Körfez’de »Soğuk Savaş«: Güncel Krizin Olası Sonuçları Ve Emperyalist Yaklaşımlar Üzerine

Körfez’de »Soğuk Savaş«: Güncel Krizin Olası Sonuçları Ve Emperyalist Yaklaşımlar Üzerine

Suudi Arabistan ve Katar arasındaki kriz, Körfez ülkelerinin şimdiye kadar karşı karşıya kaldıkları en ağır ihtilaf olmaya aday. Kriz, hem ardında yatan çetrefilli stratejik, siyasî ve iktisadî çıkar çelişkileri, hem de ABD emperyalizminin bölgedeki önemli iki stratejik ortağı arasında olmasından dolayı özel bir önem taşıyor. Gerçi Katar’ın 1970’lerden bu yana komşuları Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile sınır sorunları ve dış politikası nedeniyle her zaman başı beladaydı. Hatta 2014’de baş gösteren bir kriz Katar’ın taviz vermesiyle büyümemişti. Ama güncel kriz bu kadar kolay çözülemeyeceğe benziyor.

Bir kere çözümün önünde Suudilerin bölgesel hegemonya amacıyla oluşturmaya çalıştıkları »Sünni NATO’su« politikaları duruyor. Katar’ın, Suudilerin Suriye ve Libya’daki hedeflerini açıkça göz ardı ederek, görece bağımsız bir politika izlemeye çalışması ve kendi çıkarlarını kollamak için Müslüman Kardeşler örgütü ve Hamas’a destek çıkması, hem Suudilerin, hem de yakın müttefikleri olan BAE, İsrail ve Mısır’ın çıkarlarına ters düşüyor. Aynı şekilde Katar’ın diğer büyük komşusu ve oluşturulacak »Sünni NATO’sunun« hedefine konulan İran ile – zorunluluklar nedeniyle – dostane ilişkiler geliştirmesi de ciddî sorunlar yaratıyor. Suudiler açısından Katar’a »ders vermek« ve disipline etmek, diğer Körfez ülkelerine de bir uyarı anlamına gelecektir.

ABD Başkanı Donald Trump Suudi Arabistan'da silah ticareti anlaşmasından sonraABD açısından Katar ile hem stratejik ortaklığa devam etmek, hem de Katar’ın kontrol dışı dış politika izlemesini engellemek aynı derecede önem taşıyor. Katar’ın Müslüman Kardeşlere ve Hamas’a desteğini kesmesi, ABD’ne İsrail ve Mısır’ı kendisine daha da yakınlaştırmasını kolaylaştıracağından şüphe yok. Bununla birlikte Katar’ın Rusya ve Türkiye ile sürdürdüğü ilişkiler de ABD’ni rahatsız ediyor. Rusya’nın defalarca kanıtladığı diplomatik esnekliği sayesinde oluşabilecek bir İran-Katar-Rusya-Türkiye yayı ve Türkiye’nin bölgede başına buyruk politikalara, daha doğru bir deyimle, maceralara yönelmesi, gerek ABD ve İsrail’in, gerekse de BAE, Mısır ve Suudi egemenlerinin çıkar ve stratejilerine ciddî sekte vurabilecek bir potansiyel yaratabilir.

Nihayetinde kriz doğal olarak Suriye iç savaşını (ve bağlantılı olarak Libya ve Orta Afrika’daki cihatçı hareketleri) etkilemekte. Russia Today’de yer alan bir habere göre, Suriye’deki farklı cihatçı terör örgütlerinin çatışma yoğunluğunda bir azalma söz konusu. Haberde Rus ordusunun bir sözcüsünün bu durumun, »Katar ve Suudi Arabistan’ın desteklediği grupların, hamileri arasındaki ihtilaf nedeniyle yaşadıkları kafa karışıklığına ve dost-düşman ayrımı yapmada zorlanmalarına bağlı olduğu« yorumunu yaptığını bildiriyor. O açıdan Ortadoğu’daki güç ilişkilerini, dolayısıyla Suriye ve Irak’taki gelişmeler bağlamında Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bu krizi, kimilerinin yaptığı gibi, basit bir »işbirlikçi despotlar arası güç mücadelesi« biçiminde açıklamaya çalışmak, yanıltıcı olacaktır. Böylesi bir bakış açısı, emperyalist güçlerin bölgede her istediklerini yapamadıklarını görmeyi de engelleyecektir.

Olası Senaryolar

Giderek daha da karmaşıklaşan krizin önümüzdeki dönemde nasıl bir çözüme ulaştırılacağı henüz belli değil. Emperyalizm karşıtı bir tahminde bulunabilmek için, elimizdeki verilerle yetinmek durumundayız, ki bu veriler temelinde üç olası senaryodan bahsedebiliriz.

Birinci senaryo, Suudilerin ve müttefiklerinin Katar Emirinin alaşağı edilmesini ve yerine kendilerine sadık birini yerleştirmelerini sağlamalarıdır. Despotlar arasındaki düşmanlığın kişiselleştirildiği bu günlerde Suudilerin böylesi bir planı takip ediyor olmaları akla yatkın geliyor. Ancak bu senaryonun zayıf olan yanı, iktidar değişikliğinin ya bir askerî darbe, ya da bir işgal operasyonu sonunda gerçekleştirilebilecek olmasıdır.

İki temel neden bu senaryonun gerçekleşme olasılığının son derece düşük olduğunu gösteriyor: Birincisi 37 yaşında hayli genç olmasına rağmen Katar Emiri hem ailesinin, hem de ordunun tam desteğine sahip olmasıdır. Katar’ın bugüne kadar uyguladığı tüm politikalar, şimdiki Emirin babasının yerine getirilmesinden önce aile tarafından onaylanmış ve Emir göreve getirilerek, bunların uygulanması için bizzat görevlendirilmiştir. O nedenle Katar’da ne iktidarı ele geçirebilecek bir muhalefet, ne de genel olarak kabul görecek yeni bir Emir adayı bulunmamaktadır.

İkincisi, Suudilerin müttefikleriyle birlikte Katar’ı işgale kalkması, ABD’nin onayı olmaksızın mümkün değildir. Kaldı ki, gerek Katar’daki devasa ABD üssü, gerekse de İran ve Türkiye’nin hassasiyetleri nedeniyle böylesi bir işgal hareketi, sonuçları öngörülemez bir bölgesel çatışmaya yol açabilir. Suudiler bunun sorumluluğunu taşıyabilecek güçte olmadıkları kadar, Arap dünyasında Suudi politikalarına yönelik tepkiler nedeniyle İran’ın avantajlı duruma düşmesini de riske alabilecek durumda değildirler.

Diğer senaryo, Katar’ın kendisine dayatılan talepleri kabul etmesi ve karşılığında uygulanan ambargonun kaldırılmasıyla krizin sona erdirilmesi olasılığıdır. Krizin yol açtığı ekonomik sorunların, krizin derinleşmesiyle artacak olması ve bunun krizin her iki tarafına da hayli pahalıya gelebileceği gerçeği karşısında, karşılıklı tavizlerle krizin sonlandırılabileceği düşüncesi de makul bir senaryo olarak görülebilir. Ancak Katar’ın krizin ekonomik yüklerini daha uzun bir süre taşıyabilecek durumda olduğu unutulmamalıdır. Katar, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz üreticisi olması nedeniyle, krizin derinleşmesi sonucu fiyatların yükselmesinde faydalanabilecek durumdadır. Ayrıca, ambargonun yol açtığı masrafları en azından orta vadede karşılayabilecek derecede yurtdışı yatırımlarına sahiptir.

Ama bunların yanı sıra bu senaryonun iki tarafa siyasî açıdan zarar verecek sonuçları olacaktır. Katar’ın dayatılan 13 talebi kabul etmesi, hükümranlığını kaybetmesiyle eş anlamlı olacağından, en fazla – örneğin Suudilerin ve diğerlerinin terörist olarak tanımladığı kişi veya grupları başka bir ülkeye göndermek gibi – bazı tavizler verebilir. Taleplerin tam olarak karşılanmaması ise, Suudiler tarafından kabul edilebilecek bir durum değildir. Ayrıca Katar ve Suudi despotları, kendilerine bağlı medya üzerinden düşmanlıklarını kişiselleştirmiş ve karşılıklı olarak onur kırıcı hakaretlerde bulunmuşlardır. Bu durum diplomasi ile çözülmesi olanaksız hâle gelmiştir. Bu nedenlerden dolayı bu senaryonun da gerçekleşme olasılığı düşüktür.

Gerçekçi olan ise üçüncü senaryodur, yani Körfez’deki Soğuk Savaşın daha da derinleşmesidir. Katar şimdiden olası bir askerî çatışmaya hazır duruma gelmeye çalışmaktadır. Kriz, her ne kadar emperyalist güçlerin araya girmesiyle belirli bir süre için yumuşatılsa bile, ipler kopma derecesinde gerilmiştir. Görüldüğü kadarıyla Katar Türkiye ile olan siyasî ve askerî işbirliğini derinleştirmek istemektedir. Zaten Katar ve Türkiye silah ve askerî araç üretiminde uzun zamandır birlikte çalışmakta ve iki ülkenin askerî-sınaî kompleksleri üzerinden ortak şirketler kurmaktadırlar. Aynı şekilde Katar’ın İran ile olan ilişkilerini derinleştireceğinden hareket edilebilir. Zaten ambargo nedeniyle Katar için yaşamsal önem kazanan İran, İran Körfezi’ndeki ortak doğal gaz alanları nedeniyle işbirliğini teşvik etmektedir.

Buna karşın Suudi Arabistan’ın BAE ve Mısır ile daha sıkı işbirliğine gitmesi kaçınılmaz olmuştur, ki kralın yerine geçecek olan prensi değiştirerek, bu yönde stratejik bir adım atılmıştır. Yeni kral adayı Muhammed bin Salman’ın sadece saldırgan politika yanlısı olduğu değil, aynı zamanda farklı Arap ülkelerindeki egemen ailelerle, çeşitli ticari ortaklıklar nedeniyle yakın olduğu ve etki alanının genişliği biliniyor. Suudiler Mısır’daki Sisi rejimi ile 2016’dan bu yana Kızıldeniz’deki iki ada hakkında görüşmeler sürdürüyorlar ve darbenin hemen ertesinde Sisi rejimine 12 milyar Dolarlık yardımda bulunmuşlardı. Bu da Mısır’ın Suudilerle aynı cephede kalma yatkınlığını artıracaktır.

Oluşan bu cepheleşmenin doğal olarak bölgenin tüm diğer ihtilaf alanları üzerinde de olumsuz etkisi olacak. Çünkü her iki taraf da Ortadoğu’daki tüm ihtilaflara ya askerî araçlarla doğrudan, ya da mali ve askerî yardımlarla dolaylı olarak katılmaktadırlar. Gazze’de, Libya, Suriye ve Yemen’de karşılıklı olarak birbirlerinin çıkarlarına yönelik atacakları adımların buralardaki kan denizini derinleştireceği çok açık. Bununla birlikte bu cepheleşme sonucunda, zaten emperyalizm karşısında zayıf kalan Arap Ligi veya Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi gibi bölgesel kurumlar tamamen felç olacaktır. Kısacası bu kriz Ortadoğu’yu içinden çıkılamayacak bir bataklığa dönüştürmek üzeredir.

Emperyalist Güçlerin Yaklaşımları

Suudi Arabistan Kralı ve Recep Tayyip ErdoğanBu çetrefilli durumun emperyalist güçler açısından da sorun yarattığına hiç şüphe yok. Bir kere kontrol edilemeyen bir ihtilafın uzun vadeli emperyalist stratejileri olumsuz etkileyeceği kesin. Özellikle F. Alman emperyalizmi ve AB ülkeleri enerji bağımlılıkları nedeniyle, Soğuk Savaşın bir sıcak savaşa dönüşmesini engellemeye çalışıyorlar. ABD’nin henüz tam olarak böyle bir önceliği olmadığı söylenebilir, çünkü ABD kaya gazı gibi zengin kaynakları sayesinde Ortadoğu’nun enerji taşıyıcılarından bağımsızlaşmak üzeredir. Ayrıca Trump yönetiminin »First America« politikaları nedeniyle, kriz çözümüne angaje olmaya yanaşması pek beklenmemelidir.

F. Alman emperyalizmi de bu gerçeği gördüğünden olacak, taraflar arasında arabuluculuk rolüne soyunmaya hazırlanıyor. Kamuoyu ile paylaşılan analizlere göre, Arap Yarımadası’nda başlayacak bir savaşın »Almanya’nın çıkarlarına aykırı olarak görüldüğü« okunabilmektedir. Aslına bakılırsa krizin bu denli derinleşmesinde F. Almanya’nın büyük rolü var. F. Almanya özellikle 2003 ortalarından bu yana İran’a karşı bir »Sünni Cephesinin« oluşmasını destekledi ve başta Suudi Arabistan olmak üzere, Körfez ülkeleriyle stratejik ortaklıklar kurdu. İran’ın geleneksel düşmanı olan Irak’ın işgalinden sonra güç dengelerinde değişimlerin ortaya çıkması, İran’ın bölgede etkin güç olabilme ihtimalini artırmıştı ve F. Almanya bunu engellemek istiyordu. İşin ilginç yanı, bu stratejik ortaklıkları geliştirenin sosyaldemokrat-yeşil hükümetinin olmasıydı.

Bugün geriye dönüp bakıldığında bu stratejik ortaklığın F. Alman tekelci burjuvazisi için hayli kârlı geliştiği görülebilir: F. Almanya sadece 2016 yılında BAE’ne 14 milyar Euro’dan fazla, Suudi Arabistan’a ise 7,3 milyar Euro’luk ihracat gerçekleştirdi, ki bu ihracatın 2,7 milyar Euro’luk bölümü sadece silah satışından elde edildi. Aynı düzeyde olmasa da, Katar da bugün F. Alman silah tekellerinin »en yağlı müşterileri« arasında görülmektedir. F. Alman silah tekelleri, Türkiye’de, Türk, Katar ve Malezya tekelleri ile ortaklaşa kurdukları fabrikalarda ürettikleri araç ve gereçleri Katar’a Türkiye’den ihraç ederek, F. Parlamentonun koyduğu »Silah İhracatı Yönergesinin« kısıtlamalarını aşabilmektedirler.

Körfez ülkeleri sürdürülen bu ekonomik işbirliğinin yanı sıra, askerî ve silahlanma işbirliğinde de önemli bir rol oynamaktadırlar. Örneğin 2005’de İstanbul’da yapılan bir NATO toplantısında BAE, Bahreyn, Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan’ı NATO’nun »İstanbul Cooperation Programına« üye yapan antlaşmalar imzalanmıştı. Federal Ordu 2007’den bu yana Körfez ülkelerinin ordularına, özellikle hava kuvvetlerine yönelik eğitim programlarını yönetmekte ve Körfez ülkelerinin ordularıyla ortak askerî manevralar düzenlemektedir. Bunların yanında Körfez ülkeleri ABD’nin 2001’den beri sürdürdüğü »teröre karşı savaşının« müttefik güçleri olarak, daha önceleri Suriye’nin üstlendiği ve ABD özel güçleri tarafından gönderilen mahkumlara yönelik »etkin sorgulama yöntemleri« olarak adlandırılan işkence merkezleri kurma ve çalıştırma görevini üstlendiler. Uluslararası İnsan Hakları örgütünün 2016’da yayınladığı bir rapora göre, aradan geçen bunca zamana rağmen farklı Körfez ülkelerinde 38 mahkum bu işkence merkezlerinde tutuluyordu. Yani ister Katar olsun, isterse Suudi Arabistan ve müttefikleri olsun, hiç birisi masum değildir. Aralarındaki kriz, her iki tarafın da emperyalizmin cesetler üzerinde yürümekten çekinmeyen taşeronları olduğu gerçeğini örtememektedir.

O açıdan taşeronların birbirine düşmesi, silah satışlarını teşvik eden bir faktör olsa da, F. Alman emperyalizmini rahatsız etmektedir. Ancak F. Almanya stratejik ortakları üzerindeki etkisinin sınırlı olduğunun da farkındadır. Çünkü Katar ve Suudiler arasındaki bu kriz, basit bir arabuluculukla çözülemeyecek derecede derindir. Şu an için F. Alman emperyalizminin yapabildiği, iki tarafı da »güçlerini ortak terörle mücadele savaşına harcamaya« çağırmak ve aralarındaki çatışmaları, bölgedeki diğer ihtilaf alanlarına yaymaya çalışmamaları yönünde uyarmaktan ibarettir. F. Almanya’nın SPD’li dışişleri bakanı Sigmar Gabriel’in kısa bir süre önce Körfez ülkelerine yaptığı ziyaretlerin ve görüşmelerin sonuçları, bu gerçeği açıkça kanıtlamaktadır.

Aynı şekilde ABD de, Katar’ın »Birleşik Devletlerin rolü, ihtilafın tarafları ABD’nin müttefiki olması nedeniyle büyüktür, bu nedenle ABD arabulucu olmalıdır« çağrısına rağmen, kendisini geride tutmaya devam etmektedir. Dahası ABD bu krizde aracı olmayacağını da vurguladı. Örneğin Beyaz Saray sözcüsü 24 Haziran 2017’de basına verdiği bir demeçte, iki ülke arasındaki krizin bir »aile meselesi olduğunu ve aile işlerine karışmadıklarını« açıkladı. Ama buna rağmen Katar’a silah satmaya da devam ediyor. En son basına düşen haberler, ABD’nin Katar’a toplam 10,7 milyar Dolar değerinde 36 F-15 savaş jetini sattığını bildiriyordu. Görüldüğü kadarıyla Trump yönetimi gerek Suudilere, gerekse de Katar’a silah satarak, arada faydalanan taraf olarak kalmaya çalışıyor. Bunun içinse, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nin dağılmasını da kabullenmiş görünüyor.

Şu ana kadar devam eden kriz süreci, iki tarafın da krizi tırmandırmaya ve yanlarına müttefiklerini alarak, mevzilerini sağlamlaştırmaya çalışacaklarını göstermektedir. Eğer avantaj durumları karşılaştırılmak zorunda kalırsa, Katar’ın daha avantajlı bir pozisyonda olduğunu söylemek mümkün olur. Çünkü Suudi Arabistan bir tarafta iç politikadaki sorunları ile boğuşurken, diğer taraftan da güney sınırında Yemen iç savaşının kanlı bataklığına bulaşmış durumda. Müttefikleriyle birlikte gerçekleştirdiği tüm saldırılara ve bombardımanlara rağmen Yemen’de İran’a yakın duran Husileri geri püskürtebilmiş değil. Buna rağmen Katar’a karşı bir askerî operasyona kalkışmak Vâhhabî despotlarını hayli zora sokabilir. O nedenle krizin yeni bir vekalet savaşına dönüşmesi daha gerçekçi görünüyor.

Tüm bu gelişmeler ışığında Türkiye’nin bu kriz bağlamında, değirmen taşları arasında öğütülen buğday misali, iki taraf arasında sıkışması büyük bir olasılıktır. Çünkü NATO’daki stratejik partnerleriyle sorun yaşayan AKP-Saray-Rejimi, Katar maddi destekle cesaretlendirse dahi, emperyalist güçlerin rızası olmaksızın Suudi Arabistan’a karşı olan bir askerî çatışmada yer alabilecek veya iç kamuoyuna telkin etmeye çalıştığı gibi, taraflar arasında »uzlaştırıcı aracı« olabilecek ne bir güce, ne de diplomatik yetkinliğe sahiptir. AKP-Saray-Rejimi, daha önceleri hep yaptığı gibi, kendisini dev aynasında görmekte ve uluslararası güç ilişkilerini yanlış okumaktadır. Neo-Osmanlıcı dış politikanın fiyaskoyla sonuçlanması, bunu kanıtlamaktadır. Diğer yandan, bu krizin başka bir etkisi de, Türkiye’de rejim değişikliğini tetiklemesi olabilir. Ancak böylesi bir rejim değişikliğinin halkların ve sömürülen sınıfların lehine olabilmesi için, kendi eserleri olması zorunludur. Katar’a destek çıkan Erdoğan’a, »aynısı senin de başına gelecek« diyerek tavır koymak, komünistlerin işi olamaz. Çünkü böylesi bir beklenti, emperyalizmden kurtuluş beklemek kadar anlamlıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun, despotları tarihin çöplüğüne gönderebilecek tek güç, ezilen ve sömürülen sınıfların kendileridir. Komünistlerin birincil görevi, bunun koşullarını hazırlamaktır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler