirlerini, umutlarını, komünist bilincini, yüreğinin onlar için attığı işçi sınıfı mücadelelerini ve unutulmayacak kimliğini bıraktı.
Ona yaşamını dar edenler, bugün de yaşamları dar etmeye devam ediyor. 2009 yılında Nazım Hikmet yine Bakanlar Kurulu Kararı ile tekrar vatandaşlığa kabul edildi. Bu kabul noktası, Burjuva iktidarlarınca popülist bir senaryo olarak sahnelendi. Çünkü Nazım Hikmet sadece “aşk” şairi olarak iktidarın teveccühüne nail oldu. Oysaki o bir komünistti. Nazım’ın aşka dair yazması bir engel değil büyüleyicidir. Evet komünistler aşka dair de yazarlar ancak unutmasınlar ki komünistler, en hoyrat duygu hallerinde bile sınıfından kopmazlar. Tıpkı Nazım gibi... İnsana dair olan hiç birşeye yabancı değildirler. O vatan hasreti çeken değil, halkından ve mücadelesinden uzak bırakılan bir komünistti. Hasreti, yaşadığı topraklarda sınıfsız bir topluma olan düşleriydi.
Edebiyata, sanata, mimariye dair yazarken bile zihin insanın özgürlüğüne çağrışım içerir. Nazım’ın “Hayal Ediyorum” yazısına göz atmak bile yeterli kanımca.
“Ben yazarım ve mesleğim gereği mimariyle aramda sıkı bir bağ var. İster müzik, ister resim, isterse de edebiyat olsun, her türlü sanat eserinin temelinde mimari düşünüş ve kompozisyon prensibi yatar.
İnşa etmekte olduğumuz toplumun temel özelliği bir sevinç şöleni oluşudur. Çünkü sevince giden yoldaki bütün engelleri, insanın insan, sınıfın sınıf, halkın halk ve ırkın ırk üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırıyoruz. Bu egemenlik biçimlerini üretimde, bilimde ve sanatta ortadan kaldırıyoruz, bu nedenle mimarlarımızın projelerinde insanın insan, sınıfın sınıf, halkın halk ve ırkın ırk üzerindeki boyunduruğunu temsil eden yapılar yer almamalıdır. Sınıfsız toplumumuzda hiçbir yapı bana kendimi küçük hissettirmemelidir. Hatta büyük liderlerimizin müzeleri karşısında bile korku ve tapınma değil, gurur, sevgi ve saygı gibi duyguları yaşamalıyım. Uzun lafın kısası, sosyalist mimari her şeyden önce insanın içinde bir sevinç duygusu uyandırmalıdır demek istiyorum. Sevinç duygusu da ayrıca uyandırır çünkü biçimci değil. Son tahlilde biçimini içeriği belirliyor.”
Ya da Nazım Hikmet’in insanlık için düşlerinden çıksak yola yine aynıdır hizası;
“belki ben
o günden
çok daha evvel,
köprü başında sallanarak
bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.
belki ben
o günden
çok daha sonra ,
matruş çenemde ak bir sakalın izi
sağ kalacağım…
ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım…
etrafta mükemmel bir gecenin
ışıklı kaldırımları
ve yeni şarkılar söyleyen
yeni insanların
adımları…”
Ya da Şili’den bir ses yükselse Pablo Neruda’dan... Nazım’a bir Güz Çelengi verse;
“...
Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
veren dostluğundan yoksun.
...”
Nazım Hikmet’i 52. Hazirandır anmak, yokluğundan bize kalanlarla yaşam çıkarmak içindir. Emekten, sosyalizmden, insandan yana olmak için anlamlıdır. Unutmak enternasyonal anlamda mümkün olmayacaktır ancak, düzen içi sırıtan tarif dayatmalarına karşı, onu gerçek yönleriyle tarihe ısrarla not düşmek ve gelecek kuşaklara “devrimciliğini” anlatmak için önemlidir.
Ona dair her şey, onun sözcüklerinin raksıyla noktalanmalıdır. Arakladığım hissi veren her sözcüğü sahibine emanet ederek elbette.
“Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!
Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!
Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!
En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika’ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!
Yapışır yakana kopası elleri Valstrit’in, günün birinde, diyelim ki,
Kore’ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün
Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.”
1951/Nazım Hikmet