Onlar Kadındı...
Toplumsal yaşamın belirleyicisi, maddi hayatın yeniden ve yeniden üretimidir. Yaşamsal gereksinimlerin dayanağı, her zaman artan oran ve miktarda maddi üretime bağlıdır. Bu değişmez yasa, insanların istemlerinden bağımsız “nesnel” bir durumdur. Üretici güçler, üretim araçları ve emek gücü, maddi yaşam ve insan soyunun üretimi arasındaki bağımlılık ilişkisini ortaya koyar.
Burjuvazinin eşitlik ve özgürlük sınırları ancak sermayenin gereksinimleri ile belirlenir. Bu yüzdendir ki binlerce yıldır aşağılanan kadın cinsinin, eşitlik ve özgürlük arayışı sermaye için bir anlam taşımaz. Eşitsizlikler paradigması olan sermaye egemenliğinde, feodaliteden miras kalan, kadının “ev içi emeğine” el koymak ve artı-değer sömürüsünü mutlak olarak artırmak elbetteki egemenlerin işine gelir. Nasıl ki miras aldığı erkek egemenliğini özüne dokunmadan kendi egemenliğinin aracı haline getirdi ise çifte sömürü içine dahil edilen kadınlar da burjuva ikiyüzlülüğüne karşı yüzlerce yıldan bugüne mücadele etmektedirler.
Zaman içinde kadının fabrikaya kaydırılan emeği, alışılagelmiş “aile” yaşamını sarsarken, aynı emek, düşük ücretle kapitaliste köleliğe dönüşüp, paralel bir biçimde kadının ucuz emeği, genel olarak işgücünün değerinin düşürülmesi yönünde kullanılmış, kullanılmaktadır. Erkek ve kadın emeği düşmanca karşı karşıya getirilmiştir.
Bugün içinde yaşadığımız kapitalizmin dayattığı sistem ve kültür, toplumlar hangi gelişim evresinde olursa olsun, daima kadın ezilmişliğinin kültürü olmuştur. Kapitalizm, kadına ev içi köleliğini, analık görevini, erkeğinin cinsel arzularını doyurması zorunluluğunu dayatırken, onun ev içi emeğine bedava el koyup, başlangıçta cinsel ayrımcılıkla onu üretimin dışında tutmuştur.
Sanayi Devrimi ve makinelerin gelişimi, kalifiye işçi ihtiyacını azaltmaya başlayıp, ucuz işgücü gereksinimi ön plana çıktıkça, sermaye, kadın ve çocukları “yedek emek ordusu” olarak fabrikalara çekmiş; kadının ev içi köleliği bu kez kapitaliste kölelik ile birleşmiştir. Üstüne bu adım, yüzsüzce kadının ekonomik özgürlüğü olarak ilan edilmiştir.
Kapitalizm, özellikle de kriz dönemlerinde, kolaylıkla kadın emeğinden vazgeçer ve öncelikle kadınları kapının önüne koyar. Onun emeğine ihtiyaç duyduklarında, kadınları “ekonomiye kazandırdıklarını” söyleyenler kendileri değilmiş gibi, siyasal sözcüleri aracılığıyla, kriz dönemlerinde işsizlik oranlarının yükselmesinden utanmadan onları sorumlu tutarlar!
Tüm tarihsel süreç ve bugüne taşınan deneyim, kapitalizm koşulları ve bu koşullara yol arkadaşlığı yapan işsizlik sorunu var olduğu sürece, üretken bir güç olarak kadının özgürleşmesinin, ekonomik bağımsızlığını kazanarak bu sınırlar içersinde bile özgürleşmesinin olanaklarını vermez. Bu yüzden, “ekonomik özgürlük kapitalist sistemde sahte bir reformdur.” Kadının özgürlük arayışı, bir bütün olarak kapitalizmin insana ve yaşama dayattığı eşitsizliklerden ve sınıf temelinden bağımsız değerlendirilemez.
Sermayenin yeniden üretim sürecinde, emek gücünün yeniden üretimi ile kadın ezilmişliği iç içe geçer. Zorunlu-emekçinin kendi emek gücünü yenilemek için zorunlu-emeğin karşılığında işçi bir ücret alır. İşgününün geri kalan zamanı artık-emek zamanıdır ve bu emeğin bedeli ödenmez. Ücret sistemi, karşılığı ödenmemiş emeği gizlediği içindir ki işçi, aldığı ücreti emeğinin karşılığıymış gibi görür. Ev emeği, kapitalist üretim sürecinin dışında ama fiili olarak zorunlu emeğin içindedir. Karşılığı ödenmediği için de gerçekte artı-emek kütlesine dahil olur. Böylelikle, burjuvazi erkek egemenliğinden kendisine kalan miras hakkını kullanarak, tüm yükü kadının omuzlarında olan ev içi emeğe bedava el koyar.
Kapitalizm, kadının ev içi emeği ve çocuk bakımını toplumsallaştırmanın tüm maddi ve teknik koşullarını yaratabildiği halde, bunu gerçekleştiremez. Kâr amaçlı birikim zihniyeti ve kurumlaşmalar oluşturmak yerine, kadının zaten ücretlendirilmeyen bu emeğini kamulaştırmanın külfetini, kendi yasaları gereği yüklenmesi de düşünülemez.
New York’lu 129 kadın dokuma işçisi, 12-14 saate uzayan mesai saatleri ve sömürüye karşı çıktılar. Onları ölüme götüren direnişleri bugün tüm dünya devrimcileri tarafından sahip çıkılan bir semboldür. Onca yıldır bir seremonidir, kadını mücadele içinde, sınıfsal konumu içinde halen can çekiştiren...
Onlar “kadın” dı.
Benzer bir tarihten not düşmek isterim, bu topraklarda yaşanmış. Yıl 1909... Refik Halit Karay’ın ‘Hakk-ı Sükut (Sus Payı)’ romanına konu olan Bursa’nın İpek Kadınları’nın zorlu hikayesinden bir not düşelim önce:
“Üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar suların başında pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, tazeliğinden, kızlığından, gözlerinin parıltısından her gün bir zerre kaybederek toprak olan vücutlar (...) bir gün kırmızı kurdelasının süslediği ipek saçlar altında sevine sevine, neşeli, kuvvetli gelen yeniler, bir iki sene sonra güçsüz ayaklarını, nalçalı kunduralarını taş kaldırımlar üstünde zorla sürükleyerek kulübelerine çekilirlerdi. Ağrıyan başlarını, yanan göğüslerini dinlendirmek için yalnız altı saat süreleri vardı; gülmek ve konuşmak için değil! Kim bilir ertesi sabah bu hasta, yorgun gözler ne kadar güç açılır, her kemiği ayrı sızlayan bu zavallı vücutlar, fabrikanın düdüğüne ne zorlukla uyardı? Kim bilir bu hastalıklı sabahlar ne kadar gözyaşları döktürürdü, bu halsiz vücutları sürüklemek ne zordu?”
29 Ağustos 1910’da Sabah gazetesi manşeti atar; “Bursa’da uzun süreden beri iş koşullarının düzeltilmesini bekleyen ipek işçileri greve gitti.”
... Ve sonunda Bursa’nın ipek kadınları greve gider. İpek kadınlar üretimin karşısında erkekler kadar ücret alabilmek, sağlıksız iş koşullarının iyileştirilmesi, ucuz emek olarak görülen bedenlerine sahip çıkmak için iş bırakma eylemi, grev yaparlar. Bursa’nın ipek kadınları, Türkiye’nin ilk kadın eylemini 3 Ağustos’ta, Bursa’da Kozahan’ın yanında bulunan Ulucami bahçesinde gerçekleştirirler.
Nice coğrafyada kim bilir kaç örnek vardır. New York’lu dokuma işçisi kadınlar ya da Bursa’nın ipek kadınları gibi...
Onlar kadındı.
Tarlada sapanda, güneşin altında, kışın ayazında üreten, hayatın, aşının, ekmeğinin yükünü sırtında taşıyanlar kimdi?
Onlar kadındı.
Dünden bugüne siyasal mücadele pratiği içinde ölüme yürüyen, ömrünü tutsak geçiren nicesi de öyle...
Onlar kadındı.
Sesi, çığlığı duyulmayan, her gün ölümle ve en yakınındakinden gördüğü şiddetle karşı karşıya bırakılanlar da öyle...
Onlar kadındı.
İşgücü yedeği olarak emeği katmerli sömürülen, emekçileri var bu ülkenin...
Onlar da kadın.
Her ne ise, toplumsal yaşayış öznelerinden birini yüzyıllardır yok saymak burjuva düzene denk düşer. Sistemin kendini her yeniden üretimi kadının koşullarını olağan olarak değiştirmemektedir. Sahte reformlar burjuva düzene iade edilecektir bir gün elbette...
Tüm emekçi kadın ve erkeklerin; baskı, sömürü ve sefalete karşı mücadeleleri bir haktır. Bu hak, bir direnme hakkıdır. Bu hakkı düzen içiliğe hizalama çabası ise bu söylemin arkasında duranlarca yürütülmektedir.
Bugünün sorunu, bu ülkenin başta proleterleri olmak üzere, tüm devrimci, demokrat, sosyalist ve komünistlerine de görev ile içselleştirilmiş bir sorumluluk yüklemektedir. Bu aynı zamanda bir zorunluluktur da.
Omuz omuza yürünmeden aşılmaz, insanlığın kurtuluşuna giden yol... Evde, sokakta, tarlada, fabrikada, okulda, üniversitede kadını mücadeleye çekmeden, yoldaşlığın cinsiyet üzerinden tarifini kaldırmadan, bugünden yarına mihenk taşı olacak dönüşümleri beyinde, yürekte gerçeklemeden kurtuluş yok hiç birimize...
Biz kadınlar, tüm tarihimizle, mücadele gücümüzle olmamız gereken yerdeyiz. Ya siz?